Dikenlerin
ayaklarıma saplanmasına aldırmadan yürüyorum. Hava esintili. Kucağımda
gözlerini merakla doğaya açmış bir çocuğun sıcaklığı, dudaklarımda eskilerden,
çok eskilerden hayata tutunup gelmiş bir dilin tınıları var. Tüm parçalarımla
beni olgunlaştıran bu şarkının sözleri artık,
olağanca gücüyle bana sarılmış bebeğin mirası; etrafımızı çevreleyen
ağaçların gölgesi hikâyelerini yazdığı yer, onun kaçtığı köşe, en güzel
serinliği.
İçimde vazgeçmenin burukluğu olsa da bu
küçük yüreğe bırakacaklarımı düşünerek, beni hayata bağlayan inancımın gereği
her yaprağa, ağaca ve göğe taparak otlarla kaplı yolda ilerliyorum. Şehirleri
özlemiş değilim, şehirlerdeki insanları özlemiyorum. Tüm varlığımla, bir gün ölecek olmanın verdiği
anlam ve sadelikle plan yapıyorum. Likör için vişneleri kuruturken de, toprağı
döverken de, şişen mayayı izlerken de düzenliyorum geleceği. Çünkü bu çocuk
gözlerimin içine bakıyor. Ellerinden tutup yürütmeye çalıştığımda, her adımında
kafasını kaldırıp takdir etmemi bekliyor. Bırakamamam bu yüzden. “Sen zaten bırakmayacaktın!’’, diyenlerin
arasından geçer gibi geçiyorum kurumuş otların arasından. Dutların altında ekmek yapan kadınları
selamlıyorum hafifçe gülümseyerek. “ Vazgeçmişliklerimin, sırtımdan attığım
yüklerin yarattığı hafiflik olmazsa bırakacaktım.’’, diyorum.
Eteğim bacaklarıma dolanıp terime
karışıyor. Gençliğin ateşini çoktan püskürttüm. Bu yüzden açılan bacaklarıma
takılan genç gözleri görmüyorum bile. Eskiden olsa omuzlarım kadın olmanın
kırıtkanlığıyla havada süzülürdü. Şimdi olabildiğine serbest kalmış, havaya
karışmadan toprağa da kavuşmadan benimle ilerliyorlar. Roza’m da sıcaktan
mayışmış. Üflemelerime gülücükler
atmıyor artık. Uyku ağustos çocuğunu çoktan sarmış. Bu beni dinginliğe
sürüklüyor.
Yaklaştığımızı fark ederek gülümsüyorum.
Tepe karşımızda yükseliyor. Roza’m tamamen uykuda. Elleri her hareketimde sallanıp sıcaktan
bükülmüş bedenime değiyor. İçimde
serbest kalacak olmanın huzuru ve bitişin muhteşem ferahlığı var. Düşündüklerim
birike birike upuzun bir kâğıdı doldurdu.
Tüm anılarım tekrardan hissedildi. Güneş
tepenin ardına geçti ve akşam serinliği vurdu yüzlerimize. Anneannemin mezarı arkamda kaldı. Arkama
bakmayı, korkmayı bıraktım bizi izlediğini bildiğim için. Dedemi andım hınzır
bir gülüşle.
Eskiden çok gelirdim bu tepeye. Son zamanlarda
bırakmıştım. Tekrardan bu yolları geçmek, beni bir hayli mutlu ediyor.
Gülümsemem tüm yüzüme yayıldı. Yolun her köşesini hatırlayabilmiş olmak güzel
geldi. İçim serinledi ve dudaklarımdan kucağımda baygın gitmiş çocuğun anlına
vardı. Bu serinlik şehirlerin tedirginliğini yıktı ve sırtımda bir kıpırdanma
sardı varlığımı. Huzurun bu hali hiç
yaşanmamış olmalıydı. Yüzyılların şanslısı bendim sanki. Tüm geçmiş, kötü
anılar böylece unutuldu. Sırtımdaki ağırlık genişledi. Masmavi tüy aldı
kollarım. “Kuzgun olmak isterdim, bu
alacalılık, bu boyalı kanatlar nereden böyle?’’, diye düşündüm. Hele de
vazgeçerken bu renklilikten. “ Sırası, o zaman gökyüzünü her renge boyamanın.’’,
dedim seslice. Roza’m neşeli seslenişlerimden etkilenip kıpırdandı.
Gülümseyerek kaldırdı başını göğsümden.
“Ulaştık mı abla? Zamanı şimdi mi?’’
“Hayır, zamanı daha değil çocuğum, az kaldı.
Tepe derin ama ben yorulmam bilirsin. Akşam çökmeden varacağız.’’
Adımlarımı hızlandırdım. Kalbim
heyecanının bir başka doruğunda çarpıyor, çarpıntım kucağımdaki tapınılası
beyazlığı güldürüyordu. Yavaştan Ulu
Ağaç göründü. Dedem bile bilmiyordu yaşını. Babasına sormuş, o da bilmiyormuş.
Bazılarına göre o hep buradaydı. Bazıları kesin yaş söylüyor, 400 yıllıkmış.
Bana kalırsa bunun bir önemi yok. Artık kökleri her yerimizi kaplamış durumda. Bundan
ulu bir yaşam olamaz ki kudreti, on dakikalık yoldan gözüküyor yapraklarıyla. Eskiden iki kişinin bile sarılarak
tamamlayamadığı kalınlığı artık devasa boyutta.
Yaklaştıkça bazı şeyleri tekrarlamaya,
Roza’mdan sözleri almaya başladım. Yüzünde çok kere anlattığım için bir sıkılma
ifadesi olduysa da hassasiyetimi anlıyordu. Anlattıklarımı anladığını
biliyordum. Ruhu bunun için hazırdı. Yine de yineledim:
“ Gülmeyi
bırakmak yok! Hangi yaşta olursan ol oyun oynamayı bırakma. Bildiklerini
herkese anlat. Öğrendiklerini büyütmekten vazgeçme. Çocukluğundan faydalanmak
isteyenler olacak. Onlar saray hokkabazlarının gereksizliğine ve aptallığına
inananlardır. Fakat en çok onlar, illüzyonların büyü olduğuna inanırlar.
Önemseme. Şiir yazmayı ihmal etme. Çok
sevdiğin insanlara sevgini söyleyemeyecek kadar ketumlaşıp içine çekildiğinde
şiirler en iyi dostun olacak. Son olarak da renklerinden sakın vazgeçme.’’
Artık kanatlarım göğe kadar açılabiliyor.
Ulu Ağaç karşımda. İndiriyorum yer bezini, kuru toprağa seriyorum. Etrafım
çiçek doldu. Sarılıyorum Roza’ma. Gülümsüyor dolu dolu. Bırakıyorum bezin
üzerine. Gözleri kızarıyor ama gülücükleri havada kocaman bir balon. Artık
çocuğun ilgisi kanatlarımda. Konuşabildiğini unutuyor. Ama anlattıklarım kural
kafasında. Ellerini gülerken ağzına götürüp sesini boğuyor. Ağlayarak
sesleniyorum:
“Renklerinden
sakın vazgeçme!’’
Bir esinti sarıyor tüm dalları. Kanatlarım bir
tepe kadar. Kanatlarım bir tepeyi gölgeliyor. Havalanıyorum sevincin
gürültüsüyle. Gök gümbürdüyor, gitme zamanı. Arkama bakıp anneanneme selam
veriyorum. Roza ağacın altında küçücük kaldı. “Benim de bir zamanlar
renklerimin olduğunu unutma, Roza’m!".
Esinti büyüyor. Çocuk kıpırdanıyor. Velet
iyice huzursuzlandı, titremekte. Camı kapatıyorum. Çocuğun nefesi sakinliyor. Gidip yüzümü yıkıyorum. Ellerim kalbimin
gümbürtüsünden titriyor. Gördüğüm rüyayı anlamlandırmaya çalışıyorum.
Kanatlarımdaki renkleri aklıma getirebilmek için zorluyorum kendimi. Olmuyor.
Umursamıyorum. Uykuya dalıyorum.