24 Aralık 2017 Pazar

Kar, Ankara ve Anılar



   " İlk kar topu oynaşımı hatırlamıyorum. Ama babamla kardan uzun saçlı bir kadın yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum. Anneme benzetmeye çalışmıştık. Ellerim donmuştu ama o kadar eğleniyordum ki üşüdüm diyemedim. Aslında ikimiz de soğukta soba gibi oluruz. Normalde ben kar yağana kadar hırkayla falan dolaşıyorum. Ama o gün üşümüştüm ve belli etmemeye çalışıyordum. Kardan kadının burnunu yapmak için babamın tepesine çıkıp boynuna sarıldığımda anca üşüdüğümü fark etti adam. Hemen beni kucağından indirip "Üşüdün mü sen kuzucuk ?", dedi. Heyecanla hayır dercesine kafamı salladım. Oyunumuz bitsin istemiyordum. O da bana şefkatle gülümsedi, ellerimi ellerinin arasına aldı ve nefesiyle ısıttı. Kadının yüzünü yapmaya devam ettik."

   Cinnah'tan aşağı iniyorum. Üstümdeki mont beni hamam gibi yaptı. Elimde olsa çıplak ineceğim bu kaygan yokuştan. Ellerimi sürekli yanan yüzüme sürüyorum, ellerim kar kadar serin. Yapraklardan beyaz kütleler iniyor, saçlarımın arasında bembeyaz gözler var. Dilimi dışarı çıkarsam Ankara'yı tadacağım. Soğuktan nefesim özgürleşmiş, anlamsız solumuyorum.
  Arabalar hızla eziyor kar tanelerini, çıtırtıları duyuyorum. Sanki karda saman yanıyor gibi uyku getiren sesler yükseliyor yoldan. Bacaklarım kontrolsüz adım atıyor. Yokuşun eğimine kapıldım, ellerim yanlara açıldı; caddeden aşağı uçuyorum. Gözlerimi kapattım. Geçmişten kalan, babama ait son anımla kanatlanıp, süzülüyorum Kuğulu'ya. Gözlerim kan kırmızısı, dilim bembeyaz, dudaklarım mosmor... Saçlarım sözlerim oldu ve her rüzgara çarpıyor. Kendi şehrimde geçmişin surlarını yıkarak uçuyorum; kulağımdan süzülen bembeyaz bir ıslaklıkta şefkati tekrardan özümsüyorum.
   Eğim yavaşça azalıyor. Kanatlarım omuzlarımdan dökülüp dağıldı. Fakat düşüncelerim gökyüzünü seyretmeye devam ediyor.Işıklarda bekliyorum. Hiç araba yok. Fakat öyle bir huzurdayım ki ölmekten delicesine korkuyorum. Tekrar tekrar yanıp sönen yeşil ve kırmızının saniyelerinde dünyadaki tüm arabaların yok olmasını bekliyorum. Sonra ayaklarım benden habersiz harekete geçiyor. Birkaç insanla aynı anda yürüyoruz. Yoksa onlar benim dostum mu? Neden aynı adımı atıyoruz? Hayır, kimseyi tanımıyorum. Ama aynı büyük reaksiyondan savrulan atomların birlikteliğini tanımlayabiliyorum. Hayır, hayır! Ben bu insanları, bu ağaçları binlerce yıl öncesinden hatırlıyorum.
  Konsoloslukların yanından ilerliyorum. İçeriyi görmeye çalışıyorum. Hemen yanı başımda başka ülkeler yükseliyor sanki. Gülümsüyorum. "Bazen çok komik oluyorsun, çocuk!" Yolun çamuru bazen yüzüme sıçrıyor, arabalara çok yakınım. İnsanlar soğuğa aldırmadan sokaklara dökülmüşler. Bugün bayram ya da herhangi bir şey mi var? Hayır, çoğunun bayramı değil. Ra'nın doğumunu kutlayanların zamanı çoktan geçti, olsun yine de güneşi kutlayan insanların var olması umut verici. Birilerinin geceyle gündüzün nedensizce savaşabileceğine inanacak kadar masum olması komik değil, anlamlı sadece.
   Ellerimi hareket ettiremiyorum. Yana açılmış kollarımı hala indirmemişim. Uçmayı bıraktım ama hala kanatlanır gibiyim. Parmak uçlarım hafif hafif sızlıyor. Gözlerim uyku aralığında. Dilim, damağım ve burnumla birleşti. Kulaklarım büzük ve kırmızı. Üşüyor olamam. Üşümek istemiyorum. Daha çok erken. Hayatımda o uzun saçlı, güzel kadını gecelerimden, uykusuzluğumdan biriktirdiğim kar taneleriyle yaratmadan oynamayı bırakmayacağım. Aynı heyecanla, doğanın nefesinin küçük ellerimi ısıtmasına izin vererek devam edeceğim. Bu benim tek,en güzel oyunum ve bu oyun için sonsuza kadar çocuk kalabilirim.

8 Ekim 2017 Pazar

Issız Dağdaki Konuşan Çiçek



   Soğuktayım. Yağmur alnımdan yavaş yavaş süzülüyor. Sonbaharla arınıyor muyum? Hayır, bu damlalar O'nun kalbimi temizlediği gibi temizleyemez zihnimi. Gözlerimi kapattığımda gördüğüm ışıklı, huzur veren hayalleri yansıtamaz yağmurda göz kırpan sokak lambası. Ne mevsimler ne de yaşadığımı hatırlatan soğuk, beni varlığından emin olduğum sevgisi kadar hayata bağlayabilir.

  Dostumun tavsiye ettiği gibi yorgun bir günün sonunda gözlerimi kapatıyorum. Sırtım merdivenlere dayalı, rüzgarla savruluyor bulutların gözyaşları. Onu görüyorum. Göz kapaklarım ondan bir tablo sanki. Gülümsüyor. Kardeşi geliyor gözümün önüne.
  "Tıpkı O'nun gibi!".
    Ona benzeyen, O'nun sarıldığı, sevdiği birinin olması bile heyecanlandırıyor beni. Çünkü öyle bir şefkat var ki içinde, ben bu kadar uzaktayken birileri bu cenneti tatmalı diyorum kendi kendime.

  Çok garip... İlk defa birini sevdiğim için kendime kızmıyorum. Zaman kaybı değil bu. Kavuşma zorunluluğu da yok hem. Bir gün olacak. Belki birileri hayatıma girecek. Ama biz yine beraber olacağız. Ben ona şiirler okuyunca gözleri dolacak. Okuduğu her aşk cümlesinde ağlayacak. Kalbi bir kuş gibi çırpınacak ve ben elimi göğsüne dayayıp sessizce tekrar aşık olacağım ona. Asla söylemeyeceğim ona bu hislerimi. Fakat o, her dokunuşumda anlayacak, Tanrı'ya O'nu yarattığı için şükrettiğimi. Belki ağlayamıyor oluşuma, konuşmayışlarıma, kötü olan her şey karşısında sessiz kalışıma, kızdığımda, üzüldüğümde tepki veremediğim için kanayan burnuma içerlenecek. Ve kızması bile yetecek, O'na varolan tüm güzellikleri sermem için. Bazen düşünüyorum, istediği ıssız bir dağda konuşan bir çiçek olsa ne yapardım diye. Çiçeği bulmaya gitmezdim. Dağları mı? Asla merak etmezdim. Aç kalırdım, ağzıma tek lokma atmaz; vücudumu suya bulayıp güneş altında toprağa kök salmayı beklerdim. En güzel cümleleri arardım kafamda. Şehirleri ıssız bir dağa dönüştürürdüm. Ve beni bulmasını beklerdim sonsuza kadar. Tek istediği ve sonsuza kadar isteyeceği olmak için.

   Ayaklarım baya ıslandı. Buz kestiler adeta. Ben O'nu düşünmeye devam ediyorum. Uykum yok. Ne zaman oldu ki sanki? Önemi yok. Ben geceleri nefes alıyorum asıl. Çalışıyorum, okuyorum, belki yaratıyorum. Ve biliyorum, her eylemimde O'nun yaşadığı hayata tutunma çabası var. Bir gün, bir koltuğun başında beni beklerken o güzel çocuğa ninni söyleyen adamı izleyebilme fikri, bir zamanlar gerçek olamayacağını sandığım... Bu bile yeterli. Gerçek olma ihtimali bile yaşatabilir beni.Gerçek olma ihtimali var.
 
   Acıktım. En son kaç saat önce yemek yedim hatırlamıyorum. Ama ağzıma tek bir lokma bile atmayacağım. Yağmur beni suluyor ya, o bana yeter. Bir de bulutların arasından ay yerine güneş görünse...Ben bu merdivene kökümü çoktan saldım. Hem yüksekteyim de zaten, karşımda yıllık ağaçların yaprakları var. Yani bu sonsuz umutlar ve O'nun hayaliyle ölene kadar bekleyebilirim. Bekleyeceğim de.

27 Eylül 2017 Çarşamba

Uyumak



     Uykum yok. Ama gözlerim ağırlaşıyor. Ve her kapanışında gözlerimin, bir adam görüyorum: Kirpikleri uykuda. Gözlerinin altında uykusuzluğun sindiği bir karanlık, baygın sallanışında tuhaf bir ahenk var. Biraz daha sallansak kafası omzuma düşecek. Yaklaşsam nefesini duyacağım. "En güzel her şey"e bu kadar yakındım işte. Ama yaklaşıp nefesini dinlemedim, kafası omzuma da düşmedi. Hiçbir şey yapamadım.
    Onu izleyebilmek için uyumamıştım. O zamandan beri de uyuyamıyorum. Gözlerimi kapatırsam hayatın tüm güzelliğini kaçıracak gibi hissediyorum. Gezilecek tüm ovaları ve onu izleyebilen tüm güzel gözleri. Tabi hiçbir önemi yok,biliyorum. Çünkü güzellikleri atfedebileceğiniz birileri kalmayınca, hayatta neleri kaçırdığınızın bir önemi kalmıyor. Fakat güzelliklerin uzaklaştığını fark edip, onların algısını kaybettiğinizde uyumaktan önemlisi olmuyor malesef. Öyle bir yere yerleşiyor ki yatağın bir köşesine sonsuzca yapışmak, tüm günü bitmeyen bir enerjiyle, tükenerek geceye hazırlıyorsunuz. Hazırlamaya çalışıyorsunuz. Peki sonuç, ben hazırlayamıyorum, yani uykusuzluk.
   Kemiklerim ağrıyor. Sanırım yorulmak için her şeye gülmeye başladım. Bazen hiç konuşmuyorum, ağzım açıldığında nefessiz kalana kadar kelimeler üretip yorulmak için. Ama yorulamıyorum o zamandan beri. Sanki biri beynime bir şey verdi, bir neden, her şeyi fark edip, yaşamı kaçırmamam için. Fakat o şey her neyse beynime kısacık dokunup uzaklaştı ve ben, şimdi,  uyuyamadığım şu anda, o şeye delicesine muhtacım. Neye muhtacım ben? Bir insana değil. Bir hisse mi? Karnım o kadar boş ki ama aç değilim. Açlıktan başka ne hissedilebilir? Açlığımı bile hissedemiyorsam neyi hissedebilirim ki?
   Uyumak istiyorum. Akşama kadar parkta oynayıp, uyuşup annemin güven dolu kucağında sızmayı arzuluyorum. Yine başladı. Neden böyle olduğunu anlayamıyorum. O kadar şey değişti mi o günden bugüne? Kapı eşiklerine tırmanıp, kumda yuvarlandığım, düşüp de gülme krizine girdiğim zamandan bu yana yok gibiyim. O zamanlarda bir yerde kaybolmak istiyorum. O zamanki yatağıma uzanıp ağzımın suları akana kadar alamadığımız trenleri, arabaları hayal ederken uyuyakalmak istiyorum. Ama bunu istemek yanlış! Geçmiş özlenerek şu anı mahvetmemeli. İşte, bu zayıflığıma kızıyorum, kaslarım geriliyor. Neden şu anı heba ediyorum diye düşündükçe, kendimle savaştıkça nasıl uyuyabilirim? Sıkıldım. Çok sıkıldım gerçekten. Ama gözleri açık tutmaktan, izlemekten vazgeçemem. Çünkü "o andan beri" , yani o gözlerini kapatıp uykuya daldığından beri her şey geçmişimden güzel olabilir. Ama geçmişim de öyle özlenesi ki.
   Sanırım korkunç bir ikilemde sıkıştım. İkilem? Tabi ki ulaşılası şeyler değil ikisi de. Geçmiş desem gidemem, aynı şeyleri yaşayamam. Büyüdüm. "O"? Ulaşamam. Gücüm yok. Yine de en çok neyi istediğimi bilecek kadar aklım başımda. Uyumak istiyorum. Gayet doğal ve insani. Herkes uyudu ya da uyuyacak. Ben güneşin doğuşunu izleyeceğim. Daha ne kadar sürer bilmiyorum. Güneşin doğuşunu izlemek istemiyorum. Buna bir anlam da getiremiyorum.Bu izlemeler adımın anlamından mıdır, bilemiyorum?  
   "Güneşin doğuşunda hoş sohbet."
  Komik, güneşin doğuşunu neredeyse hiç sektirmeden, her gün izliyorum, beklemek zorunda kalıyorum. Ama hoş sohbet yok. Sohbet yok. Tek başıma öyle bakıyorum. Ve sanıyorum, daha böyle susarak çok bekleyeceğim. En azından şanslıyım diyebilirim. Ben yine de, her şeye rağmen, ışığı bekliyorum. Bu da benim saçma sapan bahanelerimden en güzeli olsun.

5 Ağustos 2017 Cumartesi

MARAT




         İskeleyi hızlı adımlarla aşıyordum. Balıkçılar çalışmada birbirleriyle yarışıyor, geçmişte tamamlanmış fakat şimdiki zamanmış gibi gelen bir devrimin coşkusunu yaşıyorlardı. Onları dinlemek isterdim elbet, yaşadığım şu korkunç durumda olmazsam. Boyası dökülmüş ellerimle insanların içinde kalmış son mücadele duygusuna dokunmak isterdim. Ama vaktim yok. Vakit, çok uzun zamandır altından pahalı. Mücadele ise tuzdan çatlamış ellerin, halatların üzerinden çekmiş kendini.

       Dişlerim birbirine vuruyor. Güneş batmak üzere. Pazar kaldırılıyor, bir kadın görünüyor uzaktan. Beli bükük, yerlere saçılmış domatesleri topluyor. Gözlerinde aynı dert her insanınkiyle, belki sadece derdin boyutu farklıdır.

      Ağlıyorum. Gülümseyen bir surat canlanıyor gözümde. Sapsarı saçları, küçücük elleri ve kocaman gözleriyle canım dostum, ölmeye hazırlanıyor. Sonra canlanan bu görüntü şekil değiştiriyor, küvetin üstünde aynı gülümsemeyle ve elinde bir mektupla Marat beliriyor. İçim içime daha çok çöküyor o zaman, köprüde su satışındaki ruh, kalbindeki ateş ve içindeki değişim arzusunu hatırlıyorum dostumun. Bu benzeyişin nedenini çözüyorum o zaman. Şekil değiştiren görüntülerin, karışan aklımın İstanbul sokaklarını daralttığını, her yerin, dünyadaki her yerin küçüldüğünü hissediyorum.
  
      "Bu şehrin duvarlarının üstüne nasıl geldiğini anlıyorum, kadim dostum."
   
    Üstümde uzun bir ceket, içimde sararmış bir gömlek var. Potinlerim kaldırımlarda paramparça oldu. Nereye yetişiyorum? Hangi zamandayım da dünyadaki kötülüğün, dostumun katili olmasına engel olmaya çalışıyorum? "Bulmasalar ya onu!", diyorum. Belki yetişip etten duvar örerim göğsüne. Hayatta kalma korkusu, aç karnı ve sorumlulukları vurmaz o zaman yüzüne. "O ipi boynuna sarmadan yetişebilirdim.", diyorum hep kendime ya da Marat'ın küveti  dolmadan kanla.

  "Hainler!"

 Nasıl durdurabilirler gerçeğin sonsuz akışını? Tüm zalimlikleriyle nasıl çizerler göğsüne o kesiği, Marat'ın? Aklım başka bir toprakta, başka bir insan oldu. Ama ikimiz de aynıyız. İkimiz de kaybettik dostumuzu. Jacques-Louis David, Marat'ını yitirdi, belki bu cinayet her kavgada olduğu gibi beklenebilirdi. Fakat benim dostumunki? Kendisini asla sevmemiş, gözü dışarıda sevgilisi mi? Asla bastıramadığı açlığı mı? Parasızlıktan kitap alamayışı mı? Hangisi benim dostumu elleriyle kurduğu ipe götüren? Onun katili belli mi?

  Koşuyorum, gürültü arkamda kaldı. Yüzümde sert bir ifade. Gözyaşlarımı sokaklara salmıyorum artık. Zamanın bir köşesinde, bir hareketin içinde başka birine dönüşüp aynı acıyı yaşıyorum. Tarihin belli bir zamanında ressamın biri olurverip avuçlarımda sımsıkı tuttuğum anıları kaybetmemek için savaş veriyorum. Geçmişlerimizde... Kim bilir? Belki birilerinin geleceğinde mekanı, uzayı ve zamanı yok edip tükenmeyen sevgi ve dostluğun ağırlığında içime çekiliyorum. Yaşamış, yaşayacak tüm dostların acısını yüklenip aşıyorum kalabalıkları. Arkada kalan oluveriyorum aniden.



6 Temmuz 2017 Perşembe

Özgürleşmek


 

   

     Dikenlerin ayaklarıma saplanmasına aldırmadan yürüyorum. Hava esintili. Kucağımda gözlerini merakla doğaya açmış bir çocuğun sıcaklığı, dudaklarımda eskilerden, çok eskilerden hayata tutunup gelmiş bir dilin tınıları var. Tüm parçalarımla beni olgunlaştıran bu şarkının sözleri artık,  olağanca gücüyle bana sarılmış bebeğin mirası; etrafımızı çevreleyen ağaçların gölgesi hikâyelerini yazdığı yer, onun kaçtığı köşe, en güzel serinliği.
 
     İçimde vazgeçmenin burukluğu olsa da bu küçük yüreğe bırakacaklarımı düşünerek, beni hayata bağlayan inancımın gereği her yaprağa, ağaca ve göğe taparak otlarla kaplı yolda ilerliyorum. Şehirleri özlemiş değilim, şehirlerdeki insanları özlemiyorum.  Tüm varlığımla, bir gün ölecek olmanın verdiği anlam ve sadelikle plan yapıyorum. Likör için vişneleri kuruturken de, toprağı döverken de, şişen mayayı izlerken de düzenliyorum geleceği. Çünkü bu çocuk gözlerimin içine bakıyor. Ellerinden tutup yürütmeye çalıştığımda, her adımında kafasını kaldırıp takdir etmemi bekliyor. Bırakamamam bu yüzden.  “Sen zaten bırakmayacaktın!’’, diyenlerin arasından geçer gibi geçiyorum kurumuş otların arasından.  Dutların altında ekmek yapan kadınları selamlıyorum hafifçe gülümseyerek. “ Vazgeçmişliklerimin, sırtımdan attığım yüklerin yarattığı hafiflik olmazsa bırakacaktım.’’, diyorum.
 
     Eteğim bacaklarıma dolanıp terime karışıyor. Gençliğin ateşini çoktan püskürttüm. Bu yüzden açılan bacaklarıma takılan genç gözleri görmüyorum bile. Eskiden olsa omuzlarım kadın olmanın kırıtkanlığıyla havada süzülürdü. Şimdi olabildiğine serbest kalmış, havaya karışmadan toprağa da kavuşmadan benimle ilerliyorlar. Roza’m da sıcaktan mayışmış.  Üflemelerime gülücükler atmıyor artık. Uyku ağustos çocuğunu çoktan sarmış. Bu beni dinginliğe sürüklüyor.

    Yaklaştığımızı fark ederek gülümsüyorum. Tepe karşımızda yükseliyor. Roza’m tamamen uykuda.  Elleri her hareketimde sallanıp sıcaktan bükülmüş bedenime değiyor.  İçimde serbest kalacak olmanın huzuru ve bitişin muhteşem ferahlığı var. Düşündüklerim birike birike upuzun bir kâğıdı doldurdu.  Tüm anılarım tekrardan hissedildi.   Güneş tepenin ardına geçti ve akşam serinliği vurdu yüzlerimize.  Anneannemin mezarı arkamda kaldı. Arkama bakmayı, korkmayı bıraktım bizi izlediğini bildiğim için. Dedemi andım hınzır bir gülüşle.

  Eskiden çok gelirdim bu tepeye. Son zamanlarda bırakmıştım. Tekrardan bu yolları geçmek, beni bir hayli mutlu ediyor. Gülümsemem tüm yüzüme yayıldı. Yolun her köşesini hatırlayabilmiş olmak güzel geldi. İçim serinledi ve dudaklarımdan kucağımda baygın gitmiş çocuğun anlına vardı. Bu serinlik şehirlerin tedirginliğini yıktı ve sırtımda bir kıpırdanma sardı varlığımı.  Huzurun bu hali hiç yaşanmamış olmalıydı. Yüzyılların şanslısı bendim sanki. Tüm geçmiş, kötü anılar böylece unutuldu. Sırtımdaki ağırlık genişledi. Masmavi tüy aldı kollarım.  “Kuzgun olmak isterdim, bu alacalılık, bu boyalı kanatlar nereden böyle?’’, diye düşündüm. Hele de vazgeçerken bu renklilikten. “ Sırası, o zaman gökyüzünü her renge boyamanın.’’, dedim seslice. Roza’m neşeli seslenişlerimden etkilenip kıpırdandı. Gülümseyerek kaldırdı başını göğsümden.

 “Ulaştık mı abla? Zamanı şimdi mi?’’

  “Hayır, zamanı daha değil çocuğum, az kaldı. Tepe derin ama ben yorulmam bilirsin. Akşam çökmeden varacağız.’’

     Adımlarımı hızlandırdım. Kalbim heyecanının bir başka doruğunda çarpıyor, çarpıntım kucağımdaki tapınılası beyazlığı güldürüyordu.  Yavaştan Ulu Ağaç göründü. Dedem bile bilmiyordu yaşını. Babasına sormuş, o da bilmiyormuş. Bazılarına göre o hep buradaydı. Bazıları kesin yaş söylüyor, 400 yıllıkmış. Bana kalırsa bunun bir önemi yok. Artık kökleri her yerimizi kaplamış durumda. Bundan ulu bir yaşam olamaz ki kudreti, on dakikalık yoldan gözüküyor yapraklarıyla.  Eskiden iki kişinin bile sarılarak tamamlayamadığı kalınlığı artık devasa boyutta.

     Yaklaştıkça bazı şeyleri tekrarlamaya, Roza’mdan sözleri almaya başladım. Yüzünde çok kere anlattığım için bir sıkılma ifadesi olduysa da hassasiyetimi anlıyordu. Anlattıklarımı anladığını biliyordum. Ruhu bunun için hazırdı. Yine de yineledim:

“ Gülmeyi bırakmak yok! Hangi yaşta olursan ol oyun oynamayı bırakma. Bildiklerini herkese anlat. Öğrendiklerini büyütmekten vazgeçme. Çocukluğundan faydalanmak isteyenler olacak. Onlar saray hokkabazlarının gereksizliğine ve aptallığına inananlardır. Fakat en çok onlar, illüzyonların büyü olduğuna inanırlar. Önemseme.  Şiir yazmayı ihmal etme. Çok sevdiğin insanlara sevgini söyleyemeyecek kadar ketumlaşıp içine çekildiğinde şiirler en iyi dostun olacak. Son olarak da renklerinden sakın vazgeçme.’’

     Artık kanatlarım göğe kadar açılabiliyor. Ulu Ağaç karşımda. İndiriyorum yer bezini, kuru toprağa seriyorum. Etrafım çiçek doldu. Sarılıyorum Roza’ma. Gülümsüyor dolu dolu. Bırakıyorum bezin üzerine. Gözleri kızarıyor ama gülücükleri havada kocaman bir balon. Artık çocuğun ilgisi kanatlarımda. Konuşabildiğini unutuyor. Ama anlattıklarım kural kafasında. Ellerini gülerken ağzına götürüp sesini boğuyor. Ağlayarak sesleniyorum:

“Renklerinden sakın vazgeçme!’’

   Bir esinti sarıyor tüm dalları. Kanatlarım bir tepe kadar. Kanatlarım bir tepeyi gölgeliyor. Havalanıyorum sevincin gürültüsüyle. Gök gümbürdüyor, gitme zamanı. Arkama bakıp anneanneme selam veriyorum. Roza ağacın altında küçücük kaldı. “Benim de bir zamanlar renklerimin olduğunu unutma, Roza’m!".

  Esinti büyüyor. Çocuk kıpırdanıyor. Velet iyice huzursuzlandı, titremekte. Camı kapatıyorum. Çocuğun nefesi sakinliyor.  Gidip yüzümü yıkıyorum. Ellerim kalbimin gümbürtüsünden titriyor. Gördüğüm rüyayı anlamlandırmaya çalışıyorum. Kanatlarımdaki renkleri aklıma getirebilmek için zorluyorum kendimi. Olmuyor. Umursamıyorum.  Uykuya dalıyorum.

29 Haziran 2017 Perşembe

Huzur




      

    Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyorum. Dişlerim ayrandan aşınmış, dilimde sütün kaymağı kalmış. Karşımda sonu gelmezmiş gibi görünen bir bahçe, otların sarılığı eskilerden birinin saçları gibi. Ama bir anlamı kalmamış. 
    
    Huzurun en doğru zamanındayım aslında. Sorumluluklar yok, insanların çıkarlarını tatlı dilleriyle tısladığı şehir karmaşası yok, aşkın o tuhaf acı çektiren duygusu yok.  Sanki gümbür gümbür akan soğuk bir derenin üstündeki sal kalbim. Daraldığı bir yan ya da ulaşması gereken bir kara yok. Tarihimin en donuk, en düzenli ve en dengede halindeyim. Herkes karmaşaya koşup eskirken ben, hiç değişmeden, hareketsiz atalarımın göğünü izliyorum.
  
   Huzur kanımın, bu köyün eskiden yaşamış tüm insanlarının deneyimlerinde. Her an yanımda, her an topraktan fışkıracakmış gibi canlı oluşlarında. Başka bir şey daha var tabii ki. Cesaretimi sömüren, beni acıtan, saçma sapan bir aşktan sonsuza kadar sıyrılmış olmak da beni bilgece bir tutuma itiyor. Biliyorum, ilhamım deyip birilerini hep eskitiyorum.  Zamanın zeki kadın yazarlarından birinin dediği gibi birkaç şiirle temelsiz bir aşkı yok edebilirsiniz. İşin aslı aşkın gerçekliğini kavramış olmak huzuruma huzur katan faktörlerden biri. Yani aşktan tamamen kopmuş değilim. Sadece onu temellendirdim ve onun ilham alınacak bir şey değil, kimseye söylemediğimiz, sessizce algılayıp beklentisiz kabul ettiğimiz bir şey olduğunu anladım. Bu yüzden diğer adamlara yaptığım gibi kahramanlık gösterilerinde bulunup sevdiğim adamı fethetmek istemiyorum.  Sevdiğim adam demek bile tuhaf geliyor. Orada duran, asla elimi uzatıp yakalamayacağım biri. Tanıdığımı bile söylemek güç aslında. Bildiğim tek şey hisleri kuvvetli bir dost o ya da dost olmaya çalışıyor. Onu andığımda hissettiğini geri dönüşlerinden anlıyorum o kadar. Böyle basit, böyle dinlendirici, çabasız ve sade.  Neyse onun hakkında yazıyor olmak beni oldukça rahatsız ediyor. Bilinme olasılığından bile daralıyorum.   Her neyse, hiçbir duygu karşımdaki perdenin sallanışından ve aradan fışkıran binlerce yaban çiçeğinden yürek ferahlatıcı olamaz.
    Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyorum. Parmaklarımdaki diken izlerini yakan merhem üstüme başıma yayıldı. Başparmaklarım ağaç tepelerinde çalışmaktan bir hayli şişmiş. Ellerim vişne kokuyor derin derin.  Dedem satmaya gitti vişneleri. Yine dedi, “Torun geldi, bu ağaçlar çok bereketli. Bereketli vişnelerim sen gelip buralarda koşturduğundan beri.’’.  Kulaklarımda birçok ermişin sözü, yeninin eskiye ve bir neslin diğerine akmasının verdiği gönül hoşluğuyla cama yapışmış bekliyorum ustamı.  Bazen gizlice bana anneannemi anlatır. Ben ona soramam, utanıyorum ya da belki canı acır diye düşünüp ürküyorum. Diğerlerine, çocuklarına anlattı mı bilemem. Ama ben kurcalamadan anlatır.

“Görüyor musun şu tepeyi? Ben orada dudağından öpmüştüm onu. İtmişti, kızmıştı bana. Ayaklarını yere vura vura evine gitmişti. Sonra hep kapısının önünde durdum. Nereye gider öğrendim? O nereye gitse ben oraya gittim. Kızar gibiydi. İstemiyor gibi ama ben gözlerinden istediğini bilirdim. Sonra işte her yere benimle geldi. Ben nereye gidiyorsam bu sefer o da oraya gitti.’’
  
 Çapkın çapkın güler anlatırken. “Ben en yakışıklısıysam köyün, o en güzeliydi.’’, der, evlenmeleri zaten gerekiyormuş gibi.  Sonra da anneannemin evlendiklerinde benden küçük olduğunu söyleyip ağzımı arar. Ama sezerim sen sakın bu yaşta sevgili olma, evlenme demek istediğini. Sezdiğim için de hiç renk vermem. İyice merak etsin, sorgulasın diye. En sonunda dayanamaz, “Senin arkadaşın var mı? , diye sorar. Ben de, “ Oooo, dede benim hem İstanbul’da hem Ankara’da bir ton arkadaşım var!’’, diye çıkışır onu rahatlatırım. Güler, başımı okşar. İçi ferahlar. Bir sene daha büyümediğime, zamanın akmadığına, daha çok yan yana tatiller geçireceğimize inanır. Sonra da ağaçları gösterir meyveleri toplayalım diye. Bu sene de aynısı yaptı. Ben de inandım yine beni bırakmayacağına, zamanın donuk olduğuna. Belki de huzurum hep bundan ya da sadece bundan. Her şeyin aynı kaldığına dair güvenimiz bizi eskitmeyen.
   
   Annemin sütlacının kokusu şimdi burnumda. Ailemin tatlı neşesi içeride kaynıyor. Her odamın yanından geçtiklerinde sessizleşiyorlar ilhamım bozulur diye. Tanrım, içim  sevinçten kaynıyor. Ağlayarak yazıyorum, her yerim ağaç, her yerim ev kokuyor. Neden her dönüşlerimde köyüme böyle olurum? Bu kavuran sıcakta iç ferahlığından terleyemiyorum bile. Kim özler böyle bir anda savaşları? Umarım, diyorum ölmem şimdi şuracıkta. Mücadele ederken ölmeli insan, öyle inanıyorum. Fakat şimdi, burada hiçbir mücadelem yok. Hayata öyle yapışmışım ama uykusunda gülen bir bebek gibi.  Arkamda uzanan baraj mı beni böyle yumuşatıyor ya da annesinin eteğinde oynayan buzağı?  Bilemedim. Her neyse…      
   
    Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyorum.  Üzüm toplansa da şu ayaklar ezse her birini. Bardaklarımızdan şarap fışkırsa da bir hoşlaşsak.  Ben de aşkı yük edip çekmeden, mesele etmeden  düşünsem. Onun gözlerini kaygısızca hayal edebilsem ki en güzel yeri bence. Yüzümde hafif bir gülümseme olsa ama heyecanlanmasam.  O hissetse dostane bir şekilde bir şeyler söylese ya da söylemese. Roza’m çığlık çığlığa gülse, dedem şarabın etkisiyle kalbindeki o kadını gizlice özlese, ablam özlediğini arayıp tüm kadınlığıyla cilvelense, annem çorba doldursa tabağıma… Hep sürse ya böyle. Hep aynı huzurla karışmadan hiçbir yere, gitsek ebediyete. Bu anlar burada donsa, vişneler elimde kurusa… Vişne olsam. Hep köyümden bir yan olsam…

17 Haziran 2017 Cumartesi

Evler



       Hava nemli ve oldukça ılıktı. Bedenimi toprağa basıyordum. Burnumdaki zorba kaşıntı ve ağzımda dolanıp duran erik çekirdeği günün en mutlu saatlerini geçiriyor olmalıydılar. Kaşıntıyı bastırmak için burnumu her kaşıdığımda sigaradan ekşi kokmuş ellerim genzimi parçalıyordu. Kurumuş otların arasında öylece uzanan, kendi kendine kaşınan ve yersiz hareketlerle debelenen bir fare gibi gözüktüğüme eminim. Olası yağmurun yağmasını bekliyordum. Toprak sıcaktı. Vücudum üstünde yattığı karbon yumağına yapışmış gibiydi. Senenin saçma telaşının, tuhaf ego savaşlarının, yazamamanın verdiği ateşli azgınlığın yorgunluğunu saatlerce kuru otların arasında uyuyarak ve ucuz bir sigarayla tütsülenerek geçiriyordum.

    Evimiz kocaman tarlada öylece uyuşmuş iki haneden biriydi. Komşularımızla aramızda neredeyse on dakikalık bir mesafe vardı. Evler hafiften eğimlenmiş tarlanın iki tepeceğine kondurulmuştu. O iki tepeciğin arasında belli belirsiz bir vadi vardı. Fakat vadi komşularımızın evine doğru daha çok meylediyordu. Bu yüzden evlerin ortasından başlayıp hafifçe komşu evine yaklaşan vadinin en otlarla kaplanmış kısmında uyukladığımda asla konuşmaya tenezzül etmediğim, alık ve soğuk bakışlarımla karşılaşan ve nedense annemin samimi olduğu bu insanların hayatını yakından izleyebiliyordum. Çok kalabalık değillerdi. Ellili yaşlarda bir kadın, yaşı bana yakın oğlu, bir de suratsız kocası vardı. Kadın fazlasıyla enerjikti, oğluysa sakin bir çocuktu. Babasının aksine çok kibardı. Yakışıklı olduğu da söylenebilirdi. Delici badem gözleri, bir erkeğe göre neredeyse inanılmaz derecede muntazam burnu ve ince dudakları vardı. Otların arasında kitap okuduğunda fark edilmemesini sağlayan sarı saçları her yıl seyrelse de güzelliğini yitirmiyordu. Babasının dış görünüşünün bir on yıl geri sarılmış ve zayıflatılmış haliydi. Annesi ise sıradan bir güzelliğe sahipti. İçe çökük gözleri, sert, gözenekli derisi ve açık kestane saçları vardı. Her misafirliğe geldiklerinde biz yokken bu ıssız yerde nasıl olduğu meçhul olaylardan bahsediyor, senenin ne kadar yorucu olduğundan yakınsa da en sonunda haline şükrediyordu. Dışarıdan, yani ailemin diğer üyeleri tarafından bakıldığında oldukça normal ve sevilesi olan bu aile, baba faktörü dışında çünkü kimsenin o adam hakkında kesin bir fikri yoktu, bana bir türlü sıcak gelmiyordu. Beynimde tuhaf bir şekilde oluşturdukları gizem beni onlardan uzak durmaya itse de annemin yaka silktiği merakım ve  genç bir erkeğin on dakika ilerimizde oturmasının verdiği hormonal dürtüyle  her nedense çok normal görünen bu aileyi dikizlemekten kendimi alamıyordum. Her yıl üstüme gerilen merak bir süre sonra vadinin bu yerinin benim dinlenme ve demlenme mekanım olmasına sebep oldu. Hatta daha sonraları merakımı kaybedip sadece uyuklamaya ve evi dikizlemeyi bırakıp gri gökyüzünü izlemeye başladım. İşte o gün de aynı şekilde gri gökyüzünü izleyip, uyuyup, kendi kendime konuşarak saatlerimi harcamıştım. Bir kere daha uyumaya karar verip gözlerimi yummaya kalktığımda arızalı motorun korkunç sesiyle irkilerek uyandım.

    Bozulmaya yüz tutmuş, ciğerleri solduran yağ kokusuyla komşumuzun motoru yine bağırıyordu. Evin beyi oldukça sakin bir şekilde tekrardan motoru çalıştırdı ve vasıtanın son çığlığıyla çakıllı asfaltta gözden uzaklaştı. Aslında bu korkunç ses de, gidiş gelişler de benim yıllardır alıştığım bir durumdu. Fakat kalbim korkunç bir çarpıntıyla sarsılıyordu. Bunun guatrım yüzünden olduğunu düşünüp oradan kalkmaya karar verdim ve doğruldum. Neredeyse kalp krizi geçiriyordum. Kendimi toparlamak için kafamı komşumuzun evine doğru çevirdiğimde yıllardır anlamlandıramadığım tuhaflığın gerçekleştiğini fark ettim. Benim hep uzandığım bu yer komşu evinin alt katını tamamen görüyordu. Bu yüzden olanlar sanki kocaman bir sinema perdesinden bana sunuluyordu. Mutfakta debelenen bir anne ve oğlu, çocuğun annesinin eteğini sıyırması ve birbirine yapışmış iki et beni gibi önüme serilen iğrenç görüntü karşısında gülmenin mi yoksa çığlık atmanın mı doğru olduğunu düşünmeye çalışmam hayatımın en esrik hezeyanı olsa da beni  karanlık dehlizlere atan şey kendisine arkadan sarılan oğlunun sıcaklığında, bizim evi gören pencereye yüzü dönük bir annenin her şey çok normalmiş gibi şefkatle gülümsüyor olmasıydı.

   Evimizin mutluluğunun ışığıyla parlayan o kadının gülümseyişini yakaladığımda, yuvasını savunmaya çalışan bir anne gibi otların arasında sürünerek evime ulaşmaya, toprağı avuçlarımla sıkıp parçalamaya, inleye inleye ilerlemeye, bir nevi evimi kurtarmaya çalıştım. Vadinin katlandığı, eğimli, dikenli o uzun yolu sürünerek, daha yeni çektirdiğim yirmilik dişimin dikişlerini patlatarak aştım. Eve vardığımda üstüm tamamen kuru otla kaplanmış, ağzımın kenarları kanla çevrelenmişti. Kimseye görünmeden merdivenlerden çatıdaki odama çıktım. Odamın hemen yanındaki daracık tuvalete girip ağzımdaki kanı ve ona yapışan toprağı silmeye çalıştım. O ana kadar hiçbir duygu belirtisi göstermemiştim. Fakat soyunmamla çığlık atmaya başlamam bir olmuştu. Külodum kan içindeydi.

8 Haziran 2017 Perşembe

Deniz





      Sonunda kendimi buldum. Çalkalanan denizin buz gibi soğuğunda itiraf edemediğim gerçeğimle yüzüyorum. Dişlerim artık damaklarımın gerginliğinden kurtuldu. Dişlerim bir inci gibi yüzüyor maviliğinde dalgaların. Gözlerimi gecenin en karanlık noktasına diktim. Kendime söylediğim tüm yalanlardan arınıyorum.

     Bacaklarımın arasında sonu gelmez bir boşluk var. Sanki içinde can bitmeyecek bir kaseyi taşıyorum. Can bitmez kasıklarımın ve kaşlarımın tam ortasında. Tam ortası denizin,benim kaşlarımın tam da arası. Bir deniz kaynıyor gözlerimin görmediği bu noktada. Çok istediğimi söyleyip aslında neden kaçtığımı bu şekilde anlıyorum.

    Ay taşıyla tıkanmış bir ağız, etrafı tuzla kaplandı şimdiden ve saçlarım yosundan bir kale. Tek başıma, taşıdıklarımla denizde çalkalanıyorum. Balıklar emiyor göğüslerimden sezgilerimi. Ben tuhaf bir biçimde, tüm ayı ve yükselen her duayı okuyabilmek için bu gece, kadınlığımı sonsuzluğa uğurluyorum.

   Kafamın ardında batan gemiler var, bu his değil. Yığınların içe çekilişini duyabiliyorum. Tadıyorum suya karışan demirin, insan emeğinin ve yakarışların toplamını yuttukça denizi. Gemiler batıyor ve yenileri gelip aynı kadere boyun eğiyor. Görüyorum, o limanlardan ayrılmaktan, bu tekinsiz sulara gelmekten ve batmaktan vazgeçmiyorlar. Bu hangi yangın, hangi yaşama coşkusudur hiç tükenmeyen, diye sormaya dalmadan daha çok yüzüyorum, yükseliyorum denizden. Birileri ani uçuşlarımı izlerken batan gemilerin ağırlığında, ben  tuzdan çiftini kaybetmiş tek gözümle Ay'a yükseliyorum.

    Sonunda kendimi buldum. Çalkalanan denizin buz gibi soğuğunda itiraf edemediğim gerçeğimle yüzüyorum. Dişlerim artık damaklarımın gerginliğinden kurtuldu. Dişlerim bir inci gibi yüzüyor maviliğinde dalgaların. Gözlerimi gecenin en karanlık noktasına diktim.İnsanlara söylenmiş tüm yalanları unutup biçimsiz bir boyuttan başka bir ruh oluyorum.

4 Haziran 2017 Pazar

Dönmek




         Bu gece en hasta halimdeyim .Gözlerimde kaynayan bir dolu renk ve terk edilecek bir şehrin rahatsız eden yakarışları... Dilimin altında söylenecek şeyler birer solucan gibi kımıldıyor ama ben onları asla söylemeyeceğim. Çünkü gece en temiz göründüğü halinde isle kaplıdır. Beni  temiz bir gece gibi düşünmesin kimse. Ellerimde açığa vurulmamış bir gerçeklik ve verilmiş çirkin sözlerle karanlığın doğduğu yere dönüyorum. Herkes evine çekilir derlerdi, inanmazdım. Şimdi tüm donukluğum ve grileşmiş  algımla kentime gülümsüyorum.

      Sevilebilecek çok şey var burada. Eminim. Ama kasıklarıma nefes veren bir güç var İstanbul'da. Tüm bedenimi kaplayıp bacaklarımı kan içinde bırakan sapık arzularla dolu bir his. Düşündükçe iniltilerime gözyaşı dolduran gergin bir fikir. Gergin fikirlerin ardında masmavi bir çift göz ve sapsarı saçlar sahilin birinde ya da ağzı sigaradan kömür kokmuş gülen bir adam. Belki dostumun mezarı... Bir de annemin kurtarılmayı bekleyen kucağı düşündükçe dişlerimi gıcırdattığım. Yani bir şehirden  kaçmak için nedenim aşk değil artık. Sadece katıksız karanlığım, İstanbul'da bir çocuk gibi yalnız bırakıp geldiğim. Diyorum ya, karanlıkları ve susmak zorunda olduklarımı söylemeyeceğim. Çünkü boğazın en kirli olduğunu düşündüğün anda yağmurdan fırlar küçücük balıklar. Bu fikirle gözlerimde masum olamayacak ama hayali kurulmuş her şeyle, kurudan nemliye çırılçıplak coşuyorum.

     Uzaktan izledim saatlerce, yaşama emek verdiğim bu yeri. Yeşili, Ankara'nın köklerinden tırmanan dalları ağzıma doldurdum. Göğüslerimden son kez akıttım Tanrı'dan aldığım sütümü. Damlattım her ağacın, çiçeğin altına. Besledim doğadan olanı, benden doğanı. Yapraklar arasından göğe açıp bacaklarımı, düşündüm. Utandığım her yerden doldum hesaplayarak düzeni ve serilerini. Güldüm, bu kadar fazla düşünebilip bu kadar ilkel olmama. Gözyaşlarımı içtim yalnız başıma korkarak geçirdiğim her an için bu şehirde. Ve kendimi sakinleştirdim Ankara'da özlenebilecek tek şeyle:Elleri küçücük Ağustos çocuğu.

    Dün alnını koydu başıma. Kendimi kaptırdığım hayatıma kızmadan, hırslarıma surat asmadan sevdi beni. Kalbimde kalmış son kale, savunduğum gerçeklerle harcamayacağım, karşısında kendimi açıklayıp ürkütmekten korkacağım tek insan, diğerlerinin aksine beni tüketmeden, aklımdan, ruhumdan ve bedenimden bir şey beklemeden ''Git!'', diyebildi. Özür diledim takıntılarıma yenik düşüp onu daha çok göremediğim, büyüyüşünü, her anını izleyemediğim için. Önde filizlenmiş iki dişini vurarak gülümsedi. ''Git! Seni, senin karanlığın bulacaksa. Git bir tek beni özleyeceğini bilerek. Ve döndüğünde yaşadıklarının ölçüsü farklı ama ruhları aynı yaşta iki kadın oynayalım sokaklarda, aldırmadan bizden bizi emecekleri! Bırak, biz büyürüz. Onlar sensiz arzularında büyüyemeden kalsın. ''
 
   ''Sakın evinin yollarında ağlama. Çünkü sen bu harflerin karmaşasında okunamayacak olduğunu bilerek yürüdün. Çünkü bu senin son zamanın. Sen karanlığına, tüm o hislerini öldürmek için dönüyorsun. Onlar için bedenden ibaretiz, düşüncelerimiz birbirimiz için. Sen herkese fikirlerini susmak için dönüyorsun. Saçları uzun kadın, sakın ağlama evin yollarında. Çünkü sen kelimelerin boşluklarında hiç okuyamadığın için donup kalıyorsun. Bu senin son zamanın. Çünkü bu sefer karanlığa , ona dönüşebilmek için dönüyorsun.''

     Artık,  kimi özleyebileceğimi biliyorum bu kuru topraklarda ve göğsümü neye dayayacağımı. Kitaplarımın arkasında çırılçıplak, karnımın içinde kımıldanan ne bilemeden doğuruyorum bir gerçekliği. Bir gerçekliğe doğuyorum tüm tenlerden, insan kokusunda uzak. Ve gözlerim kağıt kesiği dolu. Ayaklarım yazmaktan mürekkeple kaplı. Ellerimi başka bir şey için kullanıyorum. Doğru, ben uzun zamandır kendime yetiyorum. Doğru, ben herkesin aksine parmaklarını kulaklarını tıkamak için kullanıp bana gülümseyen her sonuç ve hesapta kasıklarımdan omurlarıma kadar zevkle doluyorum. Gecelerimi harcadığım ucuz tartışmalara ve çocukça kıvrılmalarıma bakmayın. Edindiğim değerin üstü örtülü bir yalan kümesi olduğunu biliyorum. Bu şehirdeki tartışmalar gibi varlığımın da ucuzluğunu bilerek evimdeki eski ihtişamıma, kitaplarımda bıraktığım kadın kokusuna, masamda her zaman hazır duran sütlü kahveme, şiir defterime ve sabahları yüzüme dolan öpücüğe artık hiç üşümeden evriliyorum.

  Yağmurlar görüyorum. Saat dokuzu buluyor. Otobüs cennetten inip beni selamlıyor. Nemiyle, sesleriyle ve kalabalığıyla cennetimin yağmurları, bütün o güzel damlacıkların renki ışıkları aydınlatıyor otobüsün tekerleklerini. Bitiyor benim sürem söğütlerin özünde. Bu kırmızı topraklarda benden hislerle tükeniyorum. Benden hisleri son kez üflüyorum bu gece. Bu son gecem. Ben dönüyorum.

10 Şubat 2017 Cuma

Ninni



   Rüyamda bir adam gördüm. Kucağında bir çocuk, huzurla uyuyor. Adamcağızın dilinde bir ninni. Camın kenarında sallıyor evladını. Gözleri meraklı ama yorgun. Kimi bekliyor bu güzel adam? Rüyam yemek kokuyor. Rüyam ev kokuyor. Adamın saçları loş ışıkta parlıyor. Gözleri derin derin, ıslanmış... Sesi duvarlarda titriyor. Duvarlar titreyişle ısınıyor. Evin dışı soğuk. Camdan yankılanıyor tipi. Cam dalgalanıyor. Adam yorulmuyor söylemekten şarkıyı. Ninni tekrarlıyor kendini.

'' Sana muhtacız.
  Hadi eve gel anne!
  Bak, beklemekten uykuya daldı evladımız.
  Dolunay şahidim sevgilim
  Günler sevince doğacak.
  Gel, şahitlik ettim!
  Evladın çok özledi seni
  Hadi günleri bırak, eve dön sevgili
  Hadi evine dön anne!

  Ormanlar yeşilini kaybediyor, bak korkuyoruz.
  Yemeğin tadı var mı?
  Ya hayatın kokusu?
  Anlamları azalıyor hazların.
  Bak, söz veriyorum:
  Günler adalete doğacak ve huzur bulacak fikrin!
  Ama evladını görsen nasıl özledi seni
  Hadi günleri bırak, eve dön sevgili
  Dön evine anne!
  Hadi günleri bırak, eve dön sevgili
  Dön evine!''