26 Ağustos 2018 Pazar

Katliam



       Ormanın ortasındayım. Kendini kurumaya bırakmış kocaman bir kütüğün üstünde çırılçıplak oturuyorum. Geometrisi beni yüzyıllardır şaşırtmış, göğe uzanan ağaçların arasında yükselen bir sesi, bir değişimi izliyorum. Ağaçlar insandan olmayan bir uzuv geliştirmiş. İnsan dediğim karnının altındaki kanlı yuvadan bedenler çıkaran yaratık olarak tanımlanmış  ormanın ve yeni zamanın tüm zeminine yayılmış bildirilerde. Ve o bildirilerde balta sesinin yansımaları yazılı. Yeni din, " O dalların bir anlamı kalmadı.", diyor inananlara. Tüm insanlar yeni dine inanıyor.

  Devrilmiş bir kütüğün üzerine, bu çıplaklıkla oturabilecek tek insan ben kaldım. Çünkü balta sesleri ve yeni dininin neşeli şarkıları yaklaşırken tüm hırsımla, o son atı ben sürmek istiyorum. İnsan kendi varlığını doğru şekilde tanımladığından beri, bu ağaçların dallarından akan o beyaz, yapışken şeyin ziyan hali; biz insanları tüm ağaçların yapabileceklerinin çok ötesinde bir kudrete sahip olduğumuza inandırdı. Bu inançtır bizi baltalara sarıldıran. Çünkü çok uzun süredir o ağaçların gölgesinde, o ağaçlara taparak yaşamaktaydık. Çenelerimizin altına biriktirdiğimiz suskun kinin zehri ve bu zehri tetikleyen milyonlarca aşağılayıcı söylem ikna ediyor bizi ormanlara hükmetmeye.

 Elbette biz de koruyoruz bazı esrik ağaçları. Ruhu insanlaşmış olanları... Hiç kan dökmemişleri, ağaç ve insanı ayırmamışları, varlığını ormanlardan öğrendiği gibi diğer tüm canlılardan üstün saymamışları ki bu ağaçlar, zamanın tüm sayfalarını görmüş ve her bilgiyi bir insanla deneyimleyecek cesarete sahip olanlardı.

  Davul sesleri, yeni dinin taşıyıcılarının bağırtıları ilerliyor. Ağaç özüyle karışıp bacaklarımdan süzülen kan, güzel bir atın sırtında kazanılmış bir zaferin hediyesi gibi. Saçlarım çıplak vücuduma yapışmış. Diğer insanların,  tüm saçlıların nefesini ve şefkatini bekliyorum.

"Doğada biz doğuran çıplaklar, toprakta sürünüp birbirimize sarılarak,ancak can buluruz!"

  Gırtlağı yırtarak çıkan ilahiler tüylerimi diken diken ediyor. Rüzgar, ağaçların yapraklarını her hareket ettirdiğinde; ağaçlardan korku dolu fısıltılar yükseliyor. Baltalar birbirine vuruluyor. Ve yüzyıllarca susturulmuş binlerce kahkaha büyük bir hınçla ormanın taşlarında yankılanıyor.

 Tuhaf bir çığlık... Bildiğimden mi ağaçların dilini? Ben edindiğim tüm ilimleri, ticareti ve yazmayı ağaçlar arasında öğrendim ki ağaçlar benim hep en iyi dostlarım olmuştu. Teker teker söküyorlar hepsini. Çığlıkları kasıklarıma doluyor. Kulaklarımı kapatıyorum. Tüm o vurmalı çalgılar ve zafer şarkılarıyla birlikte acı çeken milyonlarca erk yıkılıveriyor.

   Özgürlüğün ve iktidarın bir dudağın etrafında toplanması beni zevkten dört köşe ederdi eğer bilmeseydim ağaçların dilini. Şimdi acılar içinde kıvranmış milyonlarca saçlı gibi onlar da bağıra bağıra koparılıyor hayatın ruhundan. Dişlerim titriyor her çığlıkta. Çenemin takırdamasını durduramıyorum.

"Ya ormanın yetiştirdiği yeni yetme fidanlar? Onlar suçlu mu ki?"

  En kısasından en ulusuna kabaran katliam... Durmaya niyeti olmaz zaten, kendi kudretini görmüş saçlının ki her saçlı birbirinin dudaklarını tattıysa gerek yok ağaçların gölgesinde oturmaya. Çünkü göğe dokunmak bir hamamdan, kapalı kapılardan ve deneyimlenmiş o antik öpüşlerden daha yakın.

"Evladın kendinden, evladın Tanrı'dan, evladın da artık insan.
  O ağaçlar bilinçsizce kazdığından beri kendi kuyusunu
  Üreterek emini yan yana gelmiş aynı iki harfin, iki genin
  Bölünüyor insan, kendi gibi insana,
  Hiç oturmadan bir ağacın dalına."

 Çığlıklara ağlayarak eşlik ediyorum. Bir varlığın dilini öğrenmek, o varlığı anlamaya eştir. Ama o varlığın zulmünü anlamamak da gerekir. Eğer kanunuysa bu zulüm doğanın,doğanın suyunu sıkıp yeni kanunlar yazmak gerekir. Göğsüm parçalanıyor. Haklılığıma katlanamıyorum. Yerde çırılçıplak sürünerek hezeyanın dalgalarında savruluyorum. Baltalar yaklaşıyor, çığlıklar boğuluyor .Acılar içinde sarılıyorum kocaman bir ağacın köküne. Kökünden dinliyorum sesini:

"Kimseye dur demeye değmez. Acımasızlık, bir başka acımazsızlığın nedenidir. Nasıl bu döngüyü sökebilir ki yargılar? Kim silebilir kemikleri parçalanarak tecavüze uğramış üç yaşında bir kızın çığlıklarını? Ya  da her sene bir başkasını doğurup, kendi cinsine düşmanca yetiştirilerek dövülmeye mahkum bir kadının üstüne başka bir kadın getirildiğinde yaşadığı aşağılanmayı ? Bu hikayede dökülmüş kanlar, kaybolmuş ruhlar var! İşte bu yüzden baltaların altında parçalanmak isterim. Zulmü etmedim ama izledim. İzledim ve konuşmadım. En korkunç suç budur işte. Susup, kabul edip, katliamı yaşatmak.

  Şimdi çocuk benim adıma ağlama. Bir kurt, ormanın ıssız bir yerinde öldüğünde nasıl doğanın kanunu bu diyorsan öyle kabullen ve oyna ritüellerinde dininin. Aramızdaki bilgeler seni bunun için asla yargılamaz. O yüzden çığlıkları duymanı sağlayan şu algıyı içinden sök at. Vur yerde yatanı, içinde yaşasa da ayağı kırık bir at!"

  Şimdi etrafıma toplanmış insan sürüsünü, meşalelerini ve birbirine sürten baltalarını hissebiliyorum. Gözlerim ağlamaktan kapanmış olsa da göz kapağımın ardında sürüler uzanıyor. Bir balta daha kalkıp inerse öleceğim derken, yükselen metal, köklerine sarıldığım ağaca haykırmaktan geri durmayacak. Ve son çığlığını duyup bu ormanın, tüm bu yaşananları unutup ritüellerde dans etmeye, bir ırkı yüceltmeye devam edeceğim, ne yazık ki. Ağacın şu titreyişini duyup hiçbir şey olmamış gibi davranacağım her insan gibi:

 "Hayır! Siz de şunu unutmayın! Bu ormanı insan ekti. Fidanları insan ağaç etti, o halde neden insan olmayı öğretemedi? Anlayın, bu fidanlar sizin elinizden geçti. Peki suç sizde de değil mi? Hayır, ama hayır! Bu ormanlar fidanken sizindi, o zaman katliamlar da sizindi! Madem insan olma kudreti sizdeydi, bizi neden insan etmediniz! Hayır! Sonsuza dek hayır!"