Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyorum.
Dişlerim ayrandan aşınmış, dilimde sütün kaymağı kalmış. Karşımda sonu
gelmezmiş gibi görünen bir bahçe, otların sarılığı eskilerden birinin saçları
gibi. Ama bir anlamı kalmamış.
Huzurun en doğru zamanındayım aslında.
Sorumluluklar yok, insanların çıkarlarını tatlı dilleriyle tısladığı şehir
karmaşası yok, aşkın o tuhaf acı çektiren duygusu yok. Sanki gümbür gümbür akan soğuk bir derenin
üstündeki sal kalbim. Daraldığı bir yan ya da ulaşması gereken bir kara yok.
Tarihimin en donuk, en düzenli ve en dengede halindeyim. Herkes karmaşaya koşup
eskirken ben, hiç değişmeden, hareketsiz atalarımın göğünü izliyorum.
Huzur kanımın, bu köyün eskiden yaşamış tüm
insanlarının deneyimlerinde. Her an yanımda, her an topraktan fışkıracakmış
gibi canlı oluşlarında. Başka bir şey daha var tabii ki. Cesaretimi sömüren,
beni acıtan, saçma sapan bir aşktan sonsuza kadar sıyrılmış olmak da beni
bilgece bir tutuma itiyor. Biliyorum, ilhamım deyip birilerini hep
eskitiyorum. Zamanın zeki kadın
yazarlarından birinin dediği gibi birkaç şiirle temelsiz bir aşkı yok
edebilirsiniz. İşin aslı aşkın gerçekliğini kavramış olmak huzuruma huzur katan
faktörlerden biri. Yani aşktan tamamen kopmuş değilim. Sadece onu
temellendirdim ve onun ilham alınacak bir şey değil, kimseye söylemediğimiz,
sessizce algılayıp beklentisiz kabul ettiğimiz bir şey olduğunu anladım. Bu
yüzden diğer adamlara yaptığım gibi kahramanlık gösterilerinde bulunup sevdiğim
adamı fethetmek istemiyorum. Sevdiğim
adam demek bile tuhaf geliyor. Orada duran, asla elimi uzatıp yakalamayacağım
biri. Tanıdığımı bile söylemek güç aslında. Bildiğim tek şey hisleri kuvvetli
bir dost o ya da dost olmaya çalışıyor. Onu andığımda hissettiğini geri dönüşlerinden
anlıyorum o kadar. Böyle basit, böyle dinlendirici, çabasız ve sade. Neyse onun hakkında yazıyor olmak beni
oldukça rahatsız ediyor. Bilinme olasılığından bile daralıyorum. Her
neyse, hiçbir duygu karşımdaki perdenin sallanışından ve aradan fışkıran
binlerce yaban çiçeğinden yürek ferahlatıcı olamaz.
Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı sallıyorum.
Parmaklarımdaki diken izlerini yakan merhem üstüme başıma yayıldı.
Başparmaklarım ağaç tepelerinde çalışmaktan bir hayli şişmiş. Ellerim vişne
kokuyor derin derin. Dedem satmaya gitti
vişneleri. Yine dedi, “Torun geldi, bu ağaçlar çok bereketli. Bereketli
vişnelerim sen gelip buralarda koşturduğundan beri.’’. Kulaklarımda birçok ermişin sözü, yeninin
eskiye ve bir neslin diğerine akmasının verdiği gönül hoşluğuyla cama yapışmış
bekliyorum ustamı. Bazen gizlice bana
anneannemi anlatır. Ben ona soramam, utanıyorum ya da belki canı acır diye
düşünüp ürküyorum. Diğerlerine, çocuklarına anlattı mı bilemem. Ama ben kurcalamadan
anlatır.
“Görüyor musun şu
tepeyi? Ben orada dudağından öpmüştüm onu. İtmişti, kızmıştı bana. Ayaklarını
yere vura vura evine gitmişti. Sonra hep kapısının önünde durdum. Nereye gider
öğrendim? O nereye gitse ben oraya gittim. Kızar gibiydi. İstemiyor gibi ama
ben gözlerinden istediğini bilirdim. Sonra işte her yere benimle geldi. Ben
nereye gidiyorsam bu sefer o da oraya gitti.’’
Çapkın çapkın güler anlatırken. “Ben en
yakışıklısıysam köyün, o en güzeliydi.’’, der, evlenmeleri zaten gerekiyormuş
gibi. Sonra da anneannemin evlendiklerinde
benden küçük olduğunu söyleyip ağzımı arar. Ama sezerim sen sakın bu yaşta
sevgili olma, evlenme demek istediğini. Sezdiğim için de hiç renk vermem. İyice
merak etsin, sorgulasın diye. En sonunda dayanamaz, “Senin arkadaşın var mı? ,
diye sorar. Ben de, “ Oooo, dede benim hem İstanbul’da hem Ankara’da bir ton
arkadaşım var!’’, diye çıkışır onu rahatlatırım. Güler, başımı okşar. İçi
ferahlar. Bir sene daha büyümediğime, zamanın akmadığına, daha çok yan yana
tatiller geçireceğimize inanır. Sonra da ağaçları gösterir meyveleri toplayalım
diye. Bu sene de aynısı yaptı. Ben de inandım yine beni bırakmayacağına,
zamanın donuk olduğuna. Belki de huzurum hep bundan ya da sadece bundan. Her
şeyin aynı kaldığına dair güvenimiz bizi eskitmeyen.
Annemin sütlacının kokusu şimdi burnumda.
Ailemin tatlı neşesi içeride kaynıyor. Her odamın yanından geçtiklerinde
sessizleşiyorlar ilhamım bozulur diye. Tanrım, içim sevinçten kaynıyor. Ağlayarak yazıyorum, her
yerim ağaç, her yerim ev kokuyor. Neden her dönüşlerimde köyüme böyle olurum?
Bu kavuran sıcakta iç ferahlığından terleyemiyorum bile. Kim özler böyle bir
anda savaşları? Umarım, diyorum ölmem şimdi şuracıkta. Mücadele ederken ölmeli
insan, öyle inanıyorum. Fakat şimdi, burada hiçbir mücadelem yok. Hayata öyle
yapışmışım ama uykusunda gülen bir bebek gibi.
Arkamda uzanan baraj mı beni böyle yumuşatıyor ya da annesinin eteğinde
oynayan buzağı? Bilemedim. Her neyse…
Ayaklarımı bir aşağı bir yukarı
sallıyorum. Üzüm toplansa da şu ayaklar
ezse her birini. Bardaklarımızdan şarap fışkırsa da bir hoşlaşsak. Ben de aşkı yük edip çekmeden, mesele etmeden düşünsem. Onun gözlerini kaygısızca hayal edebilsem ki en güzel yeri bence. Yüzümde hafif bir gülümseme olsa ama heyecanlanmasam. O hissetse dostane bir şekilde bir şeyler
söylese ya da söylemese. Roza’m çığlık çığlığa gülse, dedem şarabın etkisiyle
kalbindeki o kadını gizlice özlese, ablam özlediğini arayıp tüm kadınlığıyla
cilvelense, annem çorba doldursa tabağıma… Hep sürse ya böyle. Hep aynı huzurla
karışmadan hiçbir yere, gitsek ebediyete. Bu anlar burada donsa, vişneler
elimde kurusa… Vişne olsam. Hep köyümden bir yan olsam…