26 Haziran 2020 Cuma

Pertek Notları 1: Kendimizi Tanımak, İkilemler



Yıldızlar tepemde. Sırtım ıslak... Göğsümde sırılsıklam saçlar... Burnumda insan kokusu kalmayacak. Ne bir ses var beşere dair dışarıda ne de bir seda. Sadece içinde bulunduğumuz galaksiyi genç bir erkek bedeni gibi önüme seren evren, üstüne karanlığın ağır ve gümbürdeyen haşmeti serilmiş dağlar ve kısık kısık yanıp sönen bir sokak ışığı var karşımda.

 Kendimi anlamak için  en doğru an. "Ben"i tanımak için maddeyi insanlığın batıl nefeslerinden arındırmak lazım zihinde, çalışırken, doyarken ve yudumlarken bile. Bir reddediş değil bu,  yeni çağ dinlerinin popüler zamana uydurduğu gibi. Okült sanatların ardına saklanmanın, üstüne mistik sözler söylemenin anlamı yok. Aslında, herhangi bir sistemde tam anlamıyla kendin olarak hayatta kalmanın yolu... En cesur ama en bize dair eylem...

 Başkalarının bizim hakkındaki düşüncelerini duymaya ve bize gösterdikleri sevgiye bağımlılık gösteriyor, kendimizle tanışıklığımızı yok ediyoruz. Çok az insan tanıyorum aynaya baktığında kendine yabancı hissetmeyen. İşte bugün, bu yeni ayın altında, bu an en cesur dürtülerimle aklımın haritalarını kendime sunuyorum. Marx'ın "kişinin emeğine yabancılaşması" diyerek vurguladığı, bu kendimden uzaklaşmayı reddediyorum. Mücadele gerektirir biliyorum, kendime itiraf etmekten korktuğum, kendimden sakladığım şeyler elbet vardır her insan gibi. Fakat herbir adımda, zamanın benliğimden kaybettirdiği her güdü, her özellik yeniden doğabilir. Bu ihtimal vardır.  Kesinlikle yaşanacağını, bir levhanın en saf halinin  yeniden parlayacağını iddia edemem. Ama olasılıkların farkında olmaktan da korkmamalıyım. Zaten yüzyıllardır zorlayıcı olandan korkuyoruz. Kendimizden, çözünmekten... Ama bu, kendimizi anlama, evreni anlama hakkına sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Anlamanın ve doğru anlaşılmış verilerle evreni, maddeyi tanımlamanın ve yorumlamanın insanın en gerekli eylemi olduğu gerçeğini de...

 Bazı insanların duygularını ve duygularındaki çelişkileri ifade etme hususunda sıkıntı çektiğini gözlemliyorum. Çoğunlukla kendi kendine büyümeye terk edildiğini anladığım, hayatını kaidelerle sıkı sıkıya ören bu insanların pek tabii kendini ve aklındaki karmaşaları toplum önünde ifşa etmesini bekleyemeyiz. Bunu kimseden isteyemeyiz. Fakat bilinmesi gerekir ki her soru, bilim ve edebiyat aklımızdaki çelişki ve kaostan oluşur. Birilerinin hezeyanları, uykusuz geceleri olmalı üretebilmek için bazıları ise üretilenleri takip etmeli. Ve öyle ki, birilerinin üretilenleri yüksek bir disiplin ile yaşatması bulgularımızın ve bulguların tetiklediği eylemlerimizin etkinliğini artıracaktır. Bu karşılıklı ilişki, bir  tarafın diğerinin kendini ve sorularını ifşa etme hakkını eleştirmesine engel olmamalı elbet; fakat bu eleştiriler, bu kaideler ve disiplin akılda duvarlar, engeller yaratmamalı. Birileri kendini, duygularını, hezeyanlarını ve sorularını ifşa edebilmeli, eleştirilebilmeli ve böylece fikirlerini geliştirip daha fazlasını üretebilmeli.

 Hepimiz kendimize rol yapıyor, bazen de bu oyundan kopup kendimiz oluyoruz. Güçlü göründüğümüz zaman da, en ürkütücü hezeyanlarımız da bize ait. Bir başkasının bundan yararlanacak olma ihtimalini düşünmek kendimiz hakkında tuttuğumuz bu yazılardan ve iniş-çıkışlarımıza dair toplanmış verilerden bizi mahrum bırakmak dışında bir işe yaramayacaktır. Birileri sevdiklerimizin ve bizim zayıflıklarımızı, hezeyanlarımızı her an, her saniye kendi çıkarı için kullanabilir ve sevdiklerimiz de kendimiz de elbet bir gün bizim dışımızda birileri, bir yerler ve bir şeyler için zayıf olacaktır. Bunu kabul etmemekle babacan değil, kendisine azalan ilgiden korkan, kendine ait hissettiği sevgilerin kaybından irkilen sert ama yararsız bir taş gibi görünürüz ancak. İşte bunun da kimseye yararı olmayacaktır. Bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Güvende hissettiğimiz sınırların, doğrulanmaya ve sevilmeye olan muhtaçlığımızın bizi doğrudan ne kadar uzaklaştırdığının göstergesidir. Şayet yüreklerimiz doğruya ve zamanda ileri değil (Çünkü zaman veya iyi olan iki boyutlu düzlemlerdeki gibi sadece ileri-geri ve sağ-soldan ibaret değildir.) ama zamanda en verimli olana ulaşmak istiyorsa bu kandırmacadan kurtulmamız gerekir.

Kendimizi kandırmaya meyilli olduğumuzu düşünmüyorum. Çünkü bu bir eğilimden ziyade tercih dışı ya da en saf tanımıyla keskin bir bağımlılık. Zihnimizde kendi yöntemlerimizle tanımladığımız herhangi bir şeyin çoğunlukla en açık şekilde karşımızda duran gerçekliğini reddederiz ya da naif bir şekilde gözlem yetersizliğimizden dem vurur, batıl düşüncelerin ardına sığınırız.Bunu aslında kendi zihnimizde yarattığımız, bizi güvende hissettiren tanımlamalardan uzaklaşıp gerçeğin karanlık sularına dalmamak için yaparız. Bunun evrimsel bir adaptasyon, gerçeklerin katılığıyla hayatta kalma motivasyonunu düşürmemek için geliştirdiğimiz bir alışkanlık olduğunu düşünüyorum. Fakat bu alışkanlık başta ifade ettiğim, kendinden uzaklaşma meselesini güçlendiriyor. Maddeyi yanlış tanımlamakla, yaşamın gelişen akışını gerçek dışı yöntemlerle yorumlamakla o maddeden, o yaşamdan oluşan benliğimizi de bir önyargı ve illüzyon içerisinde tanımlarız ki bu asıl uzaklaşmadır.

 İşte bu noktada ciddi bir soru aklı kurcalıyor. Benliğimizden, kendimizden uzaklaşarak, biz olanı başkalarının düşüncelerine bağlı kıldığımızı, aslında sistem içinde yaşayanın ve savrulanın kim olduğunu anlayamadığımızı söylemiştik. Açıkçası bu bir canlı için elinde olan kısıtlı zamanı kaybetmekten başkaca bir şey değil. Bu yüzden her özelliğiyle kendini tanımanın bir canlı için en hayırlı eylem olduğu açıktır. Fakat kendini kandırmanın ya da çeşitli yollarla maddeyi yanlış tanımlayarak psikolojik dünyamızın daha derin bir güven ortamına sığdırmanın, bir adaptasyon olabileceğini, hayatta kalma motivasyonunu gerçekliğin katılığıyla sarsmayacağını iddia etmiştik ki bu da varolan bedeni, benliği hayatta tutma çabasıdır. Peki bir benlik ondan bu kadar uzakken nasıl hayatta tutulabilir? Kendini tanımlamanın, tanımanın,  en iyi yolunun maddenin, gerçeğini yansıtan verilerle yorumlanması olduğunu düşünüyorsak neden gerçeklerden kaçarak kendimizi hayata bağlıyoruz. Bu aslında hayırlı olandan, varlığına hizmet ettiğimiz benlikten uzaklaşmak değil midir? Şayet bu benliği ayakta tutmak için gerçeklerden kaçıyorsak gerçeği bile uğruna yok saydığımız bu benlikten neden kaçarız?


13 Haziran 2020 Cumartesi

Yol



  Karda bata çıka yürüyorum. Sırtlandığım kitapların ağırlığından bükülüyor bedenim. Göğüslerim kamburluktan karnıma yapışıyor.


 Hep sevmişimdir soğuğu. Tropikal iklimleri, uzun yazları hiçbir zaman özlemedim. Sıcak hava hep duygularımı incitmiştir. Nedenini bilmiyorum. Üstüne kafa yorduğum da söylenemez. Sadece sert rüzgarların, karanlık sisli akşamların beni hep daha güvende hissettirdiğini biliyorum.


 Kulağımda bir türkü yankılanıyor.


 "Onlar dosttu, onlar arkadaş..."

 Sözlerini mırıldanıyorum. Tren raylarının üzerinden yürüye yürüye kuzeye ilerliyorum. Daha karanlığa, daha soğuğa doğru. Ayaz yüzüme her çarptığında, sanki Tanrı gökte titriyor, asıldığı yerde sallanıyor. Dişlerim kenetleniyor damaklarıma. Ama ben daha evde buluyorum kendimi. İnsan sevdiği şeyler için düşebilmeli, mücadele edebilmeli, soğuklarda titremeli. Egosunu yitirmeli, onurunu katletmeli şayet fethini arzuladığı şey, içinde yanan arzunun sebebiyse.


 Hayatımdaki hiçbir savaşımdan, kanadığım hiçbir meydandan, doğru olduğunu bildiklerim yüzünden aşağılanmaktan çekinmedim. Çamurda yoğrulmak, derin çukurlarda yanmak fikrimin tanrısına ulaştırıyorsa beni, cehennem neden müjdelenen olmasın ki.


"Biz yaktıklarınızdan kalanlar değil miyiz? Arzuyla dolu, bilgiyle ıslananlar değil miyiz? Erkeğine aşağıdan değil, tam karşısından, gözlerini kaçırmadan bakan, sevdiklerini sorgulamaktan, sevgisini doğruya ulaştırmaktan utanmayanlar değil miyiz?"


 Düşünüyorum, belki şu an sıcak bir evde, sadece yazmaktayım. Kahvemi içerken baygınlaşıyor gözlerim ve zaman-mekan hakkında yalan söylüyorum kendime. Belki de tüm bu buzdan yığın bir hayal...Ama fikirde, gerçekte olduğum yer bu fırtınalar değil mi? Ayaklarımla çiziyorum formülleri karlara. Odamın duvarlarına... Artık aşağıdakinin yukarıdakine, yukarıdakinin aşağıdakine benzer olduğunu gözlemlemek istiyorum. Aşkın, birleşmenin aracı olmasını değil; birleşmenin aşkı aktarmanın bir aracı olmasını istiyorum. Uzaklarda benden olan nesilleri görüyorum. Kağıda dolsunlar veyahut benden doğsunlar fark etmez.  Çünkü tutulan veya yavaşlayan ay olamaz, ancak aşktır sabrı arzulayan.


 "Ben Tanrı'ya dua etmem. Eğer gözlemlemediysem, sözünü almamışsam, ne aşka ne de Tanrı'ya inanırım. Benim dua ettiklerim dokunduklarımdır. Benim aşkım, nefesinden arzuyu hissettiğimdir, kalbinin atışına elimi koyduğumdur. Şayet aşkımın, sevmeyi öğrenmesi gerekiyorsa, onu yalanlarla beslerim, acıtırım ama bu aşkı hak edebilmesi için büyütürüm benliğini. Bu sebepledir ki ne inanılmayan Tanrı'nın ne de kaçtığım aşkın nefreti zuhur eder bedenime. Her inkar edişin arkasında bir gerçekleştirme isteği vardır."

  Artık görebiliyorum üzerime yürüyen, katlanan bulutları. Soğuk beni kandırmıyor. Ben zihnimi ısıtıyorum. Yükseliyorum kardan tepelerin üzerinde. Okyanusları, ince buz kütlerinin altında hala hüküm süren eskilerin, dokunaçlı yaratıkların yeşil balçıktan yasalarını izliyorum.

  Beni bu göklere yükselten bir günahkarlık, bir cadılık, bir büyü olmadı hiçbir zaman. Ki yıldızlar sönmüyorsa utangaç bir aşığın ego dolu kıskançlığı ve korkaklığında, ne mutlu bizlere evreni beraber tanımada ve göklere, gerçeğe veyahut dibe varmada. Soğuk, bedenimi kesip deli etmiyor, bir derin uyku yanıltmıyor aklımı, ben sıcak bir odada yükseliyorum göğe; hem de gerilmeden çarmığa. Okuduğumla, çizdiğimle, evrimleştiğimle ancak...