24 Ocak 2016 Pazar

Theodore Vorobyov: Bir Zamanın Dehşeti

BÖLÜM 1:

      Sırılsıklam sokakta koşuyordum. Ayakkabılarımın altı kayıyordu, aslında ayaklarım kayıyordu. Babamın ayakkabıları... Sahibinin ayakları gidince onlar da pek kalmamıştı. Korku, endişe ve dişlerimin birbirine vuruşunda, parçalanan parmaklarımın kaldırımdaki kokusunun sesi çıkmıyordu. Sessizlik...Beni kimse görmemişti. Hiç görmediler, hem de şimdi hiç görmemeliler. Sabahın saat beşi olmalı ve hava daha aydınlanmamış. Sağ yanımda eski bir ev ailesinin hikayesini ninemden duyduğum fakat çatısında iki kırmızı leke, uzanmış yere ölü bir asker gibi. Önüme serilmiş koca bir tarla ve demirden giriş kapısı elimle  kana bulanan.  Onlardan  tek iz bu hiç girilmeyen tarlanın, otların bize açıldığı paslı demirlerde.

    Gömdüm ikisini de. Hem de evlerinin bahçesine, o güzel çeşmenin ve salıncakların ortasına... Çeşmenin akan suyunun kokusu elimdeki kanda. Kan ve evi mesken tutmuş kuşlar o çeşmenin suyunu içerdi benim gibi. Beyefendi yazları bir iskemle çekerdi salıncakları görür vaziyet, oturur hanımımın  sallanışını izlerdi. Rüzgarın karısının saçlarını savuruşu onu büyülerdi. Her şeyden uzağa, mor bir pencereden aşka çıkardı. Yorulan  kıvrımlı güzelliğin dudaklarına ellerinden dökerdi çeşme suyunu garip sarhoşluğunda. Damlardı pespembe dudaklardan su ve o adam günün neşesini yaşardı çocukça hep bu sahneyi görmeyi dileyerek. Nitekim ölürken de karısının dudakları aralanmıştı gülün pembesinde, pembeliklerden kan damlamaktaydı. Görmesini istedim yaşamdaki her aşamasını karısının. Böylece merhametimi ve zevkten coşmuş duygularıma rağmen olgunluğumu anlayacak sandım. Ama anlamadı. Anlasaydı belki uzardı saniyeleri, belki daha çok izlerdi sevdiği kadının donuk gözlerini. Bana sadece ''neden?'' dercesine acizce baktı. İşte o an indirdim küreği tam burnunun üstüne. Kemikleri kırıldı ve bir ezilme sesi büyüdü karnımda. Beyefendinin muhteşem yüzü, pürüzsüzlüğü ve kaşlarındaki zarafet kayboldu. ''Artık o kadını izleyemez!'',dedim içimden. Ondan başkasını görmeyen,  midemi bulandıran derin haline bürünemez. Onu daha mutlu etmek için kazanmaya koşamaz sabahları, kadını gidişini beklemeyemez heyecanla ve aşığıyla inletemez güzel evinin koridorlarını, girmeden efendim daha dükkanına.

   Koşarken haykırdım. ''Ben ağlamam o koridor başlarında güçsüz, aç bir oğlan!'' Sessiz olmak zorunda olmam korkmamdandır taşlanmaktan  sokak aralarında. Ahlaksızlığına bir kadının boyun eğmemden değil. O anda koşmak daha kolay geldi. Nedenler bahanelerime doldu. Planlar netleşti. Tarlanın ardında bir kaçış yolu var, eğer beni onları öldürürken duyan varsa. Hiçbir bağım kalmadı buralarla. Hiç olmadı. Yeni yerlere koşma zamanıdır. ''Koş! Koş Theodore!'' Aştım tarlanın kuru çamlarını, sert otlarını. Gelen trenin görüntüsüne uzandım. Rayların sesini taklit ettim titreyen dişlerimle. Parçaladım bağdemciklerimi, çiğnedim. Katının sallanışı büyüdü, tren yaklaştıkça zaman yavaşladı. Saçlarımın koyuluğu terimden boynuma yapışmış sıktıkça sıkarken kendimi son kez ittim bir eyleme. Sarıldım demirden inleyen canavarına çağımın. ''Kurtuldum'', dedim. ''Kurtuldum!'' Korktum trenin kıçındaki aralıktan camlarına uzanmaya, öylece soğukta uyudum. Yırtık paltoma sarıldım, ayaklarımın üzerine öylece oturdum. Gözyaşlarımı dondura dondura ağladım. Aşkımdan af diledim. Dua ettim. Kurtardığıma inandırdım sevdiğim adamı. ''Bir yalanla yaşaması ölümünden beter olurdu. Öğrenseydi gerçeği her gün ölürdü, ben bir kere öldürdüm onu.'' Zaten o fahişeye de üzüldüğüm yoktu.

  Bir kahramanlık duygusuyla sarıldım kendime. Böylece ben kendimi alıştırdım yalanlarla yaşamaya vicdan azabından bin kere ölmektense. Nereye gittiğimi bilmeden, günahlarımdan kaçmaya  bağlandım soğuktan büzülmüş rayların, uzun yürüyüşlerin arasında. Huzurumu hep yeni yerlerde iş ve kalacak yer ararken buldum. Büyüdükçe arkamdaki bilinmezlik ve kaçışlar daha çok sevdim yeni yerlerin sisli yollarını. Böyle böyle yabancılaşıyor insan yaptıklarına. Sanki başkası yaşamış gibi o akıl hezeyanlarını, haricinde beyim ve hanımımın katliamı. Zaten diğerlerini asla o kadar benimsemedim. Yine de unutmamalı insan yaptıklarını. Yaşlandıkça uzaktan izlediğin o malum vakaları, o vakalarımı başkasınınmış gibi hatırlıyorum. Bu en büyük acı benim için. Bu yüzden yazıyorum bu itiraf notlarını. İtiraf değil aslında, eserlerimin üstünden geçmekteyim.
                                                                                               

BÖLÜM 2:

Ben Theodore Vorobyov. Bembeyaz duvarlardı ilk gördüğüm. Annemin beyaz duvar takıntısı... Ben o yüzden hep kırmızı hep mor hep kokandan yanayım. Düşünün ki evimiz beyaz kokardı, boş ve kokusuz koku. Ben evin en küçüğüyüm. İkinci erkek... Kızları pek saymıyoruz. Sayılmadıklarından ve kaçasım geldiğinden bu dünyanın her bir yerinden, onlar gibi sayılmayan olmak isterdim. Sayılmayan bir şeyler salgıladım. Sayılmayan her şeyi düşündüm, bu yüzdendir. Anneme çok benziyorum. Kaşlarım, burnum, gözlerim...Terlemiş bıyığımla ben annem değil, oldum Theodore Vorobyov. Onun gibi süzülemeyen, babamın kucağına koşamayan hiç. Babam, ben çok küçükken öldürüldü. Ağabeyim öldürdü onu. Neden diye soranlara gece bir çığlıkla uyandığını, babamın annemin üstünde olduğunu, annemin baygınca, hafif hafif çığlık attığını söylemişti. O bir kahramandı, annemin kendini var hissettiği nadir zamanlardan birinde öldürmüştü babamı. O toplumun anneme gizlettiğinin bekçisi gibi gizleyecek, sessiz sessiz gülünecek  ve herkese bildiğini bilmiyormuşcasına saklatacak bir şey bırakmamıştı. Annem yalnız başına bizi büyütmüş, bütün gençliğin terini unutmuştu. İçten içe ağabeyimden nefret etmiş, onu hep yanında uyutmuş ve bütün söz hakkını ona vermişti. Öyle ki ağabeyim annemin iç çamaşırlarında bembeyaz yüzerken ne kız kardeşlerim ne de ben  bunun saçmalığını sorgulamıştık. Annemin farkında olmadığı bu eylemlerin tuhaflığını ben ilk beyazlar içinde yüzdüğümde anladım.

     Kız kardeşlerim... Onları pek tanıyamadım. Bir tanesi havaleden öldü. Yan yatağımda ateşler içinde kıvranırken başında bir tek büyük ablam vardı. Ne annem ne de ağabeyim geldi yanına. Terinin kulaklarına doluşunu ve ona karışan, kız kardeşinin  göz yaşlarını, ıslak bezden damlayan su damlalarını ve küçük kalbimin telaşını unutamadım hiçbir zaman. Doğduğunda umursanmayan, soframızda umursanmayan, tarlalarda umursanmayan, ölürken umursanmayan, ölüsü umursanmayan... Büyük ablam çok yalnız kaldı o geceden sonra. Saatlerce uyumayıp sayıkladığını bilirim. Ne sayıkladığını bilmem. Öyle yok sayılmışlardı ki ben de görev bilmiştim onu ve iniltilerini duymamayı. Sudan çıkan o hava kabarcıklarını duymamayı görev bildiğim gibi. En büyüğümüzü,  uzun siyah saçlı ve yüzü ki annemden beyaz olan o kızı, daha beyaz ve solgun bir şekilde köyümüzün aşağısındaki, yeşil, etrafını ağaçların kuru yapraklarının ördüğü, kurbağa kaynayan gölde buldular. Köyün erkekleri bu güzelliği  gömmeye kıyamadılar, taşırken daha çok sarıldılar, gözleri yuvalarından çıktı ölü bedenin soğuğu göğüslerine değdikçe.Şaşkın kalabalığın, yalandan ağlayan annemin arasında ben bir tek o büyüyen gözleri gördüm. Ve gölün suyunun büyük ablamın kulaklarına girişine hayran kaldım, bir önce ki ölümde algılayamayışımdan kaçırmıştım bu yüce hareketini damlaların.

   Birkaç kadın geldi gitti evimize bir yas varmış gibi. Her biri yüzümü okşadı, öptüler yanaklarımdan. Ben ağız kokularını yuttum. Ve her defasında anneme benzeyişimden açtı konu konuyu. Ben her benzetmede bir korku daha yüklendim. Biri beni izliyormuş gibi kaçtım odalara, vurdum kendimi ağaçların arasına. Umulmadık zamanlarda eve gelip anneme bir erkek çocuğu kaybetme korkusunu yaşattım. Yolda gördükçe o morarmış koca karıları ve dediklerinde '' Theodore, aynı annen!'', ''Aynıdır Theodore annesiyle!'' çığlıklara boğdum koşuşumu. Nedensiz titredi ellerim çünkü dilin pilavdaki taşa dokunuşunu ve irkilişini, ben o yaşımda hissetmiştim. En yoğun zamanında ruhun karanlığının, ağabeyimin aynadaki yansımasından gözlerimi çevirip yastığı ısırdım küçük dişlerimle. Çömeldiğimde kan gördükçe daha çok sustum. Sustukça ağabeyim kulaklarıma fısıldadı annemin adını. Burnumu karıştırdım, yatağımın altına sürdüm. Tırnaklarımı yedim, elimde et bırakmadım. Ablalarımın yüzleri yansıdı gözlerimden. Anneme küfürler ettim Tanrı'ya katıp. O uyanıktı ablam yanarken yastığında, gidişini gördü donuk bakışlı kızının çıplak ayaklarıyla köyün aşağısından ve duydu ağlayışımı, yastığa kenetlenmiş dişlerimin gıcırtısını. Benim de kulaklarıma damlalar doldu onlardaki gibi... Salyası doldu kulaklarıma ağabeyimin.

    Kaçışlarımla, beyaz duvarları silen annemin söylenişleriyle geçti yıllar. O söylendikçe kaçtım ve hep söylendi. Dilini durdurması ve ağabeyimi köye övmemesi için neye bilmiyorum ama bir şeye dua ettim. Ve o şey dualarımı kabul etti. Sıcak bir gündü, hatırlıyorum. Sıcak bir akşam. Penceren bakıyordum. Dolunay öyle büyümüştü ki karşımda dokunursam beni yutar sanıyordum. Fakat gözlerimi ayırmadım ondan, çukurlarından. Etkilendim, kabardım. Yalnız değilmişim ki kabarmakta, horlayan annemin gümbürtüsü arasında bir homurdanma duydum, gözleri kıpkırmızı. Şekilsiz bir yumak, bir erkek gücüydü ağaçların ardındaki. Beni biliyordu. Benim için, benim titreyen yorgun dişlerim için gelmişti. Hızla annemin odasına doğru koştum. Yorganı çektim üstüne ve kapıyı kapattım. Sigarasını tüttüren ağabeyimin devrilen taburesini duydum. Annem duymadı. Ağabeyin altında durduğu mutfak balkonuna çıktım. Kocaman bir domuz ağabeyime kızgın bir şekilde bakıyordu. Vücudu kasılıyordu. Atlayışı ve ağabeyimin yüzünü ısırışı... Kan boşaldım popomdan. Zevkle doldurdum kanı kalçamdan içeri. Elimi aşağılara götürdüm. Ben de kasıldım. Beyaza bürüdüm geceyi. Beyaz oldum ay kadar. Artık çukurlarım kalmamıştı. Yok etmiştim çukurlarını dolunayın. Ben bir yükselen  kuş, bir kaleydim. Sildim kalıntılarını her şeyimin. Yüce domuzu ve doymayan midesini balkonun altında bıraktım. Son kez kokladım ağabeyimin kanını ve bekledim terinin kulaklarına değil, kalbimde tapındığım domuzun ağzına dolanmasını. Sersemlemiş bedenimi attım yatağıma. Korkusuz ve acısız uyudum o gece. Derin uyudum annemin çığlığını duyana kadar. Bu annemin ses tellerindeki son titreşimdi. Kurtulmuştum.

  Her şeyin muhteşem olduğu zamanlar gelmişti. Saatlerce çalışıyordum. Herkesin işinde... Para kazanıyor, biriktiriyordum ve evi büyütüyordum. Köylülerle sıkı ilişkiler içine girmiştim. Herkesin eğlencesine davet ediliyor, seviliyordum. Annemin şansıydım, öyle nitelendiriliyordum fakat annem bunun farkında değildi. Çünkü sabah bıraktığım koltukta akşama kadar öylece oturuyordu. Yerdeki tahtaların her ayrıntısını ezberlemiş olmalıydı. Bu yüzden kasabaya gidip bol desenli bir halı alıp evimizin ortasına serdim. Hiç kimse bu kadar sıkılmayı hak etmez, hayatına yenilikler katıyordum. Bir gün oturduğu o koltukta sessizce öldüğünde yerde farklı bir halı vardı. Ben merhametli ve hayırlı bir evlattım.Öyle ki elimde çiçeklerle köyün aşağısına doğru her yürüdüğümde o taşlı yoldan mezarlığa gideceğimi sanan köylüler, benim ne kadar yüce gönüllü olduğumu konuşuyorlardı, göle doğru gittiğimi bilmeden. Böylece köyde ünüm yayılmaya başladı. Garip şekilde genç kızlar evde kadın olmadığı ve aç olabileceğim gerekçesiyle kapımı çalıyorlardı. Hatta bir tanesi evdeki kadın eksikliğini öyle ciddiye almıştı ki bol desenli halılardan birinde çıplak bir şekilde uzanmaya cesaret etmişti. O gün yuvarlak hatların ve dik göğüslerin ilgimi ne kadar çekmediğini keşfettim fakat o genç kızların çıplak bedenlerini halıların üzerinden kaldıramadım. Kendimi yanlarından...

  Hayatımın bu sakin ve destansı gidişatı yıllarca yaşadığım dehşetlerin arasında beni öyle kaşındırmaya başladı ki bir sabah aniden tüm eşyaların üzerini annemin kendi için biriktirdiği, neden yaptı bilmiyorum, kefen bezleriyle örtüp evimi kapadım. Kimseyle konuşmadan, selam dahi vermeden köyden kaçtım. Birkaç gün ormanın içinde avare bir şekilde dolanıp uyukladıktan sonra kasabaya gitmeye karar verdim. Ancak kararımın üzerinden on gün geçince ormanın içinden çıkabildim. Yorgunluğum ve sırtımdaki hırıltılılar nedeniyle kasabaya kadar yürüyemezdim. Bu yüzden köyümden birkaç gün uzaklıktaki yola çıktım. At sesi duyma umuduyla beni kasabaya götürecek bir araba bekledim. Çok acıkmıştım ve susuzluktan dudağım damağıma yapışıyordu. Şansıma birkaç saat içinde uzaktan bir araba kurumuş bedenimin yanında durdu.

  ''Hey, kardeşim burada böylece ne bekliyorsun?'', dedi orta yaşlarında turunçgil bir adam. ''Kasabaya gitmek için bir araba.'', dedim. Kendimi hazırlıyordum, bu gözler daha çok soru sormalıydı. Sormadan bindirmeyecekti beni arabasına. ''Neden gitmek istiyorsun kasabaya?'' . ''İş ve barınak bulmak için. Çok zor durumdayım.'', dedim. Adam biraz düşündükten sonra arabasına binmem için işaret yaptı. Hızla yanına oturdum. Yorgun atlarına bağırdıktan sonra ağır ağır ilerlemeye başlayan o sallantılı arabaya alışkın adam sakin bir şekilde ayaklarının arasındaki matarayı bana verdi. Mutluluktan öleceğimi sanarak suyun hepsini içtim. Bu duruma biraz bozulsa da ,çünkü yolumuz uzundu ve başka suyu yoktu, bana bir fikri olduğunu söyledi. ''Ben bir kumaşçının uşağıyım ama ne kumaşçı. Bu diyarların en zengin insanı, en muhteşem kumaşçısıdır. Hatta birçok önemli zatın hanımı ondan kumaş alır. Onun da kocaman bir evi var. Haliyle bir bahçıvana ihtiyaç var. İstersen onunla tanıştırayım seni. Elin iş tutuyorsa gel ama şimdiden söyleyeyim kocamandır bahçesi. Salıncağı ve çeşmesi olan....

BÖLÜM 3:

Hava kararmıştı. Hala yoldaydık. Yol arkadaşım kendi hakkında anlatabileceği çoğu şeyi anlatmıştı. Konuşacak bir şey kalmadığından sessizleşmiştik ve ben sıkılıyordum. Bu turuncu saçlı, ön dişleri dökülmüş arabacı ,efendisinin getir götür işlerini yapıyordu. Kumaşları köyden köye, şehirden şehire taşıyordu. Üç tane kızı vardı ve her birini evlendirmişti. Kızlarının iyi birer hanım olmalarıyla övünüyor, hatta bir tanesinin çok güzel resim çizdiğini söyleyerek ne kadar muhteşem olduğunu herkes gibi bana da kanıtlamaya çalışıyordu. Karısı en küçük kızını doğururken ölmüştü. Bu yüzden adamcağız annelik rolünü de gururla üstlenmişti. Hareketlerindeki hassasiyetten ve büyük kızının düğününü anlatırken gözlerinin dolmasından anlaşılıyordu bu. Ben de onu olağanca şaşkınlıkla dinliyordum. Doğrusu dehşete düşmüştüm. İlk kez  kız çocuklarına tapan bir ebeveyn görmüştüm.Ablalarımın sefilliğini düşündükçe, ahırdaki hallerini.... İçim acımıştı ama her zaman ki gibi bu acı kaybolmuştu. Aniden gözlerimin önüne bir perde çekilirdi bu zamanlar. Sanki karşımda saçları uçuşuyor gibi olurdu. Ormanda koşuşları, çıplak ayaklarının ıslak toprağa vuruşu ve ağaçların sevinçten şahlanması.... Büyük ablamın beyaz teninden yansıyan güneşin yanaklarıma vurup ısıttığını hayal eder, çeneme huzur doldurur, titrer, o hayalde uyuşurdum. Kalbimde sıcacık bir su döner dururdu. Ve küçük ablamın beni kucaklayıp göğsüme başını koymasını hissettirirdi. O kızlar ne güzel, ne cennetti.

    Ben zamanda böylece kaybolmuşken arabanın durduğunu fark etmemiştim. Arabacının beni dürtmesiyle kendime geldim. ''Hava çok karardı. Dinlenelim şu handa. Karnımızı doyuralım.'' Arabacı benden evvel han kapısından içeri girdi. Ben birkaç dakika daha arabada öylece oturdum. Yıldızların seslerini işitmeye çalıştım. Şiir okuyor gibi dururlardı, hiçbir zaman sesleri gelmezdi. Ama ben hep sessizliklerine kulak kabarttım. En sonunda rüzgarı duyardım. Bana zamanın gidişatından bahseder, üzülürdü. Halbuki çürüyen, gömülen ve doğan yeniden hep bizdik, o bakiydi. Sakin esişinde bir saçları savuruyordu sanki karanlıkta.Duyuyordum. Etrafıma bakınca anladım, bir çocuğun saçlarıydı rüzgarda savrulan. Çocuk atlara su veriyordu. Kum sarısı saçları vardı. Güzel burunlu, büyük gözlüydü. Elleri hayran kalınası bir oğlandı. Bir genç adam. Uzun ince yüzüne hanın loş ışığı vurmuştu. Farkında değildi varlığımın. Eğer fark etseydi irkilir, korkardı belki. Gözlerimi dikmiştim çünkü mevcudiyetine. İçimde kaynayan solucan sürüsünü bastırmaya çalışmadan aç kurt gibi bakıyordum. Kurtluğumun tuhaflığından ya da kendimi bu zamana kadar hiç tanımamış olduğumdan sıçrayarak aklıma şimşekler yağdırdım. Hızla indim arabadan. Ayaklarım yere değdi mi bilmiyorum ama han kapısını açtığımda tenimle çocuğun kokusunu emmiştim.

  Küçük bir handı. Masalar düzensizce yerleştirilmişti. Kalabalık öyle bir muhabbet tutturmuştu ki bu düzensizliği güzel kılıyordu.Benim arabacı en köşedeki masada bir adamla konuşuyordu. Zar zor geçerek insan kalabalığının yığıldığı masaların arasından oturabildim yanlarına. Arabacı olağanca hararetiyle bu hanın sahibinin kızlarının kendi kızlarına göre ne kadar edep bilmez olduğunu anlatıyordu karşısındaki zavallıya. Zavallı diyorum çünkü bu siyah saçlı, sert suratlı adamın gözleri şaraptan kıpkırmızı kesilmişti. Yorgunluğun, uzunca bir yolun üzerine içilen bir kadeh yüzünü domatese çevirmişti.Bu yüzden bizimkine ''Sus be adam!'' diyemiyordu. Neyse ki ben de dinlemiyordum onu. Yalnızca oturup şaraplarına eşlik ediyordum ve izliyordum gölgesini kum sarısı saçlı oğlanın. Hancının oğludur diye düşünüyordum. Ya da bir fakir gelmiş, kasabanın bu kadar uzağında çalışıyor. Aslında bu sorgularım saniyelik bir dilimde geçip gitmişti. Düşünce hızının daha hızında. Benim odaklarım başkalaşmıştı. Her gömdüğümde kadehe kendimi daha da büyüyordu bu. İlk başlarda fark ettirmeden bakmaya çalışıyordum. İçtikçe rahatladım ve açıkça izledim koşuşturan halini. Bedeni algılanacağı gibi önemli değildi benim için. Yüzü ve tavrı gerilip bacaklarıma doluyordu. Öyle gerilmiştim ki arabacının onu masaya çağırdığını fark etmemiştim. Bir testi  daha devrilecekti. Yavaşça vasat şarabı getirdi masaya. Hareketlerinde bir kibir, gözlerinde meydan okuma vardı. Yanımızdan ayrılıp han kapısının önünde gözlerimin içine bakışından ve yarım sırıtan dudaklarından daha iyi anlamıştım. Zaten bir zaman sonra gülümsemesi kayboldu, gözlerimi deliyordu gözleriyle. O hiç çekmedi gözlerini göz bebeklerimden, ben dayanamadım indirdim bakışlarımı. Yoksa gözleri ruhumu boğup emecekti bir gecede.

    Aniden masamıza tekrar geldi. Testiyi tazelemek isteyip istemediğimizi sordu ve uyaran bir şekilde koluma dokundu gizliden. Biliyordu bitmediğini şarabın. Gözlerimin içine derin derin bakıp tekrardan handan dışarı çıktı. Nefesim içimde tükeniyordu. Ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Ellerimin içi terliyordu, öyle bir hakimiyet kurmuştu ki bedenimde, arabacıya hava almam gerektiğini söyleyip arkasından dışarı çıktım. Rüzgar yerini sakine bırakmıştı. Atlar uyur vaziyet ağızlarını kıpırdatıyorlardı. Hanın gürültüsü ezgileşmişti. Midem bulanıyordu, bir nefret büyümüştü kendime. Yanıma yaklaşan gölgenin ne beklediği ve benim neye zorlandığım açıktı. Oğlanla beraber hanın arkasına, ağaçların arasına doğru ilerledik. Sessizce yürüyorduk, ellerini cebine sokmuştu. Vücudu, duruşu sanki hep sorguluyordu insanı. İyice gözden yitince durdu. Bana doğru yaklaşmaya başladı. Ellerini omzuma koyup beni ağaca yasladı. Pantolonumu indirdi. Erke dokunmaya başladı. Kendimden geçmeye başladığımda ve o kasılmışlığım boğazıma dayandığında durdurdum onu. Gözleri hakimiyet kusuyordu. Neyin savaşını verdiğini ya da kavramları neden anlamsızlaştırdığını, içini boşalttığını bilmediğim, aslında hasta ve bencil bu çocuğa karşı midem yemekle karışmış şarapla doldurdu ağzımı. Öğürerek kustum sarı saçlarına ve yüzünü kırmızı patatese bürüdüm. Pantolonumu toparladım ve gönül hoşnutluğuyla ağaçların arasından çıktım. Gülüyordum. Sekerek handan içeri girdim çocukça. Kokusunu tenimden atmıştım çocuğun. Ağzını, gözünü istediğinin dışında bir benle doldurmuştum.

     İster ayda bir tepe olsun, ister çukur. Onların tabiriyle kanayan ya da kanatan. Her kimse, ben erkekte herhangi bir tarafın hakimiyet coşkusuna öyle fazla tokum. Ben şarapta dökülen kırmızılık gibi sakinliğe aç oldukça ve dayandıkça kibrin ve egonun kavgası, ben kokan veyahut moraranla doldurmaya memnunum onları. Bu en masum patlamasıydı gidişatlarımın. Bu ilk darbem, iç huzurumdur.

BÖLÜM 4:

Çok pişmandım. Yol ve atlar.... O çocuğu düşündüğüm her saniye, güzel dudaklarını ve genç bedenini, daha da düşmanlaşıyordum kendime. Kusmuğum değildi problem, bitmemiş bir zevkti. Halbuki handa otururken ne kadar gururluydum. Pisliğime boğmuştum savaşını, bu insan dediğimiz yaratıkların kavgasını. Ama ben bu arabada doluyordum aynı kavgaya. Aynı yükselmeye... Arabacının her dediğini ezberliyordum sapıkça. Efendinin evinin yolunu... Her şeyi ezberliyordum ama neden. Neden onsuz gitmeye adamıştım kendimi. Neden devam etmemeliydi arabacının yolculuğu. İki saatlik bir mesafe kalmıştı kasabadan bu dağ başına. Bu ıssızlığa... Issız... Kimse yok! Kabarıyorsun Theodore! Yükseliyor, kasılıyorsun.Şu turuncu saçlar ve göz kenarlarındaki çizgiler... Yaşı geçkin, bana bu anlarda şehvet veren... Anlamıyordum. Ağabeyimin ölümü geliyordu aklıma. Dişlerimin sıkmaktan kanadığı o günler... Ağlamak istiyordum. Kontroller kaybedilmişti daha ben erkek olmamışken. Daha fazla kendi kalbimi hapislere alamayacaktım.

         Arabacı biraz su, biraz da şarap almıştı. Hepsini kumaşların yanına yerleştirdi. Sanırım  benle paylaşmaktan korkmuştu ve ben bu zaferle öksürmeye başladım. Öksürüyordum boğuluyormuş gibi ve nefesler alıyordum ölürcesine. Arabacı korkuyla iplere sarıldı. Atlar bağırarak durdu. Titreyerek, telaşla indi. Hemen arabanın arkasına koştu. Ayaklarımızın altında ne şaheser ne kalın odunlar vardı hırsızlardan korunmak için. Birini aldım elime. Sıkıca yapıştım erkekliğime yapışmak istediğim gibi. Su havada saçıldı böylece. Damlaları hissettim saçlarımda. Bir beyin sarsıldı, güneş kızıllaştı derisindeki saçlarında. Kollar tutundu kollarıma ve sıktı. Gözler geriye kaydı ben boğdukça. B bedenin sıcak olması yeter Theodore!
    Cesedi ağaçların arasına çektim. Turuncu saçlarını gözlerimle açtım kum sarısına. Boğazı mosmordu. Mora boyanmıştı, ben kusarken ağzına doğru. Yine kokmuştu zevklerimin bir yanı. Hemen kalçasını açtım ve bağırmaya başladım. Zevki aldıkça domuz gibi sesler çıkartıyordum. Bir parçam beni ağlatacak, azaplara sokacak şeyler yapmaya zorluyordu, yapmazsam geçmişim öldürecekti benliğimi. Annem duymamaya ve ağabeyim kulaklarıma o duymayan kadının adını fısıldamaya devam edecekti. O parçayı mı koparmalıydım, hayır sadece kafamı gövdemden ayırmalıyım.
   Sevgisizlik ve boşlukla git gellere sarılmalar ekledim. Ölü bedene tutundum. Özürler diledim kulaklarına. Saçlarını okşadım.Kalbimi kaybolan sıcaklığına dayadım. Uzvum ve ben ayrıldık. Ben onu sakinleştirmeye çalışırken derinlerimde hem ölüyordum hem de rahatlıyordum geçmişten. En sonunda işedim mi boşaldım mı bilmiyorum. Ama penisimde kan vardı. Keşke kalbimle işeyip atsaydım içimden o pis kaygıyı, eksiklik hissini. Farkındaydım üzüntüsüyle, kan benim değildi. Bir yandan da güven veriyordu bu durum. Morartılar, bu kırmızılık, açık gözler... Beni güçlü mü yapmaya başlamıştı?

     Hemen yağa kalktım. Cesedi ormanın karanlığına sürüklemeye başladım. Tırnaklarımla kazdım toprağı, saatlerce kazdım. Ezberlediklerimi tekrarladım ama içine benden çok şey kattım. Hızla arabaya yürüdüm, tüm kumaşları ve müşterilerden toplanmış paraları gömdün cesetle birlikte. Saatleri toprağa boğdum. Öğle vaktiydi, kirlenmesin diye çıkardığım kıyafetleri giyindim tekrar. Sürekli sayıklıyordum. '' Evet Theodore, tamam böyle söyleyeceksin!'' Arabaya bindim. Biliyordum handa bizi görenler olmuştu. Ve önünde sonunda benim bu adamla beraber seyahat ettiğim söylenecekti çünkü bu arabacılar kasabaya hep uğruyordu ve tüccarları tanıyorlardı. Yol boyunca kendimi tekrarladım. Yüzüme ifadeler taktım en masumundan. Binbir mimik  bürüdüm. Öyle büyük bir yükün altına girmiştim, o kadar gerilmiştim ki kendime sözler veriyordum. ''Bir daha asla Theodore!'' Neden yaptığımı sorgulamıyordum. Bir daha böylesi bir hezeyanı kaldıramazdım, en önemlisi buydu. Kadınları düşünmeye çalıştım. Birçok kadın, çıplak... Hepsinin göğüsleri büyüyüp düşüveriyordu aniden, yüzleri fenalaşıyordu ve yaşlanıyorlardı. Midemi bir cesetten daha çok bulandırıyorlardı. Kusmuğum ağzıma geldikçe sarı saçlar önümde kıvrılıyordu. Genç erkek bedenleri ayaklarımdan üstüme tırmanıyor, burnumdan çıkıp gözlerime dayanıyorlardı. Bu dayanılmaz işkencenin nasıl susturulacağını hiçbir zaman  öğrenemedim. Ama o zamanlar içimde biriken o boşluğun sevgisizlik ve yalnızlıktan doğan bir şey olduğuna inanmıştım. Kendime sarılıyordum cesede sarıldığım gibi... O nefesi uçmuş beden bile daha güven vericiydi kendi bedenimden. Bunu hissettikçe, karanlığımdan fışkıran o zıt renkli ışıkları gördükçe ve o coşkuyu, gözyaşlarım mideme daha çok dolmaya başlıyordu. Sakinliğim, o insanların kaçtığı, hatta kitlelerin de uzaklaştırıldığı karanlığın adlarına dualar ettikçe yok olamaya başlıyordu. Şiddet ve vahşetten kaçtıkça vahşileşmemin önlenemez yükselişine bakıyordum.

   Yol boyunca iç hesaplaşmalar, saçma hezeyanlar ve intihar girişimlerimle boğuştum. Fakat kasabanın girişinde bütün sorularımı kaybetmiştim. Masum bir bakış, emektar bir yüz ve sevgi dolu kelimelerdim artık. Ezberlediğim sokakları geçtikçe  yalancı ifadelerim yalancılaşmaktan çıkmış gerçek, bana ait olmuştu. Arabayı koca bir malikanenin önünde durdurdum. Arabacının dediği kadar büyüktü bahçesi. Demir kapısını araladım. Hizmetçilerin arasından geçtim garibanca. Güzel giyimli bir adam hizmetkar olduğu anlaşılan yaşlıca bir başka adamla konuşuyordu. Kafam yere eğik. ''Efendim, merhaba.'',dedim.

   ''Ben Theodore,  evin önüne çektiğim araba size mi ait?''
 
BÖLÜM 5:

Ben bahçede dikilirken efendinin ve hizmetkarlarının telaşı yükseliyordu. Kokusuz bir koku havada yayılmıştı sanki. Arabacının kokusuz kokusu... Hayatta olmayışın ve ölüye yüklenmiş suçların... Kasabanın en iyi tüccarının uğradığı o kocaman ihanetin, hırsızlığın...

    Büyük hırsızlık tüm herkesin dilindeydi artık.'' Efendinin emekleri! Ne cürettir?'' Böylesi tırnaklarla kazınmış bir isim, sorsam kimsenin adını bilmediği bu kasabanın en büyüğü, nasıl böylece aptal yerine konur, üstü karalanır? Bu yüzden birileri karar verdi intikama. Dediler, ''Çaldığı tüm parayı gizliden kızlarına vermiştir arabacı''. Çok sevdiği kızlarından başka düşüncesi yoktu zaten. ''Kesin kızları saklamıştır paraları ve babaları sırra kadem basmıştır şimdiden''.

   Bir gece çıktı birkaç adam böylece. Efendim beni bahçıvan ettiğinden bilirim, hatırlarım o birkaç adamın karanlıkta gidişini. Zaten izledim yanan evin ateşini. Dumanın kokusu gelmeden daha haberi geldi yok olmuş bir ailenin. Kasabalılarla bilmez gibi gittim. Ev harabeye dönmüştü, yıkıldı yıkılacak.  Yaşlı bir kadının yanmış cesedi içerideymiş, eve cesaret edip girenlerden duyduğum. Evin genç erkeği belli ki dışarı çıkartılıp dövülmüş, yanmamış yüzüne kan basmışlar. Gerçi yüz de yüz olmaktan çıkmış ve kesilmiş kulakları.

  Rüzgar beni çağırır şimdi, hangi bildiğim kokuya? İnerim çalılardan aşağı. Evin çitlerini aşıp ve yokuşa uzanıp... Tanıdık beni çeken his, pek tanıdık. Koşmak gelmişti içimden. Koşar oldum yine. Koştum. Kafama vurduğunda geçmişin donuk gözleri durdum ve seslendim. ''Kadın burada! Arabacının kızı burada!'' Burada arabacının kızı, yerde donuk. Kolu bükülmüş, serilmiş üstüne ve görünmekte beyaz teni ayaklarının ucundaki kilodu gibi. Memeleri yapraklara selamda. Öyle güzel... Öyle dişi...Ve şimdi gelir kasabanın erkekleri. Onu taşırken... Bir kez de onlar tecavüz eder zihinlerinde. Başka ne bilir ki onlar tecavüz etmekten başka ölüye?

BÖLÜM 6: TECAVÜZE UĞRAYAN HER ÇOCUK

Neden her kontrolsüz masturbasyonumda o karanlık gecelere dolarım?  Yastığın insan bedeninden her zerre koktuğu, sarılmaktan büzüldüğü uyku vakitlerini neden korkuyla anarım? Uyursam yakalanırım korkusuyla bir milim kapanmamış gözlerimi neden aynı güvensizlikle duvara dikerim de, yumamam hiç? Derim hep, uykuya bırkırsam kendimi beni gelip alacak! Aniden yatağımda kıvrılacak bir yılan gibi, fermuarı çoktan açık. '' Ağabey?'', diye soracağım yine. Sus diyecektir eminim. ''Susmazsan anneciğini düzeceğim!''Yediremeyeceğim, o benim annem. Ve bir erkek annesini korumalı dulluğuna gözünü dikmiş avcılardan, görmezse de ve sevmezse de onu!

   Vücudumu hoyratça köşeye itecek, yakamdan tutup yüz üstü yatıracak. Yüzü karanlıkta gölgelerle dalgalanacak uyursam. Küçük üst dudağı altına düşmüş yuvalak et parçasından, alt dudağından sıyrılıp gösterecek dişlerini. Kalın hilal kaşları havaya kalkacak pijamamı bacaklarıma indirdiğinde, incelmiş gözbebekleri karanlığında belirginleşecek! Elmacık kemikleri yaşam kusacak yanaklarından büyük büyük! Geniş alnından yansıyacak ay, gözlerime parlayacak! Yüzüne doğru basılmış beyaz burnunu popoma sürecek, koklayacak utangaçlığımı! Tüm bedeninin ağırlığını indirecek bedenime, ağlamayacağım yine de ve boğazıma dizeceğim acılarımı. Dişlerim gacırdayacak sıkmaktan ve yine yastığı ısıracağım! Gidip gelişleriyle yatak bağıracak, duyulacak evin her köşesinden. Annem yine bu ninniyle uyuyacak, rüyalarında babamı anımsayacak. Benim gözyaşlarım boğazımdan taşıp burnumdan çıkacak, bulacak yastığımı. Bastırdıkça ağabeyim beni yatağa Adem'in Lilith'i toprağa gömdüğü gibi, erkleri onu koruyacak! Ve o erkler yapılan bu büyük işe erdemli isimler takacaklar.

  Ben küçüleceğim şimdiki yaşıma kadar ağabeyimin nefesi hızlandıkça ve serinleyeceğim dakikasında birkaçın. Ağabeyim sırıtarak çenesini sırtıma koyup dinlenecek, ben buna fıtık diyeceğim, kulplar takıp çekeceğim bu ağrıyı yıllarca. Üstümden kalkmadıkça 17 aylık bir kız çocuğu olacağım, annesi tarafından satılan ya da sığınmış bir çocuk vakfın birine, vakıf ki  en erdemlilerinden! Tüm vücudum uyuşacak ağırlıktan. Sanki ağabeyimden başkaları da binmiş üstüme. Ağabeyime binmiş iktidarları ve ben taşıyorum herkesi,  kanım popomdan yatağa sızarken. İktidar diyeceğim o kanın kokusu genzimi yaktığında. Fısıldayacağım iktidarı, odur ancak cihan kavgası ve duyucağım asırlar öncesinden bir babanın, onun için boğdurduğu çocuklarının çığlıklarını.

  Sabaha kadar kemikleri sayılan çocukların gaz odalarından bana ulaşan şarkılarıyla konuşacağım. Kanım kurumuş olacak çarşafta, çarşaf tazesini ister. Ağabeyim doğan güneşe kalkacak, kapıyı sessizce açıp yatağına dönecek ama diğerleri hala sırtımda, yankıları gelir hükümlerinin ve ben hükmetmelerine hayran. Diyeceğim ''Ben de olacağım erk, acizim ama yok değilim elbet. Tek ben miyim çocuk olan? Ben de büyüceğim ve doğacak başka çocuklar. Onlar yumacak gözlerini, başka erkekler yumacak elbet gözlerini. O zaman ben hiç uyumayacağım, diyeceğim. Ama uzanacağım üstlerine. Böyle böyle dalacağım sabaha karşı uykuya,  sert bir kadın sesi uykumda yakalayıp beni sarsana dek. ''Kalk da ye yemeğini!'' Bu sefer yeni duygularla ayağa kalkacağım acısa da popom ve bacaklarım. Başkadır ki, bir çocuk olacak karşımda. Korku içinde gözleri, gözleri solmuş.Ellerini kaldıracak kuş gibi uçan kalbini bastıramadan. Sırtımdakilerle ona, gecelerimden bir miras vereceğim.

BÖLÜM 7: TANRIÇA DÜŞÜYOR

O anları çok iyi hatırladığımı söylemiştim. Bu o anlardan biri. Güneş mutluluğumuzu saçmaktaydı, tüm bahçıvanların ve efendiler uğruna çalışanların susuz mutluluğunu. Bahçenin en güzel kokuları burnumdaydı. Ben aşıktım, deli gibi çalışıyordum bu yüzden. Efendim her sabah o çiçeklerin kokularından daha destansı bir kokuyla önümden geçip gidiyordu. Saniyelerime tapıyordum. Fakat o sabah kasabaya gitmedi. Üstündeki aynı koku değildi. Başka bir hazırlık vardı efendimde, evde. Çeşmenin ilerisindeki boşluğa, orkidelerin tam karşına bir masa kurulmuştu. Hayatımda tadamayacağım kahvaltılıklar serilmişti güzel masa örtüsünün üstüne. Masa bilinmezliklerimle doluydu adeta. O ekmekler hangi güzel yağdandı? Gümüş bıçağın kestiği etin tadı nasıldı?

   Masada tek bir boşluk kalmamıştı, adını bilmediğim şeylerle doldurulmuştu. Bir süre sonra gelen arabanın sesi duyuldu. Efendim ve eşi dışarı çıktılar. Hanımefendinin üzerinde pespembe bir elbise vardı. Topuzuna çiçekler takılmıştı ve inci kolyesi boynunda değerlenmişti. Merakımdan malikanenin girişinden şarap deposuna doğru inen yoldaki lalelerin yanına gidip onlarla ilgileniyormuş gibi davranmaya başladım. Dikkat çekmeden gelenin kim olduğunu görmeye çalıştım. Efendimin sırtı bana dönüktü. Fakat vücut dili ne kadar mutlu olduğunu gösteriyordu. Bu mutluluk, misafiri elini sıktığında arttı.
   Günün devamında üstüme o garip bulutun çökmesini sağlayan şey efendimin mutluluğu değildi elbette. Kıskanmamıştım. Biliyordum, efendimin gelen bu muhteşem yakışıklı adamla olan samimiyetinin  tek nedeninin iş ve itibar olduğunu. Muhteşem ve yakışıklı demişken bu genç beyefendiyi tanıtmakta elbet fayda var.

  Kendisi bir zengin evladıdır. Saçları sarıdır saman gibi. Ve kibri burnunun dikliğiyle kusulmuştur kasabanın her köşesine. Elleri efendiminki kadar narindir ve asla yara almamıştır topraktan. Tarihin başka bir zamanında bu harflere dokunan kıvırcık saçlı o kadına asla haz etmediği birini hatırlatır. Bu haz edilmeyen zatlara benzetilmiş uzun boylu, bir o kadar narin hatlı ve güzel suratlı beyin kasabada sevişmediği dul kalmamıştır ve çokça genç kızın tenine dokunmuş, intiharlara sebep olup aynı gün şehrin önde gelenlerinin düzenlediği partilere hiçbir şey olmamışcasına gitmeyi de  iyi bilmiştir. Küçüklüğünde kendisine süt veremeyen anasının yerine dudaklarını memesine dayamış, ona belli bir yaşına kadar bakmış kızıl saçlı, güzel yüzlü bakıcısının sırtını sırf zevki ve merakı için odun ateşiyle pek de güzel yakmıştır. Babasından öleyisiye korkmakta, kendisini domine eden bu yaşlı adamın ölmesi için her gece dua etmekte; babasından korkutuğu kadar annesine  saygısızlık etmekte, sütü erken kesilen kadını kendine bakamamış, analık edememiş olamakla suçlamaktadır. Annesi dışında her kadını kısa da olsa delicesine sevmekte ve kur yapmakta ustadır. Demiştim ya intihar sebebidir diye, pek çok kalbi yakmıştır.

  Haberlerini aldıktan sonra bana bir böcekten farksız görünen bu adama, efendimin verdiği tepki bu yüzden beni hiç ürkütmemişti. Efendim, benim bile adını duyduğum bu karanlık geçmişe sahip sadist herifi  elbet iyi tanımaktaydı. Ürpermemin sebebi asla o değildi. Kapalı bir güne uyanmanın ağırlığı kadar ağırlık yükleyen şey ruhuma, hanımefendinin kirpiklerinin yanlış zamanlardaki yanlış hareketleriydi. Gözlerindeki gereksiz parıltı, ellerindeki gerginlik, avuç içlerinin kokusu ve eteğinin altından gelen sıcak esinti... Benim için her şey olmuş bu şeylere o kibirli misafirin alaycı, yarım sırıtık tepkisiydi, günümü, günlerimi zehir eden.

  O anlarından birindeydim işte. Kutsal dağların tepesinden bakar gibi lalelerin arasından çaresizce bakmaktaydım Tanrılara. Ve güneşimizi bir şey soldurmaya başlamıştı. Güneşimiz kapandı. Tanrıça düşüyordu!

BÖLÜM 8: Bir Çelişkinin Başlangıcı ve Oraların Uzun Betimlemesi

  Ayaklarım yanıyor, ayaklarım sıcak... Gökyüzü bir canlıydı ve polenler uçuşmaktaydı. Bütün bir hafta boyuna, tek bir dakika bile dinlenmeden çalışmıştım. Güzel bir pazar günü bedenimdeki canı kaybetmeden dinlenmeye karar verdim.

   Efendim dışarı çıkmıştı.Şehrin önde gelen beyleriyle her güzel tatil günü olduğu gibi buluşması, ata binmesi ve para hakkında her buluşmada konuşulan şeylerin aynısını konuşması gerekiyordu. Nedense o her  gittiğinde mutsuz olurdum. Fakat bu sefer ki beni pek rahatsız etmemişti.

    En temiz kıyafetlerimi giyinmiştim, yani kaldığım o küçücük, rutubetli çatı odasında ne kadar temiz kaldıysa o kadar. Hizmetkarlar için ayrı merdiven yapılmış kocaman evde, basamaklardan insanlara çarpmadan  inmek pek kolay olmuyordu. Bense bir telaşlıydım. Ne yakalamak istediğimi bilmiyordum o günden. Sadece acelem vardı. O yüzden birkaç kişiyi devirdim. Mutfağın önünden hızla geçtim, tabi ki herkese günaydın dedim.

    Mutfak, merdivenlerden indiğinizde koridorun hemen başında bulunuyordu. Koridor duvarları karanlık ve garip desenli bir duvar kağıdıyla kaplandığından hemen sonundaki evin ana kapısı cennet girişi gibi aydın kalıyordu. Koridorda ilerlediğinizde efendimin kütüphanesi, hanımefendinin cemiyetten arkadaşlarını ağırladığı odası, ardından çiçekliği ve en sonunda da kocaman bir giriş sizi karşılıyordu.

   Evin kapısından girdiğinizde hemen solunuzda büyük salon bulunuyordu. Efendim davetlerini bu salonda veriyordu. Sağ tarafta ise yemek odası vardı. İçinde gereksiz uzun bir masa, elmaları yüzünüze fırlayacakmış gibi duran tablolar ve hanımefendinin gelen misafirlere gösteriş yapmak için etrafa saçtığı antikalar bulunuyordu. O upuzun masada hanımefendi ve efendim sabah kahvaltılarını ve akşam yemeklerini beraber yiyorlar, efendim tüm yemek boyunca heyecanla konuşuyor ve eşini güldüyordu. Fakat son zamanlarda hanımefendi pek dalgın olduğundan kocasını dinlemiyor, sadece yapmacık bir şekilde gülüyordu. Tabi ki bu sıkılmışlık efendim tarafından kesinlikle fark edilmiyordu. Yazık ki adamcağız karısının mutlu olduğuna inanarak tüm gününü en ince ayrıntısına kadar anlatmaya devam ediyordu.

  Ne demiştim mutfağın merdivenlerinden hızlıca geçtim ve herkese selam verdim. Ben nedensiz heyecanımla hızla evden çıkmaya çalışıken hanımefendinin tedirgin biçimde kapıya doğru ilerlediğini, bu sırada küpesini takmaya çalıştığını gördüm. Yavaşladım ve onun çıkmasını bekledim. Etraf karmaşa kokuyordu. Alınmış tüm parfümlerin karmaşası, biraz da tedirginlikten arta kalan ter. Tedirginlikten arta kalan ter ne diye sormayın, çok iyi koku alırım ve onların hangi duyguyu taşıdığını da tahmin edebilirim. Ya da uyduruyorum, kuruntu da olabilir ama hanımefendi için yaptığım bu tahminin doğru olduğu aşikar.

   Ana kapıdan çıkınca sizi sağda ve solda olmak üzere iki merdiven karşılıyordu. Evin bodrumu dolayısıyla ana kapı biraz yüksekteydi. Merdivenlerden inince hemen karşınızda bir göbek, göbeğin ortasında bir süs havuzu ve etrafında yeni ektiğim laleler bulunuyordu. Göbeğin etrafından dairesel iki yol geçiyor, bu iki yol birleşip bahçe kapısına doğru uzanıyordu.Bahçe kapısına doğru yürüdüğünüzde sağ tarafınızda bir çardak kalıyordu. Sol tarafta yine banklar vardı. Tabi ki iki taraf da ağaçlarla kaplıydı.

  Bahçe kapısından baktığınızda evin ön yüzünü görüyordunuz. Evin arka bahçesine ise evin girişindeki merdivenlerden soldakinin hemen bitişiğindeki bir diğer merdivenlerden inerek giderdiniz. Merdivenlerden indiğinizde bir salıncak ve karşısında güzel bir çeşme bulurdunuz. Tabi ben arka bahçeye inen merdivenlerin biraz ilerisindeki alelade oluşmuş, çitlerin kırık aralığından ormana uzanan yolda yürümeyi tercih ettim. O yolu pek severdim.

   Yürüdüğüm yol boyum genişliğindeydi. Sakinlerinin çoktan terk ettiği birçok evin arka cepesini gören, her yanı ağaçlarla kaplı bir yoldu. Efendimin ailesi kasabanın eskilerinden olduğu için baba yadigarı bu ev kasabanın eski yerleşim yerlerinden sayılan bir bölgede kalıyordu. Belki de eskiyi çağrıştırdığı için seviyordum orada yürümeyi.

   Çimenler çiçeklerden ayrı kokuyordu ki biçsek orası kokudan bir cennet olurdu. Ağaçların üzerindeki pembe çiçekler, beyaz olanların kendilerine tepeden bakmasına aldırış etmiyordu. Sol yanım hep mordan bir demet, sanki güzel bir meyveydi. Elime alıp yiyecek gibi oluyordum. Sık sık kafamı kaldırıp etrafımdaki düzenin sarhoşluğuyla gökyüzüne bakıyordum. Hava pek güzeldi. Bana çocukluğumdaki köy şenliklerini hatırlatıyordu.
   Ne güzeldi o dansları şenliklerin. Kızlar uzun, üstü çiçeklerle süslenmiş eteklerini havada vura vura dans eder, kol kola girerlerdi. Başlarında kırmızı küçük bir örtü ve bellerinde beyazdan bir bez olurdu. Erkekleri hatırlamıyorum, küçüktüm. Şenliklerde ablalarım da dans ettiğinden aklımda daha çok kızların halleri kalmış.

  Nedense doğanın güzelliğine bu kadar yakın olduğumda soyunup seke seke dolaşmak isterim. Tabi ki hiç doğal olmayacak bu tepkinin karşılığını bildiğimden üzülürek imkansızlığına küfür ederim. Benim sekerken ve göğe ulaşmaya çalışırken, beni izleyip sevinecek, şaşkınlıkla el sallayacak bir çevrem olmadı. Bu yüzden şu kelime oyuncusu, küçük kadıncağız bana pek acır. Böyle güzel anlar çoğunlukla onundur, çünkü o benim gibi anlar yaratmaya utanmaz, her neyse.

     Evin çitlerinden biraz uzakta, yolun sol tarafında bir havuz vardı. Fakat içi kuru otlar ve çürümüş yapraklar doluydu. Hemen yolun karşısında, havuzun hizasında yıkıldı yıkılacak bir ev vardı. Sahiplerini efendim bile tanımamış olabilir. Eskiliğine rağmen güzelliğini kaybetmemiş bu evin etrafını uzamış otlar kaplamıştı. Otların arasında demirleri paslanmış bir mangal, onun biraz sağındada bir erik ağacı öylece büyüyordu. Evi geçince yolun solundan yolu yarıp sağına doğru uzanan bir kanal vardı. Yolun sol tarafı yola göre daha yüksekteydi ve yağmur yağdığında su kanalda  hızla akıyordu . Tahminimce kanal bu yüzden açılmıştı. Suyun hızını arttırmak ve sağ aşağıda kalan ağaçları etkin bir şekilde sulamak için ki orada incirlik vardı.Yürümeye devam ettiğinizde evler seyrekleşiyordu. Kendinizi ağaçların heybetli gölgelerine bırakıyordunuz.

   Tüm evler arkamda kalmıştı ve çiçeklerin yerini kendini delicesine etrafa atan ağaçlar almıştı. Bazıları zarif genç kızların belleri gibi kıvrılmıştı, bazıları ise güçlü, kuvvetli babaların kaslı kolları çocuklarına kale gibi gözüken. Her şekliyle, ağaçları sarılırcasına severim. Tabi o an aklımda sevdiğim erkeğe sarılamamamın ezikliği..

   Hava yine sıcaktı ama bulutlanmıştı. Esmekteydi güzelden. Kalbim yeniden acımaya başlamıştı. Efendime olan aşkım beni yeniden coşturmuştu. Ne ağlatıyordu ne de delicesine güldürüyordu. Bir garip, salak sevinç ama uyuşmuş, biraz da gözü ıslak. Anlayamam hala, neydi beni o yolda depresif hallere sürükleyen ot? Bir garip bitkidir sanıyorum da başkaları doğaya olan kutsal sevgimin bir yansıması olarak görür bu yükselmelerimi.

  Yürürken üstüme ani bir ağırlık çöktü. Bir şeye bağımlı olursunuz etkisi geçer de yokluğunu hissedip yorgunluğa sarılırsınız ya, onun gibiydi. Aşkımı bile unutturup midemi sıkıştırdı bir çatırdı. Ağaçların arasında birileri vardı. Büyük bir merakla ama gitmemem gerektiğini bile bile yürüdüm aradaki mesafeyi. Ayaklarıma susun dedim, yavaşça bastım adımlarımı.  Solda olduklarını anladığımdan, bende soldaki ağaçların arasına girdim. Bir süre yola dik bir açıyla yürüdükten sonra kendimi yola paralel şekilde hizalayıp ağaçların arasında saklananın kim olduğuna ve ne yaptığına gizliden bakmaya çalıştım. Yaklaştıkça iki kişi olduklarına emin oldum. Sonrasında iki sevgilinin oynaştığını anladım. Fakat kim olduklarını merak ediyordum. Kasabada herkes birbirini tanırdı ve ben bu arzu oyununu kimin oynadığını merak etmeye başlamıştım. Yaklaştıkça iniltiler bana tanıdık sesleri çağrıştırdı, hareketlilik arttı. Biraz ilerlediğimde bedenleri, daha fazla ilerdiğimde ise yüzleri gördüm.

   Ağaçların ve uzamış otların arasındaki karmaşa artık benimle bakışıyordu. Kendime soruyordum ağabeyim gibi: ''Bir erkek bir kadının üstünde, böylece garip hareketler sergilerken altındaki kadını öldürmeye mi çalışır?''. Öyle olmasını ümit ediyordum. Öldürmeye çalışıyor olmalı.  Çünkü kendini arzularının telaşında kaybetmiş bu adam efendimin o geçen gelen kibirli, sarı saçlı ve kendini bilmez aşağılık misafiriydi. Hareketleri vahşi bir hayvan gibiydi. Gözlerinin beyazı ortada, ağzı açıktı. Altında bir kadın sanki parçalanıyor ve parçanırcasına bağırıyordu. En sonunda yavaşladılar. O pislik herif yorgun, terli bir şekilde kendini otların arasına attı. İşini hakkıyla bitirmişti.Ve  kadın kalktı onun vücudundan ayrılamayarak .Kendinden yeni kurtulmuş adamın üstüne yattı. Huzurlu olduğu bir yer... Çünkü kocası ona isteği huzuru veremiyordu artık!
 
  ''Aşağılık kaltak! Aşağılıklar! Bunu efendime nasıl yaptınız?  Benim tek varlığıma? Hanımefendi siz onun tek varlığısınız?''

  Geri geri yürüdüm. Ellerimi cebime koydum. Eve doğru kendimi bıraktım. Ağaçları,gökyüzünün güzelliğini ve gördüğüm her çiçeği, sevgisizlikle, kanayan her parçamla yıkadım. Hıçkırıklarımı duyarak, hıçkırıklarla ağlayarak.... Dudaklarımı kanatırcasına ısırarak... Kalbimi çiğneyerek tükürdüm o gün. Sanki her yanım bir soğukta yanıyordu. Bir yerden bir dehşet fışkırıyordu. Kendi kanıma bulanmıştım, öyle algılıyordum. Kendimkine bu kadar sarılmadan başkalarınınkiyle dolamayacakmışım gibi hissediyordum. Dolmalıymışım gibi başkalarının kanıyla. Ve aynı şeyi sorup duruyordum kendime: ''Kanın ve dehşetin ardında hep böyle acı dolu kalpler mi olmalı, sadizmi ve vahşeti tamamen suçlayamayıp çelişkiye düşmek için?

BÖLÜM 9: TOKAT

Bana bağırıyordu, hatta üstüme yürüyordu ama ben onun gözlerine ve terli suratına odaklanmıştım. Havada savrulan saçlarına gülerek bakıyordum. Vücudum mutluluk içindeydi ve efendim köpürüyordu. Keskin bakışları kanımda yayılıyordu. Yüzümdeki toprak, ağaç kesilmişti. Yükselen gerilim umrumda değildi, ben gerilimde coşuyordum. İlk defa bana bu kadar fazla kelimeyle hitap ediyordu. Kafama milyonlarca mavi ve mor doluyordu. Kapanıştaydım.Algım değişmişti. Beynimdeki fantazileri kontrol edemiyordum. Sorular yağıyor, cevap veremiyordum. Bir felaket geliyordu. ''Beni duymuyor musun be adam?!'' Asla ağzımı açamıyordum.

   ''Kaldım fantazilerde. Bu adam. Bu bağıran adam, benim üzerimde ve dudaklarımda. Teri benim terimde, kafam zevkten uçuşta. Ama artık sinirden beni öldürecek. Elinin havaya kalkışını ve hızla bana yaklaşışını düğünlerle mi karşılıyorum? Zaman çok yavaş. El artık boyutları büküyor. Binbire yayılarak yüzüme vuruyor. Efendimin tokadı artık bin. Yüzüm parçalanıyor sanki. Dengemi kaybediyorum.
   Ablalarım etrafımda dans etmeye başladı. Ayinlerle düşüyorum. Sırtım yere değdiği an annemin ellerini ağzımda hissediyorum. Sus diyor. Vücudum toprağa su gibi yayılıyor. Özenle yetiştirdiğim  gülleri vücudumla suluyorum. İşte şimdi farkına vardım. O güllere çok emek verdim.''

   Güneşli bir gündü. Kol boyundaki bir kayın fidanını arka bahçeye dikmek için hazırlanıyordum. Bunun için toprağı kazmıştım. Hanımefendi kahvesini yeni bitirmişti. Kahvaltı masası toplanıyordu. Dalgın bir hali vardı. Etrafta dolanmaya başladı. Öğleden sonra misafirleri geleceği için önceden hazırlanmıştı. Üstünde ipekten, açık somon rengi bir elbise vardı. Tam bel hizasında, elbisenin kumaşıyla yapılmış kemerinin ortasına bir broş takmıştı, güneş vurdukça parlıyordu. Elbisenin yakasına incilerden bir desen işlenmişti, göğüslerine kadar uzanıyordu. Pileli kısa kolları ve eteği, hanımefendinin her hareketinde uçuşuyordu.

  Çalışmaktan yorulmuştum. Güneş tam tepedeydi ve çok susamıştım. Biraz su içmek için eve doğru koşturdum. Her adımımda vücuduma ağrılar giriyordu. Bir haftadır neredeyse hiç uyumamıştım. Yememe de pek özen göstermiyordum. Bu yüzden pek güçsüz kalmıştım. Kilo verdiğimi hissediyordum. Koridoru nasıl geçtiğimi bilmiyorum. Sadece mutfağın serinliği... Ve herkes koşturuyordu. Aşçı çıldırmak üzere. Bir ton zengin kadın doluşacak bu eve ve hanımefendi gösteriş için en güzel, en zorlu yemekleri seçmiş, kaç gündür uğraşılıyorsa da yemeklerin taze kalması için çoğu şey sona bırakılmıştı. Bu telaşenin arasında pis bir bardağa su doldurdum. Bardak dudaklarıma değmeden çığlıklar yükselmeye başladı. Birkaç saniye içinde efendimin adımı bağırdığını fark ettim. Suyumu içemeden, ağzıma bir lokma ekmek atamadan hızla bahçeye çıktım.

  Hanımefendinin elbisesini  toprak kaplamıştı. Yüzünde bile çamur vardı. Toprağı rahat kazabilmek için su dökmüştüm, yumuşamasını sağlamak için. Ve anladığım kadarıyla hanımefendi aşığını düşünüp akılsızca gezerken görülebilir boyuttaki çukura ayağı takılarak düşmüştü. Suçlusu benmişim gibi söyleniyordu. Efendimin yüzü kıpkırmızıydı. Karısını tutuyordu yaralanmış gibi. Bense hiçbir şey demeden öylece bakıyordum. Ellerimin içi terlemişti. Efendimin bağırışları  arasında hanımefendimin elbisesi hakkında söylenmelerini de duyuyordum. Çok açtım, uykusuzdum, susuzdum. En kötü her şeydim. Hareketsiz ayakta dikiliyordum. ''Özür dile!'' diyenlere karşılık veremiyordum. Öylece duruyordum.

   Bir an her şey bulanıklaşmaya başladı. Aklım ağırlaşıyordu. Dilimin kuruluğu, bağırışlar, kafamda sıralanan fantaziler ve aşık olduğum adamın muhteşem yüzü arasında  uzaklardan gelen, zamana yayılıp katlanan tokat  tüm benliğimi kaybetmeme neden oldu. Koca bir darbe büyüdü. Bayılmıştım.Çeşitli halüsinasyonlar gördüğümü sanıyorum. Garipti. Ablalarımı ve annemi bile görmüştüm.Sonra uzun bir boşluk.
  Bir sonraki akşam rahatsız yatağımda uyandım. Vücudumda ıslak bezler vardı. Ateşlenmiş olmalıydım ama neden bilinmez. Bir süre duvara baktım. Kalkacak gücü hissetmiyordum. Aniden merdivenlerden birilerinin çıktığını duydum. Gözlerimi hemen kapatıp uyuyor numarası yapmaya başladım. Çünkü yaşanan olayları insanlardan dinleyecek, yargılanacak durumda değildim. Tokadı hak ettiğimi söyleceklerdi ki ben de çoktan bunu kabullenmiştim.

    Rutubetli odamın kapısı açıldı. Ayak seslerinden anlaşılan iki kişiydiler. Sesleri dinlemeye çalıştım. Üstümdeki ıslak bezler kalktı. Vücuduma bir el dokundu. Sağ baş ucumdaki sandalyenin üstüne birkaç cam sesi koyuldu ve tok bir ses:'' Her sabah bunları içerse düzelir. Ama bir süre dikkat etmesi gerekiyor. Bugün olmazsa yarın sabah uyanır. Ateşi de yok artık'',dedi.
   Derin bir nefes alış... Efendimin  iç çekişi... Kalbim hızla atmaya başladı. Kendimi kontrol etmeye çalışıyordum. Sakin uykusundaki benin kalbindeki bu coşmayı belli edemezdim. Bir süre sadece kalbime odaklandım. Efendimin ''Peki.'' diyişiyle kalbimdeki coşkunluk yerini ezilmeye, kanamaya bıraktı. Ve o iki kişi odamdan çıktı. Ayak sesleri merdivenlerde duyuldu. Tekrardan sessizleşti her şey. Gözlerimi açtım. Duvara bakmaya kaldığım yerden devam ettim. Ağlamaktan gözlerim buğulanmaya başlayıp duvarın ayrıntılarını görmeyi bıraktığımda tekrardan yumdun gözlerimi. Uykuma geri döndüm.

   Güneş doğmadan uyandım. Topraklanmış kıyafetlerimi giyindim. Güzel üniformamı. Sonra yavaşça merdivenlerden aşağı indim. Kimse uyanmamıştı. Kilerden malzemelerimi aldım ve bahçeye döndüm. Hava serindi. Sabah serinliği... Çalışmaya başladım. Bir süre sonra ev uyanmaya başladı. Hava ısındı. Bahçeye kahvaltı sofrası kuruldu. Ben çalışmaya devam ettim. Hanımefendinin kokusu duyuldu. Kafamı kaldırdım. Masada oturuyordu. Saklandığım çiçeklerin arasından yavaşça süzüldüm. Ayağa kalktım. Üstümü silkeledim. Yavaşça hanımefendinin yanına gittim. Yüzümü yerden kaldırmadan '' Efendim, geçen günki kabahatim için çok mahçubum. Özür dilerim.'', dedim. Hanımefendinin kokusu değişti. Teni hesaplaşmış olmanın mutluluğu kokuyordu artık. ''Yaptığının cezasını beni tatmin edecek şekilde ödedin.'', diyordu içinden muhtemel. Kibirli bir ses tonuyla ''İşinin başına dönebilirsin.'',dedi.

  Kısa diyaloğumuz boyunca hanımefendinin yüzüne bakmadım. Dediği gibi işimin başına döndüm. Ve yine çalışmaya devam ettim.

 BÖLÜM 10:  Oğlan

İyileştim. Dediğim gibi daha çok çalışıyorum. Üstüme garip bir sakinlik çöktü, eski halimin o donukluğundan daha donuk. Artık pek bir şey hissetmiyorum. Günde dokuz bardak kahveden fazla içen bir bağımlının,  bardağa dökülen kahveyi kayıtsızca izlediği o hali gibi tüm zamanlarım. Huzurlu, dertsiz, amaç odaklı ama soğuk. Sıcak hiçbir şey yok! Ya da kaynayan... Hızla akan gençliğin kanı çekilmiş sanki. Aşk yanılgısı ve onun mutluluğu zaten yok.

     Yeniden hissetmem lazım yaşamayı bir şekilde. Ne heyecanlandırabilir ki sevgiden kilitlenmiş bedenimi? Geçmişi anlatıyordum, doğru! Ne canlandırabilirdi ki durgunlaşmış beynimi?

    Yine bir cumartesi tüm her şeyi, depo taşınması ve bahçivanlık dışında yapılacak bütün ayak işlerini yaptıktan sonra evden çıktım. Yukarıda bir köy vardı. Uzun denebilecek bir yokuş yukarı yürüyüşten sonra varıyordunuz bu güzel köye. Sakindir, temizdir bu köy. Çünkü insanları değer verir köklerinden kalan her toprağa. Cahil denemezler, saygılılar ama pek de haberleri yoktur ilimden, politikadan ve paradan. Karın tokluğuna gururlarıyla çalışır o insanlar, bulaşmadan başka köylere. İşte bu güzel sebeplerle karar verdim yukarı köye gitmeye. Orada bir kalp bulurum ama hissedemem, eskilerden. Hiç sahip olmadığım ailelerden... Bir saz tınısı gelir ki bu yahudiler başka çalar sazı. Geceden sesleri gelir surlarının. Diyemezsin kıyametini bu küçük insaların.
  Bir ay gitme köye, özlersin ama onlardan da değilsin. Evlerdesin, cemaatten değilsin. Otursan aynı taburede sen de gelmişsin Endülüs'ten ama sen kavulmuş değilsin. Bugün gitsem işi bırakmaktan delirmeye ramaktadır herkes. Bu insanların aklındadır yevm es Sebt'te çalışmak. Neylesinler dağlara seslenen adam etme demiştir, çalışma.

    Hava bir sıcaktı ki güneş kafamda pişiyordu sanki. Ama koymuştum kafama bir kere gidicektim, hem zaten ben ne koşulda olursa olsun yürümeyi severdim. Aslında yürümeye bağımlıydım, hala da öyleyim fakat şimdi adını koyuyorum. Ellerimin teri ayaklarıma damlıyor. Sararmış atletim sırılsıklam. Bir mezarlık aştım, epey zenginceydi. Mezarın da zengini oluyor, alelade gömülmekten iyi gibi gözüküyorduysa demek ki. Mezar demişken bir gün bir cenaze evinde şöyle bir sohbete şahit olmuştum.

    Yaşlıca, boyu kamburluktan kısalmış bir adam üç kişiyi etrafına toplamış konuşuyordu. Mezar taşlarını anlatıyordu. Bir tanesi döndü ve adama ölen kardeşinin mezar taşını beğenmediğini söyledi, yaşlı adamın ölen kardeşinin. Bu arada cenazede misafirdi bu adamlar, muhabbeti de ona göre seçmişlerdi işte. Her neyse yaşlı adam döndü ve ötekilere dedi ki kurumluca:'' Beğenmeyin kardeş, o zamanlar bu tutuluyordu'' Bir gülmedir beni tuttu bu laftan sonra. Mezar taşının güzeli ve tutanı vardı. Bu insanlar birbirini  cenaze boyunca mezar taşlarından vurdular, ben de izledim.

  Yavaş yavaş evler gözükmeye başladı.Yaklaştıkça kapılardaki mezuzalar... Bu insanlar şu mezuza dediğim şeye eve girmeden ellerini vurur,  sonra parmaklarını öperlerdi. Birkaç kere misafir olduğumda evlerine, ben de dokundum ama öpmedim, garip olur diye düşündüm ki dokunmam bile garip oldu. Doğmadığım şey olamazdım sonuçta.

  Evlerin arasında dolaşmaya başladım. O kadar bakımlıydı ki köy, diğerlerine göre bir cenneti. Yerlerine taşlar döşenmişti. Sokaklar sıkışıktı, evler birbirine yakındı ama yakınlık insana huzur veriyor, sıcağı da bastırıyordu. Öylece sokaklarda dolaşıyordum işte. Evlere vücudumu sürtüyordum göstermeden kimselere, belki sevgisi bana bulaşır diye. Yavaşça gözlerimi kapatmaya başladım. Evleri sanki koynumda taşıyordum, ağırlaştım ve bir duygu sardı uzun zamandan sonra içimi. Uyuşmuş gibiydim. Ellerim bir boşlukta, beynim başladı ısınmaya. Vücut yorgun... Ayaklarım düz basmıyor, dengem garip. Surlar çalınmıyor ama ben içimde duyuyorum onları, kulaklarımı yırtarcasına. Karanlık yüreğime basıyor ama inançları bu insanların beni kabullenmemeye itiyor. Ve diyorum sen hem baba hem kardeş dediği gibi bir yahudi şarkısının. ''Neden başkasına meyillendin?''

  Gözlerim doluyor ama kapalı. Umrumda değil kim görse. ''Hem baba hem kardeş...'' İkisi de yoktu bende. Varsa da ya ölü, ya ölüsü bile para etmez. Eksik sevgilerimi boşluklarıma dolduruyordum yürürken.

   Bir kız koşsa dedim uzun saçlı dans eden. Yine de ben duymazdım. Ayaklarım hala tersine basıyor. Vücudum duvardan duvara vuruldu, çaldım her evden huzurunu. Herkes duada. Kimse doldurmuyor sokakları diyorum ve devam ediyorum sallanmaya evlerden çöl olmuş bir yerde mecnun gibi.
 
   Yalpalarken böyle, vücudumu sertçe vurdum bir vücuda. Kararsızlığından uyanmanın irkildim. Ve karşımda bir erkek ki gözleri kocaman, saçları siyah uzun ve teni beyazdı. Gülümsedi sanki şefkatle ama çekmeden gözlerini. Neden sen duada değilsin? Sen neye isyan ettin? Neden sokaktasın? Sordum sanki hepsini beyaz tenindeki küçük dudaklarına cevap versin diye. Ve kanım heyecanlandı tekrardan. Neden o kadınla aynı? Bir garip heyecana düştük biz yine. Abartmadan yaşadım, öylece oğlan beni tutmuş ıslak gözlerim onda ve o şefkatle gülümsemekten vazgeçmeden  birkaç dakika geçirdik sokakta. Şefkatini yordum bu köyün insanın sıcaklığına. Dedim beni deli sandı ya da hasta. Akılsızlıkla sordum, ''Bu köyden misin? Kusuruma bakma!''. Gülümsedi, ''Bu köydenim.''. Gitti öylece daracık sokakta beni aşıp.

   Kalbimde bir rüzgar sesi ki çocukları korkutur.  Etrafımda kızlar daire çizer, dans eder etekleri kırmızı ve şangırdar zilleri. Gördüm uzakta baharın tanrılarını göğüsleri açık ve güneş batıyor! Güneş gitmese...Ve ellerim titrerken nasıl geçerim bu sokaklardan diye sordum ölmüş kervanlara. Yalpalayan beden değil, içimdeki ruhtu.

  Batan güneşe koşuyordum. Yokuşa gelene kadar tuttum selleri ve boşandı gözyaşları yokuşta bir şelale. Ve bir şarkı yükseldi arkamdan. ''Şu yahudi oğlanına bir bakın! Yahudi oğlanıdır elbet öyle bakan!''

BÖLÜM 11: Tuna'dan Akınlar

Tabi ki bundan sonra vakitlerime köy yolculuklarını fazlaca doldurdum. O genç yahudi oğlanını gördüğümden beri açıkça bir neşeyle sarılmamıştım fakat o hissiz, donuk hallerimi bir kenara kaldırmıştım. Sabahları tekrardan herkese günaydın diyebilecek duruma geldim. Hatta hanımefendinin suratına sürekli gülümseyebiliyordum. Dahası anlamlı bir gülümseyişti bu. Kendisinde korkunun yanında, yakalanmışlık ve merak hissi uyadırdığımdan bana eskisi gibi korkunç ve adice davranamıyordu, aksine çekindiğini içten içe anladığımdan gülümsemelerimi daha yayvan, daha kaygısız bir tavra büründürdüm.

   Her zaman olduğu gibi çok çalışarak pazar günlerini tamamen boşaltıyordum. Efendim, bu çok çalışma ve emeğim karşısında mahçup bir halde beni izliyordu. Asla saygısızlık etmedim, yüzüne bakmaktan ve sevmekten de vazgeçmedim ama affetmeyeceğimi de çok iyi biliyordum. Belki de bu yüzden sık sık köy yollarını aşındırmak istedim. Çünkü içimdeki o kırgınlık ve ''affetmeyeceğim''ler öyle bir boyuta ulaşmıştı ki beni boğuyordu. Tam da böyle boğulduğum bir sıra eve yeni gelmiş, ayak işlerine koşturan yaşlıca bir kadın ki iyi bir yüreği olduğuna inandığım ve hiç ninem olmadığı için onu ''nineciğim'' diye çağırıyordum, beni bu durumdan kurtarmak için şehrin bilmediğim yerlerine, tren raylarının titrediği en köşelere kadar götürüp gezdirmişti ki kendisi hakkında ileride daha çok bilgi vereceğim.

   Dediğim gibi pazar günlerini tamamen yokuşun tepesindeki, bana ev sıcaklığını hissettiren köye ayırıyordum. Ya da tamamen o genç gözleri tekrardan yakalamak istiyordum baygınca. Bunu her hafta tekrarlamama rağmen bir türlü görememiştim onu. Bütün sokakları tek tek dolaşıyordum. Pencerelerden içeri bakıyordum. Artık insanlar beni görmeye alışmışlardı, selam veriyorlardı. Ama tabi ki de hala onlardan değildim. Belki bir şey aradığımın farkındalardı, belki de ne aradığımı biliyorlardı. Sessizlerdi. Bir erkeğin diğerinde erimesinin günahını biliyorlar, bunu kusmayı bırakın kanatıyorlardı. Bu yüzden yüzüme bakıp susuyorlardı. Bilmiyorlardı. Ama bilir gibi susuyorlardı.

 Yevmiyeler dağıtıldıktan sonra çarşıya çıkmıştım. Kendime çok pahalı olmayacak şekilde dökülmeyen bir pantalon ve gömlek diktirmiştim. Onları giyinip yokuşu tırmandığım bir pazardı. Köyden sesler geliyordu. Sinagogun önünde kalabalık bir grup vardı. Hızla kalabalıkların içine karışmaya çalıştım. Bu benim onu görme ihtimalimi artıracaktı.

  İçeride bir çocuk belli ki ergenliğe yeni giriyor, Tevrat'tan parçalar okuyordu. Bir süre bekleyince Bar Mitsva töreninde olduğumu anladım. 13 yaşına basmış her erkek çocuk için yapılırdı bu tören. ''Artık bütün sorumluluk, tüm katı kurallar senin üzerinde.'' demekti bu. Zavallı çocuk. Dar bir açıdan kendi duygularıyla ve onlarla savaşarak bakacaktı. Bir kenara atacaktı, belki de acı içinde sessizce reddedecekti duygularını.

 Öyle kendini kaybetmişcesine dalgın ve acıyla çocuğun yüzüne bakıp kendimi ve kendi çelişkilerimi düşünüyordum ki Minyan grubunun içinden bana bakan güzel gözleri fark edemedim. Kısaca açıklamam gerekirse Minyan grubu, içinde Bar Mitsva'yı yapmış erkeklerin olduğu bir topluluktu. Törende sorumluluğunu yeni alacak çocuğun yanında dururlardı. İşte o grubun arasında haftalardır aradığım o güzel yüz bana bakıyordu. Onu fark ettikten sonra öyle bir utanmazlık ve inatla yüzüne baktım ki etrafta neler olup bittiğini anlamadım bile. İşin garip yanı o da bana öyle bakıyordu. En sonunda insanlar sinagogu boşaltmaya başladığında kalabalıkla beraber dışarıya çıkmaya itildim. Her adımımda ondan uzaklaştığımı hissederek sinagogun kapısını daha uzak görmeyi öğütledim kendime. Kapıyı kutsadım, ayrıntılarını ezbereyerek ve içimden hep ''hayır'' diyerek. En sonunda terlemiş ensem havayla kavuşup soğuduğunda arkama döndüm. Ve tüm sinir bağlarım koptu. Arkamda dimdik ve sert bakışlarla bana bakıyordu. Sanki Tuna başımdan akıyordu. Akınlar doluyordu yüreğime. Göçenler dilime batırıyordu kuru ekmeklerini. Cesaretten kovuluyordum. Cesarete öteki oluyordum.
   İki adım geri gittim.  Ona yalvarırcasına bakıyordum. Sayıklıyordum içimden. Onun Tuna boyunca göçüp gelen yorgun Tanrısına sesleniyordum.

''Vazgeçemem. Bu sefer değil. Sen ışık aşkıyla dolu aç yollardan geldin. Göç yollarında yitirdiklerini benden,beni yargılıyarak alma''.

BÖLÜM 12: BİRLEŞME

 Bakışları öyleydi ki, gözlerinin kahvelikleri arasında çatlayan siyahlık kanımda büyüyor gibi hissediyordum. Benim kanım mı diye sordum geçen saniyelerde. Cevabı öyle gizli, öyle de açıktı ki uzaklaşmak istedim ama kapıldığım girdaptan çıkamıyordum.

   Benim geri adımımda bana adım atan bu genç oğlan, sonunu biliyor mu? Benim sonumu. Bilmiyordu. Bilse gülümsemeye başlamazdı o kızgınlıkların arasından, olmayan kızgınlıklarının. Belki bu, normal aşıkların oyunları ama ben normal bir aşık değilim.

  Çığlık atıyordum aslında. ''Ben normal düşünemiyorum.'' Ve sonra çığlıklarımla çelişiyordum. ''Hayır, normal düşünüyorsun. Anormal olamazsın tüm dünya seninle aynı düşünmüyor diye.''

  O gülümsediğinde ben de gülümsedim, dostçaymış taklidi yaparak. Elini sertçe omzuma koydu ve ilk defa duyduğum sesiyle:''Ne hoş bizden olmayanın bizi hayranca izlemesi. Törenimize katılmanız ne hoş kardeşim. Sanıyorum yolun aşağısında yaşıyorsunuz. Yorulmuşsunuzdur çıkması zor yokuştan. Gelin size bir tas suyumuzu ve ekmeğimizi verelim.'' Bu sözlerdeki aşırılığı, bilmem belki övüncü tam olarak beynimde tanımlayamadan, daha doğrusu  saniyeler içinde yaşananların şaşkınlığını atlatamadan bilinçsizce kafa salladım ve sözde dostça olduğunu düşündüğüm teklifini kabul ettim. Ve yavaşça yürümeye başladık.

   O kadar büyük bir tuhaflık içindeydim ki  konuşacak bir konu bulamıyordum. Bir şey konuşmasını bekliyordum, o sanki sıkışmışlığımın yüzümdeki yangınından zevk alıyormuşcasına bizi korkunç bir sessizliğin içine hızla sürüklüyordu. Aklımı kaybetmemek için ışığı sönen güneşe odaklanmaya ve doğanın varlığının yaşanan her şeyden üstün ve heyecanlanası olduğuna kendimi inandırmaya çalıştım. Bunu öyle büyük bir çabayla  yapmıştım ki ne çöken karanlığı ne de uzun yolculuğumuzu fark edebilmiştim.

   En sonunda benim başka bir evrene sürüklediğimi anladı ki bu güzel, keskin bakışlı oğlan öksürerek daha yürüyebileceğim bir yer olmadığını bana belirtmiş oldu ve böylece derinlerine indiğim bir kuyudan ışığa, hayatın gerçekliğine çıktım.  Etrafıma baktım. Köyün en tepesinde yapayalnız, küçücük, çatısı dökülmüş bir evin yanında ve ev kadar yalnız bir ağacın altında öylece karşılıklı duruyorduk. Artık neler olacağını kavramıştım, bir cesaretle gözlerine baktım. Bu sefer bakışları sert değildi, aksine öyle şefkat dolu, öyle duygu yüklü bir karmaşanın izleri vardı ki gözlerinde dayanamayıp kendimi öne attım, ona daha çok yaklaştım.

 Ve o an indi tüm duygular başımıza. Elimi tuttu yavaşça ve araladı evinin kapısını. Daldık özenle yakılmış bir mumun, sıcak bir yatağın ve bir odaya sığdırılmış yaşanmışlıkların, eksikliklerin ve saklanmışlıkların arasına. Değişmeye mi, şiddetime mi, belki de yazgıma bilmiyorum; bir hırsla isyan ettim ben o gece. Dudaklarıma akışında sevilmeyi öğrenmeye çalışmam, dokunuşlarında kaybedilmiş , adeta sonsuza kadar sorgulanmış bir kaderi görmezden gelme çabam tamamen bilmediğim bir gerçekliğe isyan etmemdendi. Biliyorum bu tezlerim belki de geçmişte kalan, saniyelerinde yaşanması gereken bir anı kirletmek olarak görülebilir. Belki bazıları için iki erkeğin paylaşabildikleri, reddedilmiş bu anlar zaten kirlenmektir. Ama şuna eminim ki belkilerime sığdırdığım bu bazıları yanılmaktalar. Kirlenmek veya kirletmek ne yaşananlarda ne de yaşananları unutup  kendine sayılmadık soru soran, her anı irdeleyen bende tanımlanabilir. Asıl kirlilik sonrasında. Asıl kirlilik aşkı  veya türevlerini paylaşan bu iki kişiyi insanlığın cehennemlerine,  yanlış eylemlerin çekiciliğine iten zamanda.

   Rüzgar esiyordu. Rüzgarla sesini kulaklarıma getiriyordu zaman. Ben mum ışığında kıvrılan bir bedeni, birleşmenin verdiği can alıcıkla bana minnet duyan gözleri izlemeye çalışırken zaman zorluyordu kulaklarımı. Zaman bağırıyordu, zaman şarkı söylüyordu cadıları etrafında, evrenin yanışları arasında dönerken. Töreni büyüyordu eskimenin, dualar okunuyordu:

''Büyüdü, büyüdü gözleri genç oğlanın
 Girerken çukurları dolmuş erkekliğin tümseği çukuruna.
 Karıştı günahlar, korkular, ter ve aşk karıştı!
 Bilemezdi bu iki beden, ötekileşmek ayıramazdı onları
 Ah insan oğlunun zaafları ve zaaflara büyütülmüş nefretler
 Ve o nefretlerin yarattığı, ademoğlundan büyük  şiddetler olmazsa.''

 BÖLÜM 13:  AŞK HAKKINDA BİR KISA ÖĞÜT

Ayaklarımda kanatlar vardı sanki. Güneş yüzüme vururken ben güneşi aydınlatıyordum. Ne uyanık geçen bir gecenin yorgunluğu ne de bir önceki gün yaşadığım, vücuduma iğnelerini batıran heyecandan iz kalmıştı. Aşk yanıyordu vücudumda. ''Aşık oldum.'', diyordum. Etrafımı sarmış gibiydi vurmalılarıyla tüm eski zamanların kadınları. Bir alay, bir tören kafamda yer buluyor ve bedenime yayılıyordu. Yokuştan inmiyor, uçuyordum adeta.
''Bak bu kendimi kaptırmaya değer. Bak bu en doğrusu. Bak onun da rızası var. Bak Theo, bu aşktır, aşk!''
    Nasıl zaman aktı o yolda? Hatırladıkça bedenim tekrar sarsılır doğruluğun, yani o anın doğru olduğunun inancıyla. Keşke böyle zamanlar bir ömür boyu sürebilse diye iç çekerim çoğu kez. Ben mi bitirdim? Pişmanlıkta mıyım? Hayır! Ben bitirmedim.

   Malikanenin kapısından içeri mutlulukla girdim. Efendimin arabası hazırlatılmıştı, atları neşeyle şarkı söylüyordu sanki. Efendim yanımdan geçti, başımı eğmeyi ve hatta varlığını unuttum. Merdivenlerden hızla ve gülümseyerek çıkarken efendimin şaşkınlıkla bana baktığını fark edebildim sadece. Ne bu bahçede yediğim tokat, ne uğradığım haksızlıklar önemliydi artık. Sadece o yokuşu, cennetimin sarmaşıklarını tekrardan görmeyi hak etmek istiyordum. Yorulmam ve donatırım sevdiğim adamı en güzel,en nazik her şeyle. Her şeyimle, elde edebildiğim her şeyle sararım onu.

  Bu arada o pis çiyan evdeydi. Hanımefendinin metresi. Herkes biliyordu artık. Tüm ev aslında. Hizmetçiler, aşçı... Herkes. Ama bir anlamı yoktu. Bu ahlaksız kadının inlemelerini duymazdan gelmekten başka çare yoktu ve kimsenin duyası gelmiyor, bu konu konuşulmak istenmiyordu. Çünkü efendinin kulağına gitmesi karısının sonu değil, karısına iftira attığını düşündüğü kişinin sonuydu. Hastalıklı bir inançtı karısına sunduğu. ''Aşk değil, aşkı ben hissediyorum. Kim güvenebilir bir insana sonsuz!'' , ki ben sevdiğim adama sonsuz güveniyordum.

  Hanımefendi bunun farkındaydı, yani kocasının kendisine şartsız, şüphesiz taptığının. Belki gülüyordu arkasından. Belki hiç düşünmüyordu üstüne. Kesin olan şuydu ki, asla aynaya, kendi bedenine baktığında pişmanlık duymuyordu. Çünkü tapınılası bu tanrı, efendimin tanrısı, her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip. O her şeyi hak eden. Kibirle sarılmış bedeni, erkeklerin arzuladığı kulaklara fısıldanmış ucuz sözleriyle evde bir tanrı. Hizmetkarlar, küçük insanlar ki efendilerine taparlar. Efendilerinin taptığına isyan etmek, koca bir imkansızlık. Ayıplamaksa ölümdür.
 
    Hızla mutfağa girdim. Sarıldım yaşlı kadına şefkatle. ''Tombul bal kabağı, tatlı nine nasılsın bakalım?'' Gerçek ninem değil söylemiştim, o da evin hizmetçisi. Bilgedir. Bilgedir beyazlamış saçlarının gördüğü su kadar. Ve o bilgelikle baktı bana o yaşlı kadın. İfadesi değişti, endişelendi. Benim mutluluklarımın kaynağının günahlar olduğunu anlamıştı belki. Belki diyemem, biliyordu. Efendime beslediğim aşkı geldiği ilk gün, ilk karşılaşmamızda okumuştu gözümden.

    Bir anne endişesiyle:''Nerelerdeydin Theo, oğlum? Kim seni bu kadar mutlu eden? '', dedi. Biliyordum, anlamış olduğunu varsaysam, sonsuz güvensem de söyleyemezdim ona gerçeği. Toplum bedenime öyle derinden kazımıştı ki kendim olmanın utancını ona sadece : ''Ah, nineciğim. Aşık oldum. Bir yahudi kızı. Bakışları güzel, keskin! Bir yahudi kızı. Kızı. Kız, kadın yani.'', dedim. Bu sözlerim şüphesini büyüttü. Artan endişesiyle baktı yüzüme. Ocağın yanında, ayakları birbirine yaklaşmış tahta bir sandalyeye oturmuştu. Bitişiğindeki ocak taşına oturmam için işaret yaptı. Yalan söylediğimi anladığını biliyordum. Yalan söylemek zorunda olduğumun farkında olduğunu da biliyordum. Yine utanarak oturdum ateşten ısınmış taşa, arkamda fokurtular. ''Buyur nineciğim!''

 Derin bir nefes aldı ve okumaya başladı bir şiir:
''Kelebeği, başka bir kelebekle uçuşması öldürmez,
 Öldürmez derdi eskiler.
 Onun gibi kısacık yaşayacak, akşamında ölecek olana bitecek ömrünü
 Sorgulamadan, dikkatsizce ve sarhoşlukla adamasıdır
 Erkenden bitmiş algılatan ömrünü.
 Aşk bir kelebeğin uçuşması değil, eskilerin yenisi,
 İnsanoğlu!
 Aşk, insanın kısacık zamanını birine körce, sonsuz güvenerek  harcama  sanatıdır!
 Sanattır ama günah değil, yüzyıllardır süregelen bir yanlıştır.''

  Bitince şiiri yutkundu birkez, dedi:''Yanlışa düşme oğul! Kaybetme kendini. Çalma kendinden hissettiğin rüzgarı. Biliyorum hissedeceğin belli. Ne kadar eseceği belli rüzgarının. Onu ne kadar algıladığın, yaşadığın önemli. Başkasına kaptırıp yok etme, oğul!'' Kalktı sessizce yanımdan. Öylece kalakaldım çakılmış taşa. Ama anlamadım. Taşa çakıldım ama yine aşk aktım. Anlamadım.
   
 BÖLÜM 14: ALDATILMAK

Nasıl hissettiğimi bilemezler. Kalbimdeki acının büyüklüğü yüzyıllarca sorgulanamaz. Evet, aldatılmış olmak unutulmuyor. Belki birçok kan eskiyor, vampirler bile imkansızda ölüyor ama bu korkunç iz, aşktaki korkunç leke silinmiyor. Sevgi, tutku bitiyor içinde ve sorgularla devam ediyor. Kendimde hata bulduğum geceleri atlattım. Nedenini sorgulamaya devam ediyorum. Korkunçtu. Sonu değil. Benim tepkim değil korkunç olan. Arasına sıkıştığım anlar korkunçtu.

  Heyecanla çıkıyordum yokuşu. Aşk yeni bir kapıydı. Başarmak, yaşayabilmek için onca şeyin arasında. Yemin ederim ne bir mücadelem vardı onunla ne de savaşım. Tamamen teslim olmuştum. O, iç yakan bir aşktan, haksızlığa uğramaktan bıkan bedenimin sığındığı ve kölesi olduğu bir cennetti. Beni dile getiren, bu hikayenin tanrısı veya anlatıcısı da bilir bu hissi. Belki  ikimiz de bu yüzden kaybettik.

 Akşam çöküyordu. Batan güneşin gümbürtüsü, akan kızıllar ve mavileşme öyle güzel geliyordu ki bana nefes nefese kalmış, yorgun bedenimi hissetmiyordum. Aşkın sarhoşluğu her şeyden uyuşturucudur. Köpek gibi her şeyin mükemmel olduğuna inandırır. Mükemmelliyetçi bir insan aşkını kaybettiğinde bu yüzden delirir ya da delirecek gibi olur. Elleri titrer, şehirleri terk eder. Arkasına bakmayı unutur, arkasında bıraktıklarını unutur; sevmeyi unutur, sevilmeyi unutur. Gerçek şu ki ben sevmeyi unutmadım ama sevgimin boyutu değişti. Sevgimi gösterme şeklim değişti. Sevmem değişti.

  ''Aşk aslında bir isim rüzgar gibi. Kaşık aslında çatal. Varlık bir niyet, belki birliktelik. İşte ben bu karmaşayım diyorum, birlikteliğin rüyasında. Ve sonunda hepimiz rüyasına katılacağız, hep birlikte!''

  Ona geleceğimi söylememiştim. Ona gideceğimi ben bile bilmiyordum.Onun için her şeyi deli gibi hızlı yaptım. Onsuz zamanda hızlı akıyordum. Ellerim topraktan, gübreden kokuyor diye güllere sürdüm. Güzel kokusuna gecenin karanlığında karışıp pisliğim, ona hayranlığımı gölgelemesin diye ki biliyordum gölgelenemezdi. Doğrusu seviyordum onu. Çok...

  Köyün karanlık sokaklarını geçtim. Mumları yanıyordu sıcak evlerin. Aileler vardı içinde. Benim hiç tadamadığım aile olma duygusu. Ama ailem var diyordum, ailem o. Ablalarıma benzeyen göz kıvrımları... Onun gözlerindeki çizgiler ailem. İnleyişleri evim. Söyleye söyleye bunları işte dar sokaklardan bir esinti gibi kıvrılarak, yankılanarak aşkımla süzülüyordum. ''Bak Theo, görünüyor. Evi görünüyor, evimiz görünüyor. Artık ailem, huzur uzakta sadece hissedilmiyor, ışığı yanıyor. Mumunun ışığını nefesi titretiyor. Işık titriyor, üşüyor onun güzelliğinde, benim onu ilk gördüğümde üşümem gibi.''

  Ayaklarım eve yaklaştığımda titremeye başlamıştı, çok iyi hatırlıyorum. Neden diye sorguluyordum. ''Heyecan, Theo! Heyecan! Ama saklamana gerek yok. Bu da kanıtıdır sevginin. Heyecanını görmeli ve bakmalı o keskin bakışlarıyla. Belki heyecanınla alay etmeli, anlayışla karşılamalı bu tapınışını. Hayır, Theo! Tapınmak! Tapınmak yok. Tanrı değil o, kaybolma. Ama Tanrı o, Theo. Evim diyorsun. Bedenim diyorsun. Birleştiğim diyorsun. Ailem diyorsun. Bak o Yahudi şarkısı gibi 'Sen benim kardeşim, sen benim babam.' . Seviyosun, Theodore. Heyecan. Heyecandan titriyorsun. Sen mutluluktasın.''
 Yavaşça evin kapısının önünde durdum. Yumruğumu kaldırdım. Ve bir ses, gülüşmeler. ''Onun gülüşleri, peki öteki. Şeytan basmış evimizi. Sevgilim bir cadı mı şeytanlarla gülüyor? Pencereden bak Theodore, bu başkası. Sevgilinin evinde başkaları var. Hayır, bu onun sesi. Bakma pencereden Theodore, bu onun sesi. Bak Theodore, bu onun sesi!'' Pencereye doğru sessiz iki adım attım. Yavaş hareketlerle ve nefessiz baktım içeri. Mumun kısık ışığı yüzüme doldu. İki erkek bedeninin dansı sardı beni. ''Dans mı Theodore? Sevdiğinin arkasında tepinen yaşlı hayvana bak! Dikkali incele, masanın kenarında uçuşan paraları dikkatle incele.  Keskin bakışlar atan o güzel gözlerin şimdi nasıl terler içinde eksikleştiğini izle! Bekle Theodore! Şu yaşlı pisliğin, her sabah dua eden, insanlardan saygı gören, zengin bilmem kaç çocuk babası yaratığın gitmesini bekle. Sevdiğin adamın ötekileşmeyi, gizli ve yasak olmayı seçerek kendini nasıl sattığını izle!''

 Burnuma kan kokusu sızıyordu. Kan kokusu bana sızıyordu. Dilim kuruyordu. ''Dolunay ağabeyimi değil bu sefer kimi çağırıyor?'' Domuz gibi hırlıyordum. Gözlerim belki onun kadar kırmızıydı. Çukurlarım sertleşti, yükseldim. Tepeler oldum.'' Kokular sızıyor daha fazla Theodore. Yetmedi.''

  ''Fazlasını ister zaman ve şiddet hep. Fazlası için şimdi, zaman şimdi.''

BÖLÜM 15: ONU ÖLDÜRMEK

Gece yarısına kadar aralıksız söylendim. Belki rüyalarım kıpkırmızıydı. Sayıklamalarımda dehşet, yaşanmışlıklar ve tecavüze uğramış küçük bir çocuğun duyulmamış sesi vardı. ''Ben de acı çekiyorum. Neden ben acı çekiyorum? Karşılık veremedim. İntikamım kalçalarım parçalandıktan sonra doğa tarafından alındı. Bu kadar aciz miyim ben? Neden ben ses çıkaramıyorum? Neden ben ağlayan, tokat atılan ve sayıklayan oluyorum? Neden kan kokuyor odan, Theodore? Neden kan kokluyorsun olmadık yerlerden? İstiyorsun biliyorum. Aslında sen istemiyorsun, zaman istiyor. Kader istiyor. Daha fazla uyuma Theodore! Kalk ve bir kez olsun al istediğini. Kan istiyorsun, Theodore biliyorum. Bu ilk olmayacak. Arabacıyı hatırla. Masumdu o, ne kadar kolay oldu. Bak o masum, ne hoş oldu o! Kalk, Theodore!''
    Yavaşça ayağa kalktım. Ayakkabılarımı giyindim. Saçlarımı taradım. Kokular süründüm. Odamdan çıktım. Koridor masmaviydi. Sanki dört duvar deniz ve bana yansıyordu. Yüzümde dalgalanıyordu karanlığı gecenin. Gece sessiz domuzunu çağırıyor ki gözlerim kanlı. Ağlamaktan gözlerim kanlanmıştı.

   Evin içerisinde sessizce dolanırken duvarlara sinmiş inlemeler sardı etrafımı. Hanımın inlemeleri ve öyle yaktı ki içimi; saklanmış, reddedilmiş aşkım tekrardan alevlendi. Efendimin derin nefeslerini duyuyordum. ''Belki karısı onu bu gece boğar. Ve yarın taşınır odasına aşığı. Ama beni ilgilendirmez artık. Aslında ilgilendirir, onun da yaşıyorum acısını.'' Sanki herkes aldatıyordu beni. Hanımefendi beni de aldatıyordu.  Merdivenlerden aşağı inerken ses yapıp yapmadığıma aldırmadım. Hızlıca indim. Ne istediğimi biliyordum artık. Sonucu biliyordum. Kapıya yaklaştığımda arkamda bir gölge hissettim. Durdum, arkama baktım. ''Benmişim!'' . ''Tabi kendimden bile gizlenip sessizce takip ediyorum kendimi. Ne yazık, bu kadar hiç, bu kadar çaresizim ben!''

  '' Beni yakalarlar mı bu sefer?''

   Sadece sorusunu soruyordum. Bu soruların beni durduracağı yoktu halbuki. Hissiz bir merak. Soğuk. Donuk. İnsanlığım gitmişti sanki. Peki neden nefretten doğan bu şiddet eylemini bu kadar gerçekleştirmek istiyordum. Nefreti hissetmiyordum. Yoktu, duygularım yoktu.
''O zaman nerede kızgınlığım? Hangi amaç, hangi güç itecek beni bunu yapmaya? Biliyorum, nedeni bu bitmek tükenmek bilmeyen boşluk. Yeni boşluklarım var. Yükselmek tümsek olmak istiyorum. Yeter, bıktım herkesin içine pisliğini boşalttığı bir çukur olmaktan. Bıktım mı? Bıkkın hissediyor muyum? Hayır, sadece boşluk. Sorma soru, Theodore! Yap artık! Yap sadece! Kan kokusu bu kadar niye yakın? Bu pis yahudiler kimi kesiyorlar? Artık güzel görünmüyor ışıkları. Işıkları kapalı. Işık görünmüyor!''

    Ağaçların yaprakları sallanıyor ve şarkılarını duyuyorum solmaya yüz tutmuş bu yeşilliğin. Ağaçlar konuşuyor: '' Nereden gelmiş bu domuz sürüsü?'' Arkamda bir sürüyle yürüyorum.
'' Ben onların boynuzu koyulaşmış annesiyim. Ama var yine de erkekliğim, beyazlık damlıyor keselerimden! Süt desem, süt değil! Kusmak istiyorum. Ben en öndekileriyim. Ben domuz sürüsünün başındaki, gözleri artık kırmızıdan gece mavisine çalan. Dişlerim uzuyor sanki. Yavrularım kızgın. Doyurmak gerek ne ile? İhanetle doyursam tüm dünyadaki domuzlar hatta onların geride kalan leşleri doyardı. Doyuracağım yavrularım sizi. Buradayım. Saklanmıyorum bak bir odada. Dolunay bana yaklaşıp büyümüyor. Ben büyüyorum bu gece. Geldik bakın! Sakin olun! Ben saklanmıyorum. Evlatlarım, her feryadınızı duyuyorum. Sizi birbirinizden sakınıyorum!''

  '' Artık ayak parmaklarım yok, ayakkabı yok! Bu nasıl ayak, nasıl kuyruk? Theodore, kafayı yiyorsun. ''
Hala düşünürüm. Benim için bunları yazarken kafasında ne vardı diye. Belki boğazında takılı kalmış bir ilacın kuruluğu, belki ağzında kahve kokusu... Hep sorarım kendime bana neden bu kaderi layık gördü diye. Neyi yaşamamıştı? Belki de Tanrımın yapmak istedikleriydi bunlar. Bu sorularla mı kurtuldum pişmanlıklarımdan? Hayır, sadece kendime olan sevgimden.

  Nasıl bir hissizlik havuzunun içerisindeysem fark etmemiştim yolun akışını. Etrafımda domuzlar dans ediyordu artık. Kulağımda binbir çalgı, binbir saz. Sevdiğimin evinde sönmek üzere bir mumun kısıklığı, uyanık ama yalnız. Buna emindim. Ailesi olan bir adam metresiyle bu kadar fazla kalamaz. Hele bir yasakla işi bittikten sonra vakit harcamaz. Çünkü günahı artık bir ayna olmuştur.  Yani gitmiştir pis ihtiyar.

  Bu sefer yumruğumu kaldırdım ve kapıya vurdum. Küçük bir hareket, tuhaf bir koşturma ve camdan bir bakış. ''Kim, bu saatte? Neden bu saatte?''

 Boşverdim. Yüzüme bilgece veya dalga geçen bir yarım gülüş taktım. Saniyeleri bekliyordum artık. Yavaşça kapıyı açtı. Mutlu gibi görünmeye çalışıyordu ya da mutluydu. Hiçbir şey söylemeden içeri girdim. Zaten ona o günden sonra bir şey de söylemedim. Ben en doğru kelimeleri eylemlerimle ifade ettiğimi düşünüyorum.

  Arkasını döndüğü anda onu yere ittim. O ne olduğunu anlayamadan tekmeler savurmaya başladım. Elleriyle beni durmaya çalışıyordu. Adımı birkaç kere söyledi. Fakat çok kere dayak yemişti ki sesi çok şaşırmış gelmiyordu. Belki de ilk enayi ben değildim, onu tanıdıktan sonra bu kanıya varmıştım.

  Bir süre nefes aldım, gözlerine baktım. Ve sonra benim öteki enayiler gibi olmadığımı kendime kanıtlamak için cebimdeki bıçağı çıkarıp , sanıyorum yedi kere, karnına sapladım. Kanlar içinde yerde kıvranıyordu. Oturduğum yerden yatağına sürünüşünü izledim. Korkunç olarak tanımladığı bu durumun benim için ne kadar alışıldık ne kadar hafif olduğunu düşünerek mutlu oluyordum. Sonra yavaşça ayağı kalktım. Artık durumun ciddiyetinin farkıdadır diye umut ediyordum. Onu kaldırıp yatağa yatırdım. Birkaç kere kanını tüm yüzüme yayarak belki de kafamda şölenler yaparak ona tecavüz ettim. Ona her girişimde insanlık dışı sesler çıkarıyordum ve hiçbiri bir kelime bile etmiyordu. En sonunda onu sırt üstü yatırdım. Üstüne oturup gözyaşlarına kanının karışmasını izledim. İçimden çok kez ''Seni seviyorum'', diye haykırdım. En sonunda kokumun sindiği yastığı yüzüne kapattım. Biraz debelendi, biraz ağladı ve sonrası sessizlik. Anılarımda donup kalacak bir hareketsizlik altımda yatıyordu.

  Hissizliğimin baki olduğuna inanmıştım ama yanılmışım. Üstünden kalktığımda ağlamaya başladım. Onu tüm kalbimle seviyordum ve kaybetmiştim. Acım boğazıma sarılıyordu. Göğsüm ağrıyordu. Adını bile bilmediğim, çocukluğumda rüyalarıma girip kabuslarıma dolan böcekler içimi kemiriyordu. Ağlıyordum, acıyla bağırıyordum. Yatağının kenarına öylece çöktüm. Ayaklarımı göğsüme çekip saatlerce ağladım, inledim. Saçlarımı yoldum. Sürekli ''Seviyorum'', diyordum. Şimdi baktığımda bütün günahlarımın kefaretini o gün ödediğimi anlıyorum. Belki de tüm insanlığın günahlarının kefaretini ödüyordum.

   Korkunç bir karanlığı, içimdeki derin griyi ve hep yok etmeye çalıştığım ama durmadan büyüyen o koca çukuru sırtıma alarak ayağa kalktım. Sevdiğimi sandığım, hayatımı yeniden şekillendirmeye neden gördüğüm adamın kanlar içinde yatan cesetine baktım. Omuzlarım kasılmıştı, kendimden yitmiştim. Koca bir yorgunlukla yanına uzandım. Ona sıkı sıkı sarıldım. Gözlerimi kapattım. Ölmeyi umarak ağladım. Çok ağladım.

BÖLÜM 16: 'Bir şeyler'

  Üstümde ustalaşmış olmanın ağırlığı ve gözlerimde kararlılık... Bahçıvanlığını, aslında köleliğini yaptığım bu evin duvarlarına çoktan sindi tüm erkeklerin kanı. Kendimi pişman hissetmiyordum. Hanımın yüzündeki tuhaf endişe hoşuma gidiyor, sadistçe oynuyordum. Yalan söylemeyemem efendimin yüzüne baktığımda içim hala acıyordu. O, ölmemiş nefesini hissetmeyi sevdiğim son erkekti. Kendi nefesimi hissetmeyi sevmiyordum. Ağabeyim o nefesin ruhunu bana geri vermemişti, biliyordum.

   Göğsüme havayı çekerken daha gerçekçiydim. Mavilere boyadığım o aşklar ve hayaller asla var olamazdı. Hepimiz çeşitli anlamı olan renklerle boyanmış dört duvar bir odanın içinde bir kuşun ölüşünü izliyoruz. Ölen kuş bizim duygularımız mı yoksa yanılsımaları mı tüm dramaların diye düşünüyoruz. Maviler yok biliyordum. Ne sıcak toprak çıplak ayaklarımın öptüğü ne de beni evime götürecek kişi... Tek kişi var bu duvarların arasında. Gözlerinin altı torba torba ve kirpiklerinde yorgun bir ülkü. Benim bir umudum ve inancım yoktu. Yani öyle zannediyordum. Halbuki kandaki demirin ağırlığını koklamak için yaşıyordum.

  Çalışmak eskisi gibi zevk vermiyordu. Acılar yoktu. Acılardan uzaklaştırmıyordu. Yürüyüşlerim uzuyordu. Daha uzakları istiyordu. Çünkü geçtiğim her yer günahlardan set oluşturuyordu etrafıma. Hanımım hala o sarışın ukalalayla sevişiyordu. Bu sefer utanmazca uzanıyordu çimlerine ormanın. Bazen ıslak toprakta inliyordu. Bazen de evin koridorlarını gülüşleri dolduruyordu. Kimse yadırgamıyordu. Yardırgayamazdık, efendimize olanları anlatsak hepimizi kapı dışarı ederdi ama bize inanmazdı ki biz de inandırmak istemiyorduk. Herkes halinden memnundu. Sadece benim içimde çirkin, boğazımda yükselen bir anlamsızlık, bir karmaşa vardı. Ve beni yoruyordu. Acıtmıyordu, yorgunluğumdan ağlıyordum. Evet, bu ihaneti izlemeyi seviyordum. Hanımımı takip ediyor, olanları birbir izliyor ve onların iğrenç rahatlayışlarında tuhaf bir hisle dolup ağlıyordum. Gözyaşlarımla doluyordum. Doldukça toprağı, dağı ve göğü kaldırmak istiyordum. Ellerim yumruk oluyor, dişlerimde efendimin etini hissediyordum kızgınlığımdan. Aniden onun karşılıksız, cahil ve kör aşkına nefret kusuyordum. Sürekli tekrarlıyordum. ''Nefret ediyorum.''

   Hissetmiyormuş! Hissetmediğimi sanıyordum. Ama en fazla kullandığım cümle ''Nefret ediyorum.'' du. Hayallerden, kendimi kandırmaktan arınmıştım ama tuhaf bir yanılgıyla devam ediyordum. Gece yatağıma yattığımda bu yanılgıyı fark ediyor ve geçiştiriyordum. Geçiştiriyordum ama içimden bir ses kurtulmam gerektiğini söylüyordu. Benim sözsüz bir ifadem vardı. Acıktığım bir koku, şiddetin kokusuydu ifadem. İstediğim bir güç sıkarken, birinin boğazını. Bir gece amansızca kıvrandım bu isteklerle. Kendimi kontrol edebilmek için kendi boğazımı sıkıyordum ama olmuyordu. Beynimde bir kıvılcım yanıyordu ve bana sadece dışarı çıkıp bir şeyler yapmamı söylüyordu. Genel tanım: Bir şeyler.
 
 ''Karşı evdeki kıza bir şeyler olmuş. Amcası kıza bir şeyler yapmış. Ölüsüne bir şeyler!'' Vahşetin tanımı 'bir şeyler'di. Peki ben bu şiddeti bir erkeğe yönelttiğimde ne olacaktı? Yine bir şeyler mi diyeceklerdi? Yoksa ellerine meşaleleri alıp nedensizce ormanı mı arayacaklardı ben yanlarındayken?
Bir şeyler doluyordum. Ve bu istek beni terler içinde uyandırmaya, boğazımı kurutmaya bazen de kendime zarar vermeme ama hiçbir sonuç alamamama neden oluyordu. Yemek yemiyor sadece o ''bir şeyler'' i düşünüyordum.

    Bir gün artık öleceğimi fark ederek, daha doğrusu öleceğimden korkarak kendimi dışarı attım. Çiftlikten çıkarken kimseye haber vermedim. Yokuş aşağı yürüdüm. Saatlerce yürüdüm. Kasabadan uzaklaştım. Artık ormanın içindeydim.Düşünemiyordum. Düşünmek istemiyordum. Sadece durup kendime vuruyor, dişlerimi gıcırdatıyor, şımarık bir çocuk gibi ağlıyordum. En sonunda yorgunluktan bithap düşüp kökleri diğer ağaçları yerinden söken dev bir ağacın o yılan gibi kıvrılan elleri arasına çakılıverdim. Nefes nefese söyleniyordum önce. Sonra sessizleştim.  Gözlerimi kapattım.Sakinleşmek için doğayı dinlemek istedim ama kanımda iğneler akıyordu. Bir gerginlik bacaklarımı titretiyordu.

    Nasıl olduysa bilmiyorum, sanki algım başka bir yöne kaydı. Tüm vücudum boşluğa düşmüş gibiydi. Korkumdan gözlerimi açamıyordum. Duyamıyordum dişlerimin çarpışından. Her şeyi burnumla algılıyordum sanki. Etrafı bir koku sarıyordu. Demirin en ağırı, kan kokusu. Sessizce yaklaşıyordu. Kana olan tuhaf bir açlıkla gözlerimi açtım. Karşımda, tam dibimde korkuyla titreyen, yalnız bir domuz yavrusu vardı. Daha tüyleri tam oluşmamıştı. Annesinin etrafta olabileceğini düşünerek hafifçe ayağı kalktım, aynı zamanda yavruyu da korkutmamaya çalışıyordum. Aşağıda sereserpe yatmış, etrafını sineklerin sardığı anne ölü bedeniyle yatıyordu. Muhtemelen bebeği doğururken ölmüştü.

  Ellerim uyuşmaya başladı. Beynim yanmaya. Bir süre gözlerimi yavruya diktim. Korkmuştu ve yardıma muhtaçtı. Ölümü bekleyen her insan gibi... Hızla hayvanı yakaladım bacağından. Küçüktü, savurabiliyordum. Yavruyu büyük bir zevk ve çığlıklarla ağaca vurmaya başladım. Kaygan bedeninin çırpınışlarını avuçlarımda hissediyordum. ''Aynı insan gibi Theo!'' Hayvan acıyla bağırıyordu. En sonunda boğazını ellerimin arasına aldım ve teni avuçlarımın arasında kaybolana kadar sıktım. Hayvan durulunca yere fırlattım. Bu sefer cinsel ''bir şey'' yoktu. Pantalonum kupkuruydu. Sanırım şahsi bir meseleydi.Kendimi huzura kavuşmuş hissediyordum. Her şeyle barışmış ve yaşamaya değer.

  Üstümde ustalaşmış olmanın ağırlığı ve gözlerimde kararlılık... Huzurla mırıldanıyordum :'' 'Bir şey' değil ağabey!''