30 Aralık 2018 Pazar

Mekanlarda-Yatak



 Yatağımın ucunda kocaman bir kıyafet yığını, kırmızı,  solmuş bir yorgan ve ağırlaşmış kafamla yılların sonunda iyice eğimlenmiş, belime sonsuz ağrılar veren döşeğimde düşünmekteyim. Arkadaşım karşımda kitap okuyor. Gayet ciddi bir yüz ifadesiyle okuduğundan her şeyi ince ince irdelediğini gün geçtikçe görüşü azalan gözlerimle anlayabiliyorum.

Ben de kitap okuyabilirdim aslında. En azından üzerinde çalıştığım ya da merak sahibi olduğum herhangi bir konu hakkında araştırma yapabilirdim. Ama ben boş boş duvara bakmayı tercih ediyorum. Kocaman bir karınca sürüsü beynimden omuriliğime doğru ilerliyormuş gibi hissediyorum. Uykumu kaçıran derin bir yorgunluğun içindeyim.

 Son bir haftadır Austen üzerine düşünüyorum. Bir kadın olarak döneminde  gösterdiği inanılmaz çabayı ve pek de mutluluklarla dolu olmayan hayatını düşünecek olursak günümüz boş beleşçi,  kendini üstüne basarak "kadın" yazar adeden butik kahveci budalalarının yanındaki güzelliği ve cesur savaşı göz ardı edilemez. Gerçi bugün için de aynı savaşı vermeden iyi bir yazar olunabileceği konusunda derin şüphelerim var. Evet, belki birileri sırf kadın olduğumuz için okur yazar olamaz, düşünemez varlıklar olduğumuzu düşünmüyor. (Burada birileri derken akıl sağlığı yerinde olan birilerinden bahsediyorum. Zihninde böyle fikirler bulunduran insanları kaba tabiriyle organik bir israf bütünü saydığımdan onları hesaba katmadığımı bilmenizi isterim.) Yani demek istediğim durum cinsiyetler üstü bir noktada düğümleniyor.

  Açıkçası sorun vakit. İnsanlara yüklenen inanılmaz vakit sıkıntısı ki vaktin sadece geçimi sağlayacak ya da sağlayan çalışma ile öldürüldüğünü düşünecek olursak kalbi yazmakla dolu olan bir kişinin öngörülen bir açlıkla kelimeler arasında yapacağı seçim elbette ki zorlayıcı olacaktır. Tabi ki birileri bu kadar meşgul olunmadığını düşünebilir fakat sistemin baskıladığı o mükemmel yarış ve vaadedilen zenginliğe elbet bir gün ulaşılacağı fikri, her ne kadar saçma olduğu bilinse de içimize öyle işlemiş ki sistemin belirlediği üretimin dışında (Buna sistemin kazanç sağlayamayacağı konularda yazmak dahildir.) bir emek gösterildiğinde kişi tuhaf bir şekilde kendini suçlu hissediyor. Ve tüm yazmaya yöneltilmiş arzulara rağmen yaratma, kelimeleri dizme hali baltalanmış, yazmanın hazzı tam alınamamış oluyor. Yazma eylemi kişi için kıtlaştığı için kişide yazmaya karşı arzu kamçılanıyor ve eylem gerçekleşmedikçe bu eylemden alınacak haz beklentisi artıyor. Kişi şayet bu eylemi gerçekleştiremiyor ve büyük bir haz bekliyorsa eylemin hayaliyle en sonunda hastalanıveriyor. Aynı benim boş boş duvara bakıp tüm arzuma rağmen kalemi elime almaya yeltenmemem ve obsesif bir şekilde tercihler arasında içsel krizler geçirmem gibi.

28 Aralık 2018 Cuma

Mekanlarda-Taksi



 Çabuk unutmak gayet muhteşem bir özellik olduğu gibi kişinin, yaşadığına dair eminliğini de kökünden kazıyan bir şeydir. Tüm aşklarım, gezip gördüğüm ülkeler, yazdığım tonla şiir tarafımdan asla yazılmamış, ulaşılmamış ve hatta varlığından haberdar bile olunmamış çeşitli bilgilere çoktan dönüştüler. Hayatıma ve benliğime karşı geliştirdiğim bu karmaşık ve ani yabancılaşmalardan birini karlı bir akşamda, taksinin birinde yaşadım.

 Bende hatrı sayılır emeği olan ve vakit geçirmekten pek zevk aldığım, bir süredir beraber yaşayan bir çiftin evinden dönmekteydim. Hava hayli soğuktu ve elimde bilgisayar çantam vardı. Buzlanmış yolda korka korka yürümekteydim. Birkaç gün evvelinde düştüğümden ve vücudumdaki morluklar henüz geçmemiş olduğundan dikkatle yere bakıyor; düşersem bilgisayarım değil, kafam kırılsın diye bilgisayar çantasını olabildiğince geri tutuyordum. Bu sırada tüm günü gözden geçiriyor, hocaların planlarımı alt üst eden sınav ertelemelerine sövüyor, tüm bu birikmiş hayatı nasıl yetiştirebilirim diye kafa patlatıyordum. Sızlayan küçük kalp kırıklığımı da saymazsak, ki ben bunu ilgimi yönelttiğim kişiye asla bakmayarak ve varlığını tamamıyla zihnimden silerek elimine etmiştim, hiç de azımsanmayacak bir "sözde rasyonellik"(Türkçesi kişinin kendini olağanca çabasıyla aldatmasıdır.) içerisindeyim. Çiftin evinin yakınındaki pazar yolunu yürüdükten sonra kaymadan veya yaralanmadan yurda asla ulaşamayacağımı fark etmiş oldum ve taksiye binmeye karar verdim. Fakat etrafta tek bir araba bile yoktu. İçinde bulunduğum sessizliğin ve sokaktaki ıssızlığın derinliğinden ürpererek hızlı adımlarla yola doğru yürüdüm. Çok ani bir şekilde, pazarın karşısındaki ışıklarda bir taksi olduğunu gördüm. Bomboş yolun ortasından koşarak taksiye el salladım. Taksi yeşil ışık yandığı halde durmaya devam edince beni beklediğini anladım ve hiç kontrol etmeksizin taksiye bindim.

 Taksici kocaman renkli gözlü, orta yaşlı bir zattı. Hafif bir tonla iyi geceler diledi. Ben de hiç kontrol etmeden ve tedbirsiz bir şekilde taksiye bindiğim için gayet tedirgindim. Bu yüzden soğuk bir tonla karşılık verdim ve okula gitmek istediğimi söyledim. Sessizliğimizden birkaç saniye geçmemişti ki adamcağız yumuşak bir ses tonuyla aracına binen birkaç öğrencinin okulun ismini ingilizce söyleyerek ve tabiki beyefendinin anlamayacağını düşünerek kendisini aşağıladığı bir dizi olayı anlatmaya başladı. Başkaca konulardan konuştuğunu  anımsıyorum. Fakat ne oldukları hakkında tek bir fikrim bile yok. Şöfor ben ona soru soruyormuşcasına konu değiştiriyor, evet veya hayır diyordu. Halbuki ben sessiz bir şekilde onu dinliyordum.

 İçinde bulunduğum durumun tuhaflığının farkında olmama rağmen yolu izliyor, bezgince yurda ulaşmayı bekliyordum. Gözlerimin önünde yollar, ağaçlar ve aracın koltukları şekil değiştirip tuhaf bir şekilde aynı erkek figürüne evriliyor, tanıdığıma emin olduğum halde gözümde canlanan bu kişinin kim olduğunu kestiremiyordum. Aracın durmasıyla aniden sıçradım ve algılarımı dış dünyaya açtım. Sesimin son yankısı arabanın içinde gezinip zihnime erişmişti. Şöfor benimle ettiği muhabbetten çok keyif aldığını belirterek teşekkür etti. Söylenenlere hiçbir anlam veremeden parayı uzattım ve arabadan indim. Tüm yol boyunca adamla konuşmuştum.

27 Aralık 2018 Perşembe

Mekanlarda - Kahveci



 Yazmak ibadete dönüştüğü için bu kadar tanrısız hissediyorum. Kendim olmaya hiç vaktim olmadığından...
 Hayattan aldığı zevk, kişinin varlığını tanımladığı "o işe" bağlı olarak değişiyor. "Çok paraya gerek yok.",  diyorum. Yemek de yemeyebilirim. Tek ihtiyacım yalnızlık, odanın birinde, herhangi bir masanın ucunda savrulan birkaç kağıt ve kalem. İçimdeki bu tutkuya rağmen elimdeki nasırın zihnimde şekillenmiş hikayelerin bir sonucu olmaması ne acı. Halbuki ben nefes alışverişlerimi yazmaya bir neden sayardım.
Neyse ki uykudan çalmak diye bir kurum var. Meşrebine göre değişen eylemlerle döşenmiş bu muhteşem örgüt benim yaşamak için son şansım diyebilirim. Bir de zorunlu olarak okuyacak biri varsa karşımda,  bu pek tatmin edici. Çünkü bazen hayallerimde yazı yazdığımı görüyorum, sözcüklerimi dinleyecek bir kişinin varlığı, hayal ve gerçeği ayırmama yardımcı oluyor.
Eski günlerdeki gibi bir kahveciye oturup etrafı izleyerek birkaç örgü kuracak olursam diyebilirim ki bu küçük mekanda dikkatimi en çok çeken şey,  sevdiği kızın gözlerine aşırı bir muhtaçlıkla bakan, ailesinden yeni koptuğu pek belli bir üniversite talebesidir. Gözlerini, sevgilisinin gözlerinden ayırırsa kendinden eksilecekmiş izlenimi veren bu zat, beni geçmişimde karşılaşmaktan pek de hoşlanmadığım bir kadın figürünü hatırlamaya itiyor. Böylesine kendinden vazgeçiş ve tüm rasyonellikten sıyrılarak güvenme ve sevme hali bir deliliğin yavaşça bedeni sarmasından başkaca bir şey değildir.

26 Aralık 2018 Çarşamba

Umay


 Ve kişi, hatun ya da er fark etmeksizin, aşkını bulduğunda, gök ona Umay'ı indirdi sanır. Ben Umay'ı ilk gördüğümde, Tanrı ile karşılaşmış her ölümlü gibi korkmuştum. Başım kaldıramaz, Umay'ın sesinden ötesini seçemez olmuştum. Fakat Umay beni izlemekten vazgeçmedi. Derin derin memesini dayardı sanki ağzıma ki memesi yoktur sevdiğimin. Ama aşk öyle  farklı bir haldir ki bereketi yudum yudum zihne dizerek görülmeyen evreni gösteriverir. Böylece aşkın yöneldiği er ya da hatun kişi doğanın Tanrıçası Umay olur aşığın gözünde. Kendisi anlamsızlaşır,doğa ve yansımaları aşık kişide baki kalır.

1 Ekim 2018 Pazartesi

Duş



   Su tenimden hızla akıyor. Yurdun birbirine yaslanan duvarları arasında, loş bir ışıkla ve soğuk vururken sırtıma, yıkanıyorum. Yıkanmak denebilirse tabi buna. Ellerim rüzgarla sallanıp, ayaklarım kenetlenmişken gözlerim kapıdan süzülen damlaları izliyor.

  Neden hayatın bazı anlarında donup tüm kaderin ve yazgımıza girilen o kodların ağırlığında eziliyoruz? Neden sonrasını düşünme hali ve sürekli yeniden başlamaya olan o tuhaf cesaret vücudumda zuhur ediyor diye düşünmeden edemiyorum. Bir kişiliği, yaratımı suçlamıyorum. Akla girilmiş ilk bilgiyle ilgili meselem. Neden bu kasıklar, bu eller ve kalçalar? Yarım dürtüler ve aklın dolunayı, karanlıklarda geceyi aydınlatan mantıkla gerileyen duygular... Sınırlar, duvarlar, haklar, yargılanmalar, hırslar ve mutlu sonlar... Olay eğer yolsa sonun mutlu olması önemli değil, son mutlu değil. Hiç bitmeyen yollarımız, sonsuz zamanlarımız olsaydı bir şeyler mutlu olurdu. Evren karşısında sonlu olmanın içimizde yarattığı eziklik ve eksilik bizi, mutluluktan alıkoysa da sonu hazırlayan ve her şeye rağmen saldırgan egomuzu dizginlemek için bizi "yol"a zorlayan tek ve yegane şey.

  Gelecek hakkında söylenen hiçbir kehaneti olağanüstü bulmuyorum. Zaman bir oda. Ve içinde gelecek, geçmiş ve şimdi derin bir karmaşada. Anlar hep bir ağızdan konuşurken ve biz ileri geri, geçmiş gelecek iki boyutluluğundan çıkamayan zavallı ölümlülerken tuhaf bir acizlikte "doğru" denilen göreceli şeyi  tanımlamaya çalışıyoruz. Anne memesinden kopalı beri sırtımıza hançerlenmiş bu saçmalık, donmuş anlarımızı yöneten olgulardan başlıcası olsa gerek.

  Küçülüyorum. Suyla daha da eriyorum. Bir varlık sorgulansa da dünyanın pek de takmadığı bu yerinde, küf kokan bu yurtta, ben çökmeyi büyük bir ciddiyetle ele alıyorum. Ne düşündüğüm kimin umurunda? Ne düşündüklerini yüzyılları atlatmış ve milyonlarca insan leşi görmüş bu evren ya da o sonsuz genişleme ele alabiliyor mu? Bence, hayır. Elinde böyle bir yeti olsa yapar mıydı? Yapardı belki. Çünkü doğanın engellenemez karmaşası ve düzensizliği, aynı hayatımda olduğu gibi tüm saçmalıklar yığınını yoğurup varlığını daha tanımlayamadığımız yerlerde patlatıyor. Sonra büyük bir saçılma daha doğuyor. Patlamalar zinciri... Aynı bizimki gibi ya da daha farklı sonsuzluklar... Duşlar... Değersiz yaratıklar...Donup kalmalar...Ve su. Suyumsu...Ya da akan her neyse işte.

26 Ağustos 2018 Pazar

Katliam



       Ormanın ortasındayım. Kendini kurumaya bırakmış kocaman bir kütüğün üstünde çırılçıplak oturuyorum. Geometrisi beni yüzyıllardır şaşırtmış, göğe uzanan ağaçların arasında yükselen bir sesi, bir değişimi izliyorum. Ağaçlar insandan olmayan bir uzuv geliştirmiş. İnsan dediğim karnının altındaki kanlı yuvadan bedenler çıkaran yaratık olarak tanımlanmış  ormanın ve yeni zamanın tüm zeminine yayılmış bildirilerde. Ve o bildirilerde balta sesinin yansımaları yazılı. Yeni din, " O dalların bir anlamı kalmadı.", diyor inananlara. Tüm insanlar yeni dine inanıyor.

  Devrilmiş bir kütüğün üzerine, bu çıplaklıkla oturabilecek tek insan ben kaldım. Çünkü balta sesleri ve yeni dininin neşeli şarkıları yaklaşırken tüm hırsımla, o son atı ben sürmek istiyorum. İnsan kendi varlığını doğru şekilde tanımladığından beri, bu ağaçların dallarından akan o beyaz, yapışken şeyin ziyan hali; biz insanları tüm ağaçların yapabileceklerinin çok ötesinde bir kudrete sahip olduğumuza inandırdı. Bu inançtır bizi baltalara sarıldıran. Çünkü çok uzun süredir o ağaçların gölgesinde, o ağaçlara taparak yaşamaktaydık. Çenelerimizin altına biriktirdiğimiz suskun kinin zehri ve bu zehri tetikleyen milyonlarca aşağılayıcı söylem ikna ediyor bizi ormanlara hükmetmeye.

 Elbette biz de koruyoruz bazı esrik ağaçları. Ruhu insanlaşmış olanları... Hiç kan dökmemişleri, ağaç ve insanı ayırmamışları, varlığını ormanlardan öğrendiği gibi diğer tüm canlılardan üstün saymamışları ki bu ağaçlar, zamanın tüm sayfalarını görmüş ve her bilgiyi bir insanla deneyimleyecek cesarete sahip olanlardı.

  Davul sesleri, yeni dinin taşıyıcılarının bağırtıları ilerliyor. Ağaç özüyle karışıp bacaklarımdan süzülen kan, güzel bir atın sırtında kazanılmış bir zaferin hediyesi gibi. Saçlarım çıplak vücuduma yapışmış. Diğer insanların,  tüm saçlıların nefesini ve şefkatini bekliyorum.

"Doğada biz doğuran çıplaklar, toprakta sürünüp birbirimize sarılarak,ancak can buluruz!"

  Gırtlağı yırtarak çıkan ilahiler tüylerimi diken diken ediyor. Rüzgar, ağaçların yapraklarını her hareket ettirdiğinde; ağaçlardan korku dolu fısıltılar yükseliyor. Baltalar birbirine vuruluyor. Ve yüzyıllarca susturulmuş binlerce kahkaha büyük bir hınçla ormanın taşlarında yankılanıyor.

 Tuhaf bir çığlık... Bildiğimden mi ağaçların dilini? Ben edindiğim tüm ilimleri, ticareti ve yazmayı ağaçlar arasında öğrendim ki ağaçlar benim hep en iyi dostlarım olmuştu. Teker teker söküyorlar hepsini. Çığlıkları kasıklarıma doluyor. Kulaklarımı kapatıyorum. Tüm o vurmalı çalgılar ve zafer şarkılarıyla birlikte acı çeken milyonlarca erk yıkılıveriyor.

   Özgürlüğün ve iktidarın bir dudağın etrafında toplanması beni zevkten dört köşe ederdi eğer bilmeseydim ağaçların dilini. Şimdi acılar içinde kıvranmış milyonlarca saçlı gibi onlar da bağıra bağıra koparılıyor hayatın ruhundan. Dişlerim titriyor her çığlıkta. Çenemin takırdamasını durduramıyorum.

"Ya ormanın yetiştirdiği yeni yetme fidanlar? Onlar suçlu mu ki?"

  En kısasından en ulusuna kabaran katliam... Durmaya niyeti olmaz zaten, kendi kudretini görmüş saçlının ki her saçlı birbirinin dudaklarını tattıysa gerek yok ağaçların gölgesinde oturmaya. Çünkü göğe dokunmak bir hamamdan, kapalı kapılardan ve deneyimlenmiş o antik öpüşlerden daha yakın.

"Evladın kendinden, evladın Tanrı'dan, evladın da artık insan.
  O ağaçlar bilinçsizce kazdığından beri kendi kuyusunu
  Üreterek emini yan yana gelmiş aynı iki harfin, iki genin
  Bölünüyor insan, kendi gibi insana,
  Hiç oturmadan bir ağacın dalına."

 Çığlıklara ağlayarak eşlik ediyorum. Bir varlığın dilini öğrenmek, o varlığı anlamaya eştir. Ama o varlığın zulmünü anlamamak da gerekir. Eğer kanunuysa bu zulüm doğanın,doğanın suyunu sıkıp yeni kanunlar yazmak gerekir. Göğsüm parçalanıyor. Haklılığıma katlanamıyorum. Yerde çırılçıplak sürünerek hezeyanın dalgalarında savruluyorum. Baltalar yaklaşıyor, çığlıklar boğuluyor .Acılar içinde sarılıyorum kocaman bir ağacın köküne. Kökünden dinliyorum sesini:

"Kimseye dur demeye değmez. Acımasızlık, bir başka acımazsızlığın nedenidir. Nasıl bu döngüyü sökebilir ki yargılar? Kim silebilir kemikleri parçalanarak tecavüze uğramış üç yaşında bir kızın çığlıklarını? Ya  da her sene bir başkasını doğurup, kendi cinsine düşmanca yetiştirilerek dövülmeye mahkum bir kadının üstüne başka bir kadın getirildiğinde yaşadığı aşağılanmayı ? Bu hikayede dökülmüş kanlar, kaybolmuş ruhlar var! İşte bu yüzden baltaların altında parçalanmak isterim. Zulmü etmedim ama izledim. İzledim ve konuşmadım. En korkunç suç budur işte. Susup, kabul edip, katliamı yaşatmak.

  Şimdi çocuk benim adıma ağlama. Bir kurt, ormanın ıssız bir yerinde öldüğünde nasıl doğanın kanunu bu diyorsan öyle kabullen ve oyna ritüellerinde dininin. Aramızdaki bilgeler seni bunun için asla yargılamaz. O yüzden çığlıkları duymanı sağlayan şu algıyı içinden sök at. Vur yerde yatanı, içinde yaşasa da ayağı kırık bir at!"

  Şimdi etrafıma toplanmış insan sürüsünü, meşalelerini ve birbirine sürten baltalarını hissebiliyorum. Gözlerim ağlamaktan kapanmış olsa da göz kapağımın ardında sürüler uzanıyor. Bir balta daha kalkıp inerse öleceğim derken, yükselen metal, köklerine sarıldığım ağaca haykırmaktan geri durmayacak. Ve son çığlığını duyup bu ormanın, tüm bu yaşananları unutup ritüellerde dans etmeye, bir ırkı yüceltmeye devam edeceğim, ne yazık ki. Ağacın şu titreyişini duyup hiçbir şey olmamış gibi davranacağım her insan gibi:

 "Hayır! Siz de şunu unutmayın! Bu ormanı insan ekti. Fidanları insan ağaç etti, o halde neden insan olmayı öğretemedi? Anlayın, bu fidanlar sizin elinizden geçti. Peki suç sizde de değil mi? Hayır, ama hayır! Bu ormanlar fidanken sizindi, o zaman katliamlar da sizindi! Madem insan olma kudreti sizdeydi, bizi neden insan etmediniz! Hayır! Sonsuza dek hayır!"

30 Nisan 2018 Pazartesi

Helvegen





      Onlar savaşçıydı, onlar dost
      Aynı güne uyanan.
      Biri evvel gitti,diğeri kaldı.
      Ama giden, dostluğun sadakatini taşımaya devam etti.

     Onlar savaşçıydı,onlar dost
     Aynı geceye uyuyan.
     Biri evvel gitti, diğeri kaldı.
     Ama kalan, ölü toprağı beslemeye devam etti.

 Efsane, iki zavallının sıkı sıkı tutunduğu tek hazine
 Efsane, bir ayyaş ve bir keşiş hakkında.
 Ve yanılgısı, mutluluğun, dibi görünen bir şişe ve Tanrı'da aranmasının.
 Mutluluk, ancak, birbirine yaslanmış omuzlarında dostların.

     Onlar savaşçıydı, onlar dost
     Özünde aynı günahın masumları.
     Sonunda ikisi de gitti, kimse kalmadı.
     Ama sevginin şiiri söylenmeye devam etti, sonsuza dek.

    

15 Mart 2018 Perşembe

Aşk, Yolculuklarımız ve Sen


     Sonra... Gözümü açtım ve... Aşık oldum. Baharın ilk yumuşak esintisi, seni  nasıl özledim bilemezsin. Yumuşak karnını ve eğlenceli konuşmaları... Hatırlar mısın, en muhteşem sevgilim, arabayla yaptığımız yolculukları? Yüzüne yansıyan güneşi, yola verdiğin dikkati ve beni sonsuz bir "ben" olarak anlamanı...
  En güzel zamanlarım hep seninle diyemem. Çünkü en güzel zamanlarım senin varolduğun her an. Doğum günün kutlu olsun, gerçek tarihini bilemezsek de doğumunun.
  Kahvenin boğazımdan güzelce kaydığı bir sabaha uyanalım hadi. Sen kahvaltıyı hazırlamış ol sabahın beşinde. Yudumlamadan kafeini gitmeyelim bir yerlere. Bizim siyah atın arkasını çayla, börekle ve çekirdekle dolduralım; belki egenin en ağaçlık yerinde durur, bitiririz her şeyi. Yine çayı dökerim aptal bir sürücünün önümüze kırmasıyla ve küfürlerinle yanmış dilimi dışarı çıkara çıkara gülerim. Sonra sen korkarsın canımın yanmasından. Zaten doğduğumdan beri senin sorunlu evladın ve küçük yırtık seslinim. Yine de sen bu ayakkabısını bile bağlayamayan, yazamayan, yazdı mı da dünya haritasına yakın anlamlar çıkaran komik yaratığı seviyorsun.
  Gidelim sevgilim, bizi kimsenin bulamayacağı yerlere. Küçük bir ceylanı sırtlat bana, ceylan huysuzlansın, biz umursamazca kavga edip sarılmayı bilelim; o küssün, biz barıştıralım. Nasıl olsa kopamayız birbirimizden. Sen bana vuramazsın, kızamazsın. Çünkü ben eksik ve aptalım.
   Acıyarak, yücelterek, korkutucu bir merhametle bak bana deniz kıyısında. Denize koşun küstüm otuyla, ben sizi izleyeyim. Güneşin batışı, savrulan saçlarınız ve tuzun boğazımı, hormonlarımı coşturan derinliğinde cennetimi tanımlayayım.
  Sen kraliçesin, kralımız yok. Bense seni güldüren hokkabaz. Sana her şeyi anlatayım, anlattıklarımı  hep eğlenceye vurayım. Ağlanacak hallerimize gülelim, eleştirilmesi gereken yanlarımızı kuma yazayım, dalgalar kapıp götürsün. Belki evrenin bir anında mükemmel oluruz diye güzel kadınım, dilimi yazı beklemeye çevirip, güneşin tadını alayım. Bilirsin, her şeyi tadarım. Sağolsun tükenmeyen boşluğum, yemekle dolmaz ama ben çabalarım. Sen bunu izlersin. Sen bana yine gülersin. Gülmekten yoruluruz. Bırak, hayatımın tek bağı, seni yorulmaktan bile kıskanayım. Yorgunluktan sevgini gösteremediğin zamanlarda gözlerindeki baygınlığı izleyip yüreğini anlayayım. Sana kızayım başka çocukları büyüttüğün, annelik ettiğin, dünyayı anlattığın zamanları yüzüne vura vura.
   Kumlu ayaklarım, çiçeğim... Kumlu ayaklarımla bineyim arabaya. Kız ama kızama çocukluğuma. Parktan eve gelip odaları batırdığım zamanları hatırla, çıldırasıya şefkat duy bana. Küçük askerin, korkusuz kız çocuğu, her şeye muhalif kişilik... Beni sen böyle yarattın, canım tanrım. Belki bu yüzden kızamıyorsun bana. Hangi tanrı kendisine benzeyeni afaroz eder ki? Sen değil. Sen gördüğüm en şefkatli tanrısın. Doğurmuş, doğurulmuş ve en beşer... İşte bu yüzden sana tapmaya doyamam ya. Biliyorum, şimdi neye doyduğumu merak ediyorsun. Ben hayat fışkıran küçük yavrun, bıktırmadığın çocukluğumla varolan her güzel şeyi yiyeceğim. Söz, asla aç yatmayacağım, karşıdan karşıya geçerken dikkatli olacak ve evde yalnızken kimseye kapıyı açmayacağım. Kimseye kendimi üzdürmeyecek, her ilham veren şeyi izleyeceğim. Seni seviyorum, beyaz yaratıcı. Pamuktan beyaz hatta... Verdiğin bu hayatı, emanetini istediğin gibi teslim edeceğim. Doğum günün kutlu olsun; anne, tanrı, arkadaş ya da her neysen işte.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Ahtapot, Cthulhu Mitosu ve Komşum Totoro


    Ben ne ile çevrili olduğumu biliyorum. Dalgaların genişliği, kızıp köpürmesi, yaşadığımı sandığım ama denizin içinde kaybolan tüm bu değişimler bir zıpkının kalbime saplanmış ya da saplanacak olmasından daha hafif değil. Evet, ben bir denizciyim. Denizci dediğim, ufacık kayığımla, hayatımın belirsiz bir zamanından beri bu koca mavilikte bekleşmekteyiz.
  
    "Bir çaresizlikten ibaretim şu denizin ortasında.
     Önümde kocaman bir canavar şahlanmakta,
     Parlayan yeşil gözleri ve dokunaçlarıyla acıyacak bana,
     Ama beni bu işkenceden kurtarmayacak, biliyorum."
 
   Objektif olmak gerekirse bu derin mavilikte yalnız değilim. Arkamda sürekli birilerine seslenen, içi kitaplar, filmler ve oyuncaklarla dolu bir gemi var belli belirsiz ışığını gördüğüm. Sürekli aynı anonsla varlığını hissettiriyor bana: " Sevgili deniz sakinleri, Komşum Totoro çizgi filmini izleme günlerimiz başlamıştır. Özellikle denizde kaybolmuş Mei'ler siz de davetlisiniz."

  Sonra üstüne basarak tekrarlıyor:"Denizde kaybolmuş Mei'ler siz de davetlisiz!".
 
   Aslında çok güzel bir teklif, heyecanlı ve gidilesi. Fakat önemli bir sorun var ki ben geminin nerede olduğunu bir türlü göremiyorum. Sadece belirsiz ışığını, sesini ve içinde bulunmanın verebileceği muntazam huzuru somut bir şekilde kavrayabiliyorum. Bunun dışında ona nasıl ulaşılır, gittiğimde gemiye ne şartlarla alınacağım bilemiyorum. Açıkçası birkaç kez sese doğru yüzerek ona ulaşmayı denedim fakat kayığımı kaybedecek olma korkum beni her defasında engelledi. 

  Kayığımın da tabi öyle ciddiye alınası bir varlığı yok, paramparça olmuş durumda. Her an su aldığını söyleyebilirim. Tuhaf işte, nedensiz bir şekilde bu sıkıcı, eskimiş tahta kütlesini bırakıp içinde çok güzel oyunların olduğu, hikayelerine kahkalarla gülebileceğim bir cennete gidemiyorum. Yani umarım, o cenneti ben kafamda kurmuyorumdur. Çünkü çok uzun zamandır buradayım ve çoğu zaman hayali gerçekle karıştırabiliyorum.
 
   Geminin sesi hafifçe arkama yayılırken gökten gelen derin gümbürtü de benimle konuşuyor sanki. Boğuk, belirsiz, tanımlanamayan, güvensiz sesler yükseliyor tepemde. Altında kaynayan denize arka çıkar gibi beni daha derine, sonra tekrardan dalganın tepesine ve sonra suyun dibine gönderiyor şimşekler. Çoğu zaman böyle ürkütücü ve dalgalı olmasına, tehlike arz etmesine rağmen, bugün daha kaygı verici bir su kütlesiyle karşı karşıyayım. Sanki,denizin altında uzanan dağların çöküşü bu kıyametin sebebi.
 
   Artık dalgalar bir bina boyuna ulaştı. Teker teker kopuyor kayığın parçaları. Kayığım paramparça oldu, gitti.Özleyeceğim tek bir anı yoktu içinde. Ben de sağlam kalan tek tahta parçasına sarılıyorum. Ayaklarımı balığın biri gelip yutsa hiçbir şey hissetmeyeceğim soğuktan. Suya batıp çıkan bedenim ve dalgalara meydan okuyan güçsüz bir tahta parçasıyla bir buz kütlesine dönüştük. Beynim uyuştu, dilim çatladı; ardımdaki gemiye seslenemiyorum. Soğuk beni iyice ketumlaştırdı, hiçbir şey anlatamıyorum. Sadece göğün gümbürtüsünü dinliyorum. İyice baygınlaşıyorum. Fakat aniden, belki de ölüme yaklaşmanın verdiği bir his, bir sıcaklık, bedenimin altında hareket eden yumuşak bir doku beni bayılmaktan alıkoyuyor. Ağlamaya başlıyorum. Boğulmak, denize gömülmek istiyorum ama öyle bir içgüdüyle sarılmışım ki o çaresiz tahta parçasına, ölemiyorum.

   Deniz hırsla belli bir kütleye çekilmeye başladı. Sanki bir şey hareket ediyor derinlerde. Korku içinde yardım dileniyorum:

"Komşum Totoro! İzleyecek biri var! Denizde kayboldum! Komşum Totoro!"

   Kimse duymuyor. Böylece sona yaklaştığımı anlıyorum. Çaresizlik içinde bırakıyorum, uzvum haline gelmiş tahta parçasını. Geminin denizi aydınlatan kısık ışığına iç geçirip suya dalıyorum. Daldığım an fark ediyorum altımda kıpırdandığını hissettiğim yumuşak dokunun kaynağını. Koskocaman bedeni, kabarıp açılan, sayısı belirsiz, devasa dokunaçları ve yeşili parlayan tuhaf manalı gözleriyle Howard Lovecraft'ın bahsettiği, Edgar Allan Poe'un varlığını çaktırdığı, bir kurgu karakteri olduğunu sandığım o muntazam yaratık, Cthulhu bu. Ölü uykusunda bekleyen, dünyanın eski sahibi, dev ahtapot Cthulhu.

  Karşı karşıya olduğum bu çıldırının zamana uyandıran etkisiyle su yüzüne çıkıyorum. İçimde ustaların bilgisine saygı ve derinleşen bir korkuyla bakıyorum insanlığın saklanmış gerçeğine. Tuz, suyun ekşiliği, dalgalar ve soğuk artık beni ölüme götürüyor. Çırpınıyorum, kurtarılmayı bekliyorum. Yaratık bana iyice yaklaşıyor. Gözlerinin yeşili büyüyor ve samimiyetsizce parlıyor. Artık bitti, bunu biliyorum. Ölümün geldiğini kabullenerek beklemenin kalbi yırtan acısını hissediyorum. Çözümü yiten koşullarıma çözüm aramaya çalışıyorum. Canavara kalbinin gümbürtüsünü duyacak kadar yakınım. Reddedilemez bir kesinlikle bakışıyor benimle, gözlerini dikiyor gözlerime.
 
   "Küçücük bir zavallıyım şu denizin ortasında.
    Önümde gerçekleşen bir efsane şahlanmakta.
    Parlayan yeşil gözleri ve devasa dokunaçlarıyla acıyarak bakacak bana,
    Ama beni bu işkenceden kurtarmayacak, biliyorum."

  Yaratık belli belirsiz, dili bende unutulmuş dualarla kükrüyor karşımda. Hareketi artıyor, çekiliyor ve uzaklaşıyor benden.

  "Gidiyor musun? Gitme Tanrı'nın cezası, dokunaçlarının arasında boğ beni! Dalgaların ortasında ölümümü bekleyerek parçalanacağım, gitme!"

  Kitaplardan sığ bir merakla okuduğum, gerçekliğini keşfettiğimde beni onurlu bir ölüme götüreceğine inandığım, o ihtişamlı yaratık karanlıkta kayboldu, gitti. Beni çaresiz bakışlarım ve sessizleşen çığlıklarımla başbaşa bıraktı.Bense artık üşümenin ötesine geçiyorum. Kalbim buz gibi. İsmim bir yerlerde kayboluyor. Saçlarım yolundu, dağıldı. Artık dayanamıyorum. Bırakacağım. Yüzmeyi bırakacağım. Batıyorum. Aklımda birkaç cümle. Kelimeler... Çok yazılası... Yazı... 10 Mart 1997... Kızınız doğdu. Kızınız... Sen... Sen benim evladım... Sen benim evladım değilsin. Artık...
                                                           
     Güneş gözümü parçalıyor. Kemiklerim dibine kadar ısınmış. Kafamın altında sert bir şey var. Gözlerim tuzdan yanıyor, etrafımı seçemiyorum. Kafamın altındaki kalın şeyi ellerimle yokluyorum. Kafamın altında kitaplar mı var? Tahtadan bir zemine uzanmışım, zemin sallanıyor. Çok yakınımda bir yerde bir anons geçiliyor: "Sevgili deniz sakinleri, Komşum Totoro izleme etkinliği az sonra başlayacaktır. Lütfen etrafınızdaki en yakın oyuncağı kapınız ve izleme alanına geliniz! Son çağrı..."
                                                                                                                       
 Ablama…

 (Büyük kıyametlerin koşulsuz sevgi, bitmeyen çocukluk ve bilgiyle aşılabileceği inancıyla)
                                                                                                                            
 Mei