6 Temmuz 2017 Perşembe

Özgürleşmek


 

   

     Dikenlerin ayaklarıma saplanmasına aldırmadan yürüyorum. Hava esintili. Kucağımda gözlerini merakla doğaya açmış bir çocuğun sıcaklığı, dudaklarımda eskilerden, çok eskilerden hayata tutunup gelmiş bir dilin tınıları var. Tüm parçalarımla beni olgunlaştıran bu şarkının sözleri artık,  olağanca gücüyle bana sarılmış bebeğin mirası; etrafımızı çevreleyen ağaçların gölgesi hikâyelerini yazdığı yer, onun kaçtığı köşe, en güzel serinliği.
 
     İçimde vazgeçmenin burukluğu olsa da bu küçük yüreğe bırakacaklarımı düşünerek, beni hayata bağlayan inancımın gereği her yaprağa, ağaca ve göğe taparak otlarla kaplı yolda ilerliyorum. Şehirleri özlemiş değilim, şehirlerdeki insanları özlemiyorum.  Tüm varlığımla, bir gün ölecek olmanın verdiği anlam ve sadelikle plan yapıyorum. Likör için vişneleri kuruturken de, toprağı döverken de, şişen mayayı izlerken de düzenliyorum geleceği. Çünkü bu çocuk gözlerimin içine bakıyor. Ellerinden tutup yürütmeye çalıştığımda, her adımında kafasını kaldırıp takdir etmemi bekliyor. Bırakamamam bu yüzden.  “Sen zaten bırakmayacaktın!’’, diyenlerin arasından geçer gibi geçiyorum kurumuş otların arasından.  Dutların altında ekmek yapan kadınları selamlıyorum hafifçe gülümseyerek. “ Vazgeçmişliklerimin, sırtımdan attığım yüklerin yarattığı hafiflik olmazsa bırakacaktım.’’, diyorum.
 
     Eteğim bacaklarıma dolanıp terime karışıyor. Gençliğin ateşini çoktan püskürttüm. Bu yüzden açılan bacaklarıma takılan genç gözleri görmüyorum bile. Eskiden olsa omuzlarım kadın olmanın kırıtkanlığıyla havada süzülürdü. Şimdi olabildiğine serbest kalmış, havaya karışmadan toprağa da kavuşmadan benimle ilerliyorlar. Roza’m da sıcaktan mayışmış.  Üflemelerime gülücükler atmıyor artık. Uyku ağustos çocuğunu çoktan sarmış. Bu beni dinginliğe sürüklüyor.

    Yaklaştığımızı fark ederek gülümsüyorum. Tepe karşımızda yükseliyor. Roza’m tamamen uykuda.  Elleri her hareketimde sallanıp sıcaktan bükülmüş bedenime değiyor.  İçimde serbest kalacak olmanın huzuru ve bitişin muhteşem ferahlığı var. Düşündüklerim birike birike upuzun bir kâğıdı doldurdu.  Tüm anılarım tekrardan hissedildi.   Güneş tepenin ardına geçti ve akşam serinliği vurdu yüzlerimize.  Anneannemin mezarı arkamda kaldı. Arkama bakmayı, korkmayı bıraktım bizi izlediğini bildiğim için. Dedemi andım hınzır bir gülüşle.

  Eskiden çok gelirdim bu tepeye. Son zamanlarda bırakmıştım. Tekrardan bu yolları geçmek, beni bir hayli mutlu ediyor. Gülümsemem tüm yüzüme yayıldı. Yolun her köşesini hatırlayabilmiş olmak güzel geldi. İçim serinledi ve dudaklarımdan kucağımda baygın gitmiş çocuğun anlına vardı. Bu serinlik şehirlerin tedirginliğini yıktı ve sırtımda bir kıpırdanma sardı varlığımı.  Huzurun bu hali hiç yaşanmamış olmalıydı. Yüzyılların şanslısı bendim sanki. Tüm geçmiş, kötü anılar böylece unutuldu. Sırtımdaki ağırlık genişledi. Masmavi tüy aldı kollarım.  “Kuzgun olmak isterdim, bu alacalılık, bu boyalı kanatlar nereden böyle?’’, diye düşündüm. Hele de vazgeçerken bu renklilikten. “ Sırası, o zaman gökyüzünü her renge boyamanın.’’, dedim seslice. Roza’m neşeli seslenişlerimden etkilenip kıpırdandı. Gülümseyerek kaldırdı başını göğsümden.

 “Ulaştık mı abla? Zamanı şimdi mi?’’

  “Hayır, zamanı daha değil çocuğum, az kaldı. Tepe derin ama ben yorulmam bilirsin. Akşam çökmeden varacağız.’’

     Adımlarımı hızlandırdım. Kalbim heyecanının bir başka doruğunda çarpıyor, çarpıntım kucağımdaki tapınılası beyazlığı güldürüyordu.  Yavaştan Ulu Ağaç göründü. Dedem bile bilmiyordu yaşını. Babasına sormuş, o da bilmiyormuş. Bazılarına göre o hep buradaydı. Bazıları kesin yaş söylüyor, 400 yıllıkmış. Bana kalırsa bunun bir önemi yok. Artık kökleri her yerimizi kaplamış durumda. Bundan ulu bir yaşam olamaz ki kudreti, on dakikalık yoldan gözüküyor yapraklarıyla.  Eskiden iki kişinin bile sarılarak tamamlayamadığı kalınlığı artık devasa boyutta.

     Yaklaştıkça bazı şeyleri tekrarlamaya, Roza’mdan sözleri almaya başladım. Yüzünde çok kere anlattığım için bir sıkılma ifadesi olduysa da hassasiyetimi anlıyordu. Anlattıklarımı anladığını biliyordum. Ruhu bunun için hazırdı. Yine de yineledim:

“ Gülmeyi bırakmak yok! Hangi yaşta olursan ol oyun oynamayı bırakma. Bildiklerini herkese anlat. Öğrendiklerini büyütmekten vazgeçme. Çocukluğundan faydalanmak isteyenler olacak. Onlar saray hokkabazlarının gereksizliğine ve aptallığına inananlardır. Fakat en çok onlar, illüzyonların büyü olduğuna inanırlar. Önemseme.  Şiir yazmayı ihmal etme. Çok sevdiğin insanlara sevgini söyleyemeyecek kadar ketumlaşıp içine çekildiğinde şiirler en iyi dostun olacak. Son olarak da renklerinden sakın vazgeçme.’’

     Artık kanatlarım göğe kadar açılabiliyor. Ulu Ağaç karşımda. İndiriyorum yer bezini, kuru toprağa seriyorum. Etrafım çiçek doldu. Sarılıyorum Roza’ma. Gülümsüyor dolu dolu. Bırakıyorum bezin üzerine. Gözleri kızarıyor ama gülücükleri havada kocaman bir balon. Artık çocuğun ilgisi kanatlarımda. Konuşabildiğini unutuyor. Ama anlattıklarım kural kafasında. Ellerini gülerken ağzına götürüp sesini boğuyor. Ağlayarak sesleniyorum:

“Renklerinden sakın vazgeçme!’’

   Bir esinti sarıyor tüm dalları. Kanatlarım bir tepe kadar. Kanatlarım bir tepeyi gölgeliyor. Havalanıyorum sevincin gürültüsüyle. Gök gümbürdüyor, gitme zamanı. Arkama bakıp anneanneme selam veriyorum. Roza ağacın altında küçücük kaldı. “Benim de bir zamanlar renklerimin olduğunu unutma, Roza’m!".

  Esinti büyüyor. Çocuk kıpırdanıyor. Velet iyice huzursuzlandı, titremekte. Camı kapatıyorum. Çocuğun nefesi sakinliyor.  Gidip yüzümü yıkıyorum. Ellerim kalbimin gümbürtüsünden titriyor. Gördüğüm rüyayı anlamlandırmaya çalışıyorum. Kanatlarımdaki renkleri aklıma getirebilmek için zorluyorum kendimi. Olmuyor. Umursamıyorum.  Uykuya dalıyorum.