26 Temmuz 2020 Pazar

Ayin



  "Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
   Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

  Etrafıma yığılan molozların, çığlık çığlığa bağrışan insanların arasında, çınlayan kulaklarımı ovarak yığıldığım yerden kalktım. Başımı sert bir şekilde yere çarpmış olmalıydım. Zor bela doğruldum. Etrafımda olan bitenleri anlamaya çalıştım. Fakat gözlerim bulanık görüyordu. Yığılan tozun arasında gözlüğümü aradım. Gözlüğümün bir camı düşmüştü, ötekisi ise çatlamıştı. Yamulmuş gözlüğün tek camından gördüğüm ise bir katliamın apaçık haykırışıydı. Karşımda bir durak parçalanmış, etrafında ise saçılmış etler vardı.

 Ölülerin topluca parçalarını saçtığı, iskeletlerin derilerden sıyrılıp dans ettiği alana doğru yürümeye başladım. Ruhlar kendi parçalarını birleştirmeye çalışıyorlardı. Yaşayanlar ise onları görmeden çığlıklar içinde kaçışıyorlardı. Karşı caddeden camları parçalanıp yola savrulmuş dükkanlar, ölülerin sessiz bedenlerine yapışmıştı. Onları gördüğümü fark eden ruhlar benden etleri toplamak için yardım bekliyor, parçalanmış gömleğime sarılıyorlardı. Bense tek bir bedeni arıyordum. Gözlerim böylece savrulmuş bir elin tam ortasında, bir göz gibi bana bakan izi gördü. Böylece yaşadığını bildiğim, bedenine dokunduğum, dudaklarını öptüğüm birinin öldüğünü fark etmiş oldum.

 Sessiz bir bilgelikle dağılmış ceplerde bulduğum kimliği elin üzerine koydum. Hiçbir şey söylemeden, şok olmadan ve diğer ruhların arasında onunkini arayarak yolu gerisin geriye yürüdüm. Hiçbir yerde ona dair bir iz yoktu. Savaşçı ruhları ölü bir çamurdan kurtaran Tanrılar, bu alanı es geçmişti.

 Saçlarımı düzeltip, üstümdeki tozları silkeleyip evimin, ev saydığım tek yerin yolunu tuttum. Kulaklarım hala çınlıyordu. Ağlamanın ne demek olduğunu hiç bilmediğimi o zaman anladığımı hatırlıyorum. Sadece tüm o serinliğe rağmen yüzümden akan teri sildiğimi biliyorum. Yaşayan bedenimle tek ilişkim buydu. Yol boyunca gökte asılı kalan adaletsizlikleri izliyordum. Yanımdan geçen tonla aracı fark etmiyordum, bana bakan insanlardan çok bakamayanların nefeslerini hissediyordum ensemde.

 Vardığımda hava kararmıştı. Herkes büyük bir tedirginlikle ekranlardan yansıyan görüntüleri izliyor ve acı dolu sesleri dinliyordu. Üstümü çıkardım sessizce. Ve soğuk duşun altına bıraktım kendimi. Buz gibi su üzerimden akıp geçiyordu,ben ise sadece bir fikrin, çağrıldığım, bir yere istendiğim düşüncesinin etkisiyle kıvranıyordum. Tırnaklarımdaki tuhaf kokuyu kazımak için sabunu elime aldığımda yere düşürdüm. Bu sırada duşun kapısının ardında tırnakları temizlikten parlayan, üstüne kınayla bir şeyler yazılmış bir çift kadın ayağı gördüm. Öyle güzellerdi ki, doğrulup kendimi sabunlamaya devam edemedim. Küçücük ayakları, incecik bilekleri izlemekten kendimi alamıyordum.

 Bir süre kapının önünde bekleyen o güzel, kuş kadar narin ayakları izledim. Aniden üstüne boşalan gül kokulu kan ile boyandılar. İrkilerek ama kanın kokusunu daha fazla arzulayarak açtım duşun kapısını. Yurdun duşunda kimse yoktu. Vücudumdaki sabunu yıkamadan duştan fırladım. Odama dönüp kimseye bir şey demeden, sırılsıklam saçlarla dışarı çıktım. Kuru, soğuk havada kafam kocaman bir buz kütlesinin içine girmiş gibi üşüyordu. Gece yarısına yaklaşan saate aldırmadan, arkamdan gelen sesleri duymazlıktan gelerek kendimi rüzgara bıraktım. Sadece ayaklarıma uyuyordum. Nereye gittiğimi düşünmüyordum bile.

 Sessiz kalan, karanlık meydanın köşesinden ormana doğru yürümeye başladım. Birkaç genç etrafına aldırmaksızın, kafaları yoğun şekilde yürüyorlardı, hepsi bu. Kısık kısık yanan sokak lambaları bana yol gösteriyordu. Heyecanlıydım. Burnuma gelen çiçek kokuları beni canlandırıyordu. Sessizce kaldırım ardındaki toprak yokuşu inip ormanın girişine vardım. Ormanın hemen yanında bir yürüyüş yolu vardı. Ama kimsecikler yoldu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım. Hala çınlayan kulaklarıma fısıltılar gelmeye başlamıştı. Birileri heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Ağaçların ardından kendini gösteren kıpkızıl dolunay beni kendine çekiyordu. Sesleri takip etmeye başladım.

 Dikkatle fısıltıları dinleyerek yürürken bir çıtırtıyla irkildim. Kapkara bir kedi yavrusu bana bakıyordu hüzünlü hüzünlü. Ona eğilip "Sen sürüden ayrı mı kaldın?", dedim. Halbuki kediler sürüler halinde yaşamazlardı ki. Kedi de cevap verdi yumuşak bir sesle:

"Sen keçi, asıl sen sürüden ayrı mı kaldın?"

 Korkuyla geriye savurdum kendimi. Islak saçlarım toprağın tüm dikenlerini topladı üzerine. Öyle dikenlendi ki anlım, canım yanıyordu. Ama kan akmıyordu. Kafamdaki dikenleri  yere eğilmiş halde, kendini kaybetmişcesine söylenerek toplarken o güzel ayakları gördüm yine. Kafamı kaldırdığımda yüzü boyalı bir kadın vardı. Ufacık burnu, badem gözleri,yüzüne özenle yerleştirilmiş benleri ve kıvırcık saçları vardı. Kıvrımlı bedeniyle ayın altından bana yansıyordu sanki.

 Kafamı bir seferlik okşayarak çıkardı tüm dikenleri. Bana doğru eğilerek "Uykudaki hasta zihinleri, saçlarını okşayarak düzeltebilirsin, şayet sonsuzca canileşmemişlerse.", dedi. Yavaşça kaldırdı beni. Hala bacaklarından kan geliyordu. Fakat boynundan yükselen güzel koku beni büyülemişti. Ellerimden tutup beni ormanın derinliklerine götürmeye başladı. Kara yavru kedi de bizi takip ediyordu. Bazı yerlerde o yürümekte zorlanırken benim büyük bir ustalıkla yürüdüğümü fark ediyordum. Bastığım yerden tak tak kaba sesler çıkıyordu, utanmaya başlamıştım yüzü çeşitli boyalarla kaplı, güzel kadından. Bu sırada fısıltılara yaklaşıyorduk. Hatta fısıltılar birçok kişi tarafından söylenen şarkılara dönüşüyordu.

 Ağaçların arasından yükselen alevi fark ettim. Etrafını saran tonla genç kadın, çırılçıplak şarkılarını haykırıyorlardı. İçimdeki tuhaf korku ve heyecanı tasvir etmem mümkün değil. Ama harlanan alevin dansına ayak uyduran kadınların ahengine o kadar hayran kalmıştım ki, gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı.

 Alev öyle güçlüydü ki, bir ayna gibi kadınların yansımalarını gösteriyordu bakana. Küçük, güzel ayaklı kadın, beni ateşe yaklaştırmaya başladığında diğer kadınların sesleri kesildi. Gözlerini bana dikerek diz çöktüler. Ellerini havaya kaldırıp anlamadığım bir dilde bağırmaya başladılar düzensizce.

"Adagita vau-pa-ahe zodonugonu fa-a-ipe salada! Vi-i-vau!"

 Genç kadın beni iyice yaklaştırdı ateşe ve kendi yansımamı görmemi sağladı. Islak saçlarımın ardından uzanan boynuzlarım ve altın gibi parlayan toynaklarım vardı. Zihnim ateşin hareketleriyle uyuşuyor, anlamsız kelimeler kuruyordum. Bilmediğim bir dildi dudaklarımın konuştuğu. Ve genç güzel kadın diğer çıplak kadınların amansız bağırışlarının ardında karşımda dikildi. Islak saçları yüzündeki kıpkırmızı boyayı siliyordu. Yüzündeki beyazlık ise boya değil, sabun iziydi.

 Özgüvenle dikildim karşısında tüm tüylerim uyarılarak ve haykırdım tok bir sesle:

"Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
 Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

 Ve gözyaşları içindeki genç kız cevap verdi:
"İsterim, bilim son gerçeğini bulana dek!"






25 Temmuz 2020 Cumartesi

Kaos ve Çözünme




   Eskimiş, paslanmış bir elektrik direğinin yanından süzülüp pencereme konan karganın gözüyle yazıyorum. Kasvetini Pertek'e sermiş bulutlar ve rüzgarını ılık ılık yüzüme çarpan eski hikayelerin arasında, yemyeşil bir yaprağın, kurumuş otların hissettiği kadardır hissettiklerim. Kederlerimi yastığımın altından, ancak kadehler dudaklarımdayken çıkarıyorum. Yiten bir aşkın gerçekliğinden de, özlemekten de geriye hiçbir şey kalmadı. Birini unutmak ancak bu kadar acısız ve sakince yaşanabilirdi. Böyle kutluyorum kalbimdeki devrimlerin yükselişini.

 Annemin kirpiklerini kırpışı, dedemin gülen yüzü, ablamın güzel sesi canlandırıyor yüreğimi. Sevilmek ne güzel bir duygu. Birilerinin gözlerinde patlayan ışıkların sebebi olmak... Bir kez daha aşık olmak ve kendime birini aşık etmek için sevgilisinin karşında kalbi çarpan bir kuş gibi heyecanla bekliyorum. Biliyorum, küçük çapkınlıklarım dışında, derin aşklarımı ifade etmekte hep ketum olmuşumdur. Ama şiirlerim araç olmasaydı ne aşkı, ne merhameti, ne de dostluğu bu kadar konuşamazdım.

 Karşıdaki yolda şalvarı toza toprağa karışan yaşlı bir kadın yürüyor. Gözlerim seçemiyor yüzünü. Ama gözlerini çevreleyen kırışıklıkları hissedebiliyorum yüreğimde. Onun derisinin altına gömdüğü hayalleri, ben haykırmaktan çekinmiyorum elbette.

 Ben şu an histe uyuşuk ama canlanmaya aşırı istekli bir haldeyim. Bilincime şükürler olsun, bir hayat amacım, çok sevdiğim bir işim, merakım ve hayalgücüm var. Yoksa tuhaf heyecanların peşinde zamanımı katletmiş olacaktım. Küçük bir haber, yaman bir fikir kaldırıyor beni üzerinde eridiğim bilinçsizliklerden. Yeniden şahlanıyorum genç bir at gibi. Yazıyorum, yoruluyorum gecenin bir saatinde. Bir süre de olsa kalp kırıklıklarımı, yaşadığım tonla adaletsizliği unutuveriyorum. Küçücük bir çocuk gibi affediyorum tüm kötüleri, bir sonraki gün kafamı karıştıracak nefretlerim olacağını bile bile.

 Şimdi gürültülü bir müzik çalıyor kulağımda. Yaşlı kadın gözden kayboldu. Tozlu yollar bomboş. Doğunun bunaltıcı sıcağında çalışan tonlarca insan, ağaçların altında dinlenmeye kapatmış gözlerini. Bense yazmaya terletiyorum bu bedeni. Bir karmaşayla düzenimi kaybediyorum.

  Kaos beynimizin, evrenimizin doğasında olan bir haldir. Eskimeye, çözünmeye engel olamayız. Belki de tanrıdan çok fizik kanunlarına teslimiyetim bundadır. Çözündüğümü iliklerime kadar hissetmemden...Böyle bir karmaşanın içinde sessizce parçacıklarımın farklı fazlarda gezindiğini hissediyorum. Daha fazla uyarılarak, yüklenerek en hızlı, en hareketli olanla dolanıyorum ağır bir parçacığın, amacımın etrafında. Bu yüzden şikayet etmiyorum. Güneşimin çevresinde savrulmama engel olacak hiçbir güç olmadığını, tüm yasaların beni fikrime bağladığını biliyorum.Tamamlanmamış gülüşlerime asla lanet etmiyorum bu yüzden. İntikam alan da, ağlayan da, seven de bendim. Ve en azgın günümde, kendini yaşamın tam ortasına çivileyip arzusunu coşkuyla canlandıran yine ben olacağım.

21 Temmuz 2020 Salı

Sonsuza dek




   Üzgünüm. Çok üzgünüm. Elbette ki bilincindeyim, bilmediğimiz tonlarca kadının sessizce karanlık ovalara gömüldüğünün. Fakat böyle kutlaması yapılır gibi cümbüşler eşliğinde duyurduğunda erkeğin çirkin karanlığı şiddetini, yenilmiş hissediyorum. Ben de tacize uğradım, gözler üstüme dikildi sadece ilham için karanlıkta yürüdüğüm sokaklarda, ben de birileri takip etmesin diye telefonda babamla konuşuyor numarası yaptım, birilerinin arzularını doyurması için bir obje gibi duygularımla oynandı; fakat öldürülmedim. Ve korkunç bir duvarın arkasına saklayarak sevme yetimi ve benliğimi, sessizce çekildim aşk sanatında.

 Aramızdan biri daha eksildi, diye düşünüyorum şimdi. Duygularını, istemediklerini ifade eden bir üyemiz daha ölümle başa başa bırakıldı, canice katledildi. Bazen savaşmaya gücüm olmuyor. Ama biliyorum ki, yarın yine uyanacağız umutla. Bir gün eşit olabilmek için onlara. Bu eşitlik öyle ki,bacaklarımızı, memelerimizi özgürce göstermekle çözülecek mesele değil. Organların küçük birkaç parça, para eden kıyafetle teşhiri, zihnin çıplaklığını, kadının özgürce ve zekice üretebileceği gerçeğini bastırmak için aslında. Kadın sadece kameranın karşında kalçasını gösterip erkeklere zevk veren bir zavallıymış gibi göstermek ve bu gösterişe özgürlük tanıyıp kadınlar, erkeklere eşit demek...Hayır, ben bir fabrikada, bir yağ bidonunu kazırken sana eşitim aslında. Eşit de maaş almalıyım bu yüzden. Ya da  "büyük" adamların, hassassın diyerek beni müdür yapmaktan çekinmeyecekleri kadar güçlüyüm. Regl olduğum için utanmayacak kadar doğalım, doğanın içinde olağanım aslında. Hayır dedim, reddettim diye öldürülmeyecek kadar, bir erkek kadar insanım ben de.

 Fikrim kanıyor. Cadıların yakıldığı, kız çocuklarının gömüldüğü, kendi tercihimi yaptığım için babamın yüzüme tokadı indirdiği günden beri... Halbuki hiçbir erkeğe boyun eğmemekti niyetim. Bu karanlıkta, korkularımla sevdiğimi itiraf edemediğim adamlar oldu bu yüzden. Korkudan sevgiyi, şiirleri, varlığı bastırmak ne acı. Ne yazık...Uykusunu izlemeyi bile çok sevmiştim oysa. Ama ben bir et parçasıydım. Hiçlik...

 Birimiz aramızdan eksilecek şayet dur demezse aramızdakiler ve tekmil durursak bu korkunç yalanlar zincirine, inanırsak Havva'nın şeytana tek uyan olduğuna, unutursak Adem'in de yediğini o elmadan.

 Pınar'ın yüzüne dokunmak isterdim. Gülen dudaklarından öpmek isterdim, küçük kardeşiymişcesine. Ama "Hayır!" diyebildiği, istemediği bir ilişki uğruna canından olurkenki dirayetini de tebrik ederdim. Bir kadının kendi kararları için direnirkenki savaşının şiirlerini yazardım sokaklara. "Ölmeseydi, mücadelesi daha büyük olurdu.",demek isterdim. El ele yumruğumu kaldırmak isterdim Ay'ın kendini gösterdiği o güzel, mistik orman gecelerinde.

 Bırakın kadınlığımızı, kararlarımızı,rahatsızlıklarımızı şeytani göstersinler. Bırakın, içlerimizden bazısı kölesi olsun bu korkunç zihniyetin, bazı erkekler kadınlar için yürür, yazar ve kadın- erkek eşitliğine destek olurken. Ama gözyaşımız asla bırakmasın kendini samimiyetsizliğe. İnancımız, ağlak bir geceden, çocuklarımız yataklarına döndükten, birileri bizi vasıfsız gördükten hemen sonra dizgini olmayan bir at gibi yine canlanıversin. Birbirimizin minicik eteğinden, başındaki türbandan, ameliyatlarla kadın bedeni olmuş ama ruhu uçsuz bucaksız dişil olan gözlerinden öpelim.

 Cennet yok, cehennem zaten yaşadığımız bu dünyada. Ama beraber mücadele edebileceğimiz anlarımız var. Sesimiz, sessizliğimiz, fikirlerimiz ve uçsuz bucaksız yeteneklerimiz... Bunları haykıralım sokaklarda, sosyal medyada. Bunların resimlerini çekelim. Erkeklerin dünyasında bizi ayıran, birbirimize düşman eden saçma kıskançlıkları ve düşmanlıkları kenara atalım coşkuyla. Ellerimiz sıkı sıkı birbirine kenetli, kocaman varlığında evrenin, sessizce övelim birbirimizi. Ama haykıralım özgüvenli geleceğini doğacak kızların.

 İçim yanıyor. Ama ümidim alabildiğine yoğun, sonsuz. Devam edeceğim çalışmaya, belki bir gün, bir kız çocuğuna ilham olurum umuduyla. Ay'ı selamlayacağım her birimiz için gözyaşlarım dökülürken dudaklarıma ve susmayacağım. Sonsuza dek...

19 Temmuz 2020 Pazar

Fikrin Özgürlüğü, Tübingen Cezaevi, Varoluş Sancıları



   Yukarıdan şehre bakıyordum. Hemen aşağıda bir cezaevi vardı. Tutuklular birbiriyle camlardan konuşuyor, şarkı söylüyorlardı. O kadar garip bir andı ki, zihnimi onlarınki kadar özgür hissedememiştim. Parmaklılıkların arasında onlar vardı. Ama fikrimin duvarları arasında kapana kısılmış olan bendim. Sanki kocaman bir engel, tüm o akan düşüncelerin önünde duruyordu. O anda yaşamaya devam etmenin bir gereklilik ama bir mutluluk olmadığını düşündüm. Halbuki yapmam gereken fikrimi sonsuzca özgür bırakarak mutluluğun en derinini tatmaktı.

 Bacaklarım yorgundu. Dik bir yokuşun merdivenlerini tırmanarak şehrin yukarı kanadına çıkmıştım. Eski bir öğrenci topluluğunun binasının önünden cezaevini büyük bir merakla izliyordum. Küçük bir pazar alanı vardı şehrin içinde. Sıcak şarap içmiş, çakırkeyif olmuştum. Kapı açıldı. Hiç tanımadığım bir yüze baktım. Aklımın sınırlarının bende yarattığı o korkunç hezeyanı kapının dışında bıraktım. Halbuki o kapının önünde tüm o aklımın sınırlarını zorlayan bilinmezlikleri çözüp şehrin sokaklarında haykırarak iyi bir birahane bulmalı, birkaç biradan sonra daha da coşarak bulgularımı yazmalıydım.

"Sorunlar kilometrelerce uzağa gidince çözülmüyor. Ne kadar kaçarsak kaçalım, aklın bir köşesinde büyüme devam ediyor."

 En fazla bir saat sonra topluluk binasından çıktım. Üzerimde tuhaf bir yorgunluk vardı. Ama aslında hiçbir şey yapmamıştım. Karanlıkta aceleyle merdivenlerden indim. Kaldığım yurdun yolu karanlık olduğunda yürümek için tekinsizdi ve otobüs beklemek istemiyordum. Bu yüzden gelecek en yakın otobüse yetişmeliydim. Ama karanlıkta daha da gizemli halen gelen sokaklara bakmaktan kendimi alamıyordum. Güç bela merakımı kontrol ederek nehrin üzerindeki köprüye geldim. Çeşit çeşit insanlar otobüs bekliyor, muhabbet ediyor ya da sadece kaygısızca nehrin güzel manzarasını izliyordu.

  "İnsanın, varoluşu üzerine böylesine yoğun düşünmesi, ona neden araması ve nedenini ararken içine düştüğü hezeyanlarda yoğrulması, elbetteki en büyük eylemidir. Şayet düşünmüyorsak ve varlığımızı üremekten, yemekten, yani sadece yaşamaktan ibaret kılıyorsak sadece yaşamın sonuna, ölüme hazırlanıyor oluruz."

 Nefes nefese durağa ulaştım. Otobüsümün gelmesine daha epey vardı. Acele etmiştim, ki etmekte haklıydım. Nehrin kokusu her şeyden, herkesten daha rahatlatıcıydı,üzerimdeki tuhaf kokuyu saymazsak. Hiçliğin kokusunu... Bir süre gözlerim kapalı durağa yaslanmış vaziyette insanların sesini dinledim. Kendimden çok uzun süredir uzaktım. Ama daha fazla uzaklaşmak istiyordum. Benliğimi yırtıp uzaya doğru yükselmek, hatta uzayda, yıldızların arasında amansızca keşfederek yüzmek istiyordum.

 Hayal dünyamın içinde öyle derin kaybolmuştum ki bir an olsun o köprüden ayrılmış gibi galaksiler arasında dolandım. Dolanıklılık ilkesini düşündüm, acaba fizikte açıklandığı gibi benimle aynı anda spinlenip, benle aynı hareketi yapan , "ben" olan bir başka varlık daha var mıydı diye. Çünkü etrafımda tonla insan olmasına rağmen, kendimle baş başa kaldığımda çok derin bir yalnızlık hissediyordum.

 Aniden tuhaf, gırtlaktan çıkan bir sesle irkildim. Yaşlı bir adamcağız, kışa hiç uygun olmayan, oradan buradan toplayıp giydiğini anladığım kıyafetlerle, gözleri kapalı bir şekilde savrularak yanıma geldi. Aslında onu tanıyordum. Yani göz aşinalığım vardı. Bazen kütüphaneye gelir, bir yerlerde oturur, bazen insana acı veren bir şekilde bağırır, bazen de çöplerin içine bakardı. Fakat o zamanlar ben büyük bir dikkatle ders çalıştığım ve aslında empati yoksunu bir şekilde çevremdeki her şeyi, kendimi dahi unutup yaptığım işe odaklandığım için çok da dikkatimi çekmezdi bu yaşlı adam.

 O anda onu uzun uzun izleme fırsatına sahip olmuştum. Belli ki aynı otobüsü bekliyorduk. Nereye gittiğini merak etmiştim.Lise zamanlarımda yazılarıma ilham olsunlar diye sokakta gördüğüm insanları tehlikeli olduğunu bile bile takip ederdim. Gerçeğe erişecekmişim hissine kapılarak adamın indiği durakta inmeye ve onu gittiği yere kadar takip etmeye karar verdim.

 Bir süre sonra otobüs geldi. İnsanlarla birlikte ben de otobüse bindim. İçi epeyce kalabalıktı. Orta kapıdaki aralığa doğru yöneldim ve cama yaslandım. Adam ise arka kapıdan girmiş, kendine oturacak bir yer bulmuştu bile. Hemen oturduğu yerde uzandı. Ve kafasını cama yaslayıp uyuklamaya başladı. Gülünç bir şekilde horluyordu, insanlar ise ona tuhaf tuhaf bakıyor, sonrasında kendi hayatlarındaki olağan meseleleri düşünmeye koyulup bu zavallı adamı unutuveriyorlardı. Mesafe çok uzak değildi. Bir numaralı otobüs en fazla yarım saat bu küçük kasabayı dolanıp istasyona geri dönüyordu. Ne kadar uyursa uyursun elbet bir durakta uyanıp ineceğini düşünüyordum.

 Değişik obsesyonları, aşırı kontrolcülüğü ve korkuları olan biri olarak otobüste uyumasını yadırgıyordum. Hayatım boyunca uzun yolculuklar dışında, hiçbir otobüste uyumamıştım. Çünkü ineceğim durağı kaçırmaktan, "en doğru" olandan uzaklaşmaktan hep delicesine korkardım.Bir an yaşamımda asla rahat olmadığım, kendimi özgürce ifade edemediğim onca zamanı düşündüm. Dilimin ucunda kalan şiirleri, bastırdığım kahkahaları anımsadım. Çoğu "gerekli" idi aslında. O an yaşanılmalıydı. Ama ben kendime izin vermedim. Bu düşünceler beni iyiden iyiye kırıyordu. Duygularımı ifade edemeyişimin, yalnızlığımın o keskin duygusunun içinde gömülerek dalmışım. Gözlerimi yönelttiğim yerden kaldırdığımda otobüsün istasyona geri döndüğünü fark ettim. Hemen adamın indiği yeri kaçırmış olduğum düşüncesiyle oturduğu koltuğa baktım. O zaman anladım ki, otobüse sadece uyumak için binmişti.

 İçimde dirdirimediğim bir istekle ona doğru yaklaştım. Otobüsün şoförü ikimizin de farkında değildi. Yanına oturdum. O kadar derin uyuyordu ki beni fark etmedi. Çenem titriyor, içimde hissettiğim değersizliği bastıramıyordum. Amansızca varoluşumu sorguluyor, doğuşumu suçluyordum.Nefesimi tutarak kafamı omzuna yasladım. Omzunda ağladığımın farkına bile varmadı. Böylece iki kez şehri turladık. Otobüse binenler bizi ve ağlayışımı fark etmedi. Ağladım. Çok ağladım.

17 Temmuz 2020 Cuma

Aklın Sınırları, Çevre ve Odak



  Kafam iyiden iyiye karışmış durumda. İnsan bazen kendi mükemmelini gerçekleştirirken bu kadar zorlanabiliyor. Her zaman hayat amacımıza giden yollar yapmaktan en çok zevk aldığımız şey olmayabiliyor. Bu konuda kendimi oldukça yetersiz ve iradesiz buluyorum. Sessizliğe çekilip odaklanamıyorum. Bitmemiş, cevapsız kalan şeyler aklımı kurcalıyor. Halbuki odağın en yoğun olabileceği anlardayım. Ama özlemle karışık bir mutlulukla uyandım. Neye bu kadar derin özlem duyduğumu bilmiyorum. Belki de kendi derinlerimde gizlenen o azimli coşkuyu özlüyorum.

 Uzun bir zaman boyunca gereksiz işlerle uğraşıp kendi verimliliğime darbe vurdum, verimli anlarımdan korkuyorum artık. Verimden kastım maksimum öğrenme ve uygulayabilme kapasitesine ulaşma benim için. Ve bunu sağlamak için hiçbir şeye ihtiyaç duymamalıyım. Bazen kendimi amacımı gerçekleştirebilecek kadar tutkuyla sevmediğimi düşünüyorum. Öz sevgiye tam olarak ulaşmamış olabilirim. Ama hatalarımı yargılayıp kendimi kanatmadaki ustalığıma denecek yok.

 Koşullarımı gözden geçirdiğimde çabamı anlayan, anlayışlı ve beni destekleyen bir ailem olduğunu görüyorum. Tabii şunu da unutmamam lazım, her ne kadar bu hastalık yüzünden tam idrakına varamamış olsam da hayatım çok ciddi bir şekilde değişiyor. Önceden de ailemden ayrı yaşıyordum ama aynı topraklardaydık.Şimdi çok uzun süre farklı bir yeri evim edineceğim. Yanlış anlaşılmasın korkuyor değilim, aslında çok sevinçli ve heyecanlıyım. Fakat bir yerlerde kendimde çözemediğim bir durgunluk var. Bu tamamlanmamışlık hissinden hoşlanmıyorum. Neden bazen bu kadar körce kısa süreli zevklerin içinde kayboluyorum. Uzun vadede başarı her zaman daha çok mutlu eder ki benim derdim birilerinin gözünde başarmak değil, kendi en iyime, en yoğunuma ulaşmak. Yani aslında ben sadece öğrenmek ve öğrendiklerimin kanıtlanmış olan şeyleri nasıl değiştirdiğini gözlemlemek istiyorum.Bazen yaşımın gereklerini yapmadığımı söylüyor insanlar. Bu  ileri zamanı yaşama halimin içimdeki tamamlanmamışlık hissine neden olduğunu düşünüyorlar. Babam aşık olmam gerekiğini söylüyor. Halbuki bunu ne kadar sık yaptığımı bilse çok şaşırırdı. Hele de sürekli aynı kişiye aşık olduğumu duysa deli olduğumu düşünebilirdi. Ben aşkta istikrarlı biriyim, farklı insanlarla farklı şeyleri deneyimlesem de sanırım, tek bir kişiyi seviyor olmaktan huzur duyuyorum.

 Peki şimdi eksik nerede? Eksik iradede, eksik çevresel faktörlerin arasında kendini acımasızca gösteren, dikkat dağıtan, herkesin vitrinlerde kendini sunduğu o teknolojide. Gözümün önünde hızlıca akan tüm o resimler ve yorumlarda. Maalesef kötü bir döneme doğduğumu söyleyebilirim. Keşke kütüphanede çevrilen sayfalar olsaydı tek dikkatimi dağıtan şey. İşin içine lanet öğrenme bozukluğum da girince her şey saçmalaşıyor. Ama benim elimdeki malzeme bu, yani koşullar, araçlar ve "ben". Bunu kabul etmeliyim. Çevre değişmez, aklımın sınırlarını kendim kurmalıyım. Gerçekten istediğimin ne olduğunu biliyorum. Ve onsuz olmamalıyım. Onsuz ve mutsuz olmamalıyım. Aklımı her ne kadar en çocuk haliyle seviyor olsam da biraz değişmenin zamanı artık.

12 Temmuz 2020 Pazar

Yarın




 Ben yarın hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü konu benim çok ötemde. Okyanusların ardında artık. Benim kutlayacağım hiçbir şey kalmadı. Öyle ilgilendirmiyor ki beni... Beni ilgilendirmiyor oluşu bardağımdaki viskinin içindeki şımarık buz. Ben gittim. Karşımda yükselen zamana bak. İçinde hayatımın en büyük aşkı var. Parmağında içtiğimiz biraların izi... Çünkü o yaraladı elini, üstüne yığılan dağları taşırken.

"Sırt sırta savaşçılar gibi... Arkadaş da olsalar evreni taşıyan, beraber."

  Yarına ekleyecek hiçbir şey yok. Çünkü yarın olacak hiçbir sevincin içinde, güzel sözler söyleyenler arasında ben olmayacağım. Ben yazıyorum, sadece kendimi anlamak, kendimi yakalamak için. Artık ben başkalarının mutsuzluklarını silecek o "kahraman" değilim. Öyle bir boşluk ki, benim de doğum günlerim oldu sürekli ağladığım. O yüzden kimseye en güzellerini yazmayacağım. Kızgın değilim, sadece bir annenin oğluna acıması gibi acıyorum yarına. Üstesinden gelmeye çalıştıkları saçmalıklara bakıp, üzüldüklerini izleyip ne kadar kolay hayatlar yaşadıklarına görüyorum başkalarının. Bense kızmaya, küsmeye en hakkı olan olmalıydım. Üstüne göğün düştüğü ruh benim. Ben kan gördüm, ben de geride bırakılmıştım ama vazgeçen olmadım. Çünkü devam ediyorum göğü sırtlamaya, üstüme yağsa da soğuk bulutlar. Ben gurursuz bir fahişe gibi kutlamayacağım yarını. Çünkü ben göğü taşıyorum. Tüm bu büyüklenmeleri hak ediyorum. O gökler "ben"im... Tüm o gökler üstüne yıkılmayan...Ben evrenin yardığı, büyük kütleli deliklerin içinde dolanan en gururlu solucanım. Bizim gibileri kucağınızda bulamamanızın sebebi de bu.

"Geceleri isimler sayıklar benim gibiler. Gökte zamanı bükerek, hızlanarak... Denizler yıkılıyor üstümüze, yumuşak kumlar, rahatlık ise hep kilometreler ötesinde. Ben zor olan, acıklı yanım."

 Ağaçların arasında kıkırdaşır aşıklar. Şimdi o evi herkes terk etti. Yeni yerler var her zaman. Nasıl bitiyor görüyor musunuz, ey insanlar? Yine birileri gerçeğin göğsünde uyuyabiliyor. Gerçeğin dişleri kırık... O gökleri taşıyan ve dokunan, geniş omuzlarda yükseliyor bana ait olan üretkenlik. Dokunsunlar benim yerime yarına doğanlara.  Ben boşlukta süzülüyorum, beynim uyuşuk ama kalbim en rahat düzlemde, başka boyutlarında geometrisi bozuk canavarların.

"Ben yarını kutlamayacağım boyaların ötesine geçemeyen fahişeler gibi. Şimdim var, şimdinin yaratacağı bir günden fazla, kocaman bir gelecek."

  Kavgacı müziklerin tınılarını anlamayan, herkesin mutlu öldüğü hikayelerden başkasını göremeyenler gömülüyor gemilerin ardına.Halbuki birisi arkamdan geliyor. Ben tanrının arkasından yürüyor olabilirdim, eğer yürüyebilseydi beni yaratan zihnim. Kendi aşkımla yoğruluyorum geceleri. Asıl amacım kendime dokunmaktan öteye geçemiyor. Arzularını yutuyorum benliğimi yırtan kadınlığın. Kadınlığım kendi boynumun kokusuna, kendi dudaklarıma aç. Evet sevgilim, arkadaş olsak da, beceremesek de, yani bir şeyler olmasa da bize zarar verecek hiçbir şey yok. Çünkü biz kendi kokumuz, kendi yazgımıza tutkun saldırıyoruz zamanın tam kalbine. Hiç kimse bir başkası için dişlemiyor kayalarını bu tuhaf çarkların ve içine çökelen sistemin. Yaşıyorsak şayet bu zor zamanda, bir yerlerin arkasında, imzası olduğu için gelecek zamanımızın.

 "Devam ediyor karanlıkta kıvranan zihnim, hınçla tutunarak aslında hep istediğine, çalışarak göğü kimsenin üstüne düşürmemeye. Kaldır kafanı, yarın, bir öbür gün, boynunu zorladığın, ilerisini göremediğin yerlerde benim fikrim var. Devam et düşünmeye, göğe dokunamadan bir daha."

 Herkes zorla ayakta tuttuğuna sahip olur. Ben üstünden kaçan, havada asılı kalan...Göğü üstünden at hadi. At hadi göğü uzaklara hiç dokunamadan.


9 Temmuz 2020 Perşembe

Terastaki Kadınlar




   "Penceremin önünde birbirini itip duran ve göğe sevinçle uzanan ağaçları gölgeliyor bakir tepecik. Öylesine kurak ki her parçası, öyle yeşilsiz, öyle sarı yazın tüm sıcağını yüreğinde hissediyor ona bakan. Kulağımda sakin bir müzik, karşımda işveli bir mavilikle serilen baraja bakıyorum. Barajın tam ortasında Bizans döneminden kalma muhteşem bir kale var. Bazen kayıkla giderken çok yakınından geçiyor dedem. İzlediğimde içimi bir huzur kaplıyor, sanki her şeyi anlıyormuşum gibi. Bir keresinde o kalede güçlü, belki de lider bir kadın olduğunu hayal etmiştim. Sanki uzaktan bana bakıyormuş gibi. Ama eminim ki, o da uzaklarda beni değil, kendini tamamlayacak gerçeği arıyordur.

 Yorgun hissetmiyorum. Kızgın değilim. Üzerimdeki o tuhaf hınç terk etti beni. Öyle bir huzur içinde çözünüyorum ki kendimle barışmaktan, hatalarımı affetmekten bembeyaz bir sayfaya dönmüş gibiyim. Belki karşımda sakince sallanan ağaçlar ve sıcaktan baygınca çatırdayan otların kokusu sebebidir bu iyileşmenin. Artık kendime sevdiğim şeyleri itiraf edebiliyorum. Mutluyum. Gitmesine izin verdiğim, beni terk etmesi gereken her şey için zamana minnettarım."

 Kurumuş elleri, parmakları arasında küçücük kalmış kurşun kalemi masaya titreyerek koyduğunda gözleri karşıya, pencerenin ardındaki tepeliğe bakıyordu. "Bazı zamanlar...", diye konuşmaya başlayıp ara sıra başkasının gözlerinden hayata bakmak istediğini söylemiyordu artık. Kendi gördüklerinden, önünde uzanıp doğaya katılan, kendi yazdığından ve kendi okuduğundan gayet memnundu. Kendine ait olmayan, kendine ait olmayacak her şeyi büyük bir sessizlikle ve iç huzuru ile terk etmişti.

 Yavaşça kalktı tahtaları gıcırdayan, eskimiş ama onun deyimiyle hala işlev gören sandalyeden. Çıplak ayaklarını odaya nazaran daha serin olan mermere sürte sürte pencereye doğru ilerledi. Tatlı rüzgar siyah buklelerini ılık ılık yüzüne vuruyordu. Her şey olabildiğine tamamlanmıştı. Büyük yolculukların planı yapılmış, başka yerlerde yeni bir hayat kurmanın sorumluluğu sakinlikle yüklenilmişti. Vücudunu pencereye büsbütün dayayarak ellerini rüzgarda gezdirdi. Kaybetmediği çocuksu merakıyla etrafı izlemeye başladı.

 Sağına döndüğünde beton bir evin terasında kuruttukları dutları ve kayısıları kocaman beyaz muşambalardan toplayan iki kadın gördü. Bir tanesi vücut hatları şalvarının altından belli olan, hafif etli, saçları upuzun arkadan örülmüş, kırmızı bir yazma takmış oldukça genç bir kadındı. Sessiz sessiz kayısıları bir tepsinin içine topluyor, muşamba boşalınca üstünü silkeliyor,sonra da kayısıları tekrar diziyordu. Diğer kadın ise kuru dutları leğenlere dolduruyor, doldururken de üçer beşer yiyordu. Anne-kız olma ihtimalleri oldukça yüksek olan bu iki kadının sessizliği, işlerine odaklanmış halde doğaya gösterdikleri uyum hoşuna gitmişti. "Bu sessizlik...", dedi fısıldayarak.

"Bu sessizlik yaşamın ta kendisi olmalı."

  Eskiden saatlerce konuşmanın, dostlarla bir barda hararetli siyasi konuşmalar yapmanın, bilimi meydanlarda haykırmanın yaşam olduğuna inanıyordu. Halbuki insan sessizce konuşmalı, kalemiyle konuşmalıydı. Haykırmadan, üreterek ama ürettikleriyle duvarları yıkarak, yığınlanmış fikirlere yenilerini katıp, yasalaşanları kapsayamadıkları hayat gerçekliklerinden kurtarıp ileri götürerek mana katılmalı hayata. Aynı sevgiyi geliştirmek gibi olmalı hayatı geliştirmek ve onu anlamlandırmak.

 "Sevgi içinde biriken kıskançlıkları, kavgaları yitirmeli. Sevgiye güvenilmeli, sevgiye susulmalı. Büyük bir sakinlikle hissedilmeli, çocukluğu öldürmeden büyüyerek."

 İşte yaşam da bu fikre katılmalı, kavgasız ama yanlış olanın önünde amansızca dikilerek.


6 Temmuz 2020 Pazartesi

Dolunay



“Ve öpeceğim arzunun sırtından,
  Merakın deliliği aklımda susana dek.”

 Bir hıçkırık tutmuş bünyemi. Biram soğuk, dilim köpük... Sığışmışız bir eve kaçarcasına bu illeti mahlukattan kadın-erkek, çoluk-çocuk. Uzanıyoruz geceye, dolunay tam da tepedeyken hem de. Sürünüyor özlemin sessizliği sen yokluğuyla,mutluluğun gerisinde, berisinde.  Bir tatlı hüzün, hayattan zevk almama engel olmadan, hatta motive ederek benliğimi, hızlanmaya yürütüyor kalelerimi barajın ortasındaymış gibi bir ileri bir geri. Köklerim patlıyor çalıların ardından, sessiz bir savaş meydanındaki hiç hayal edilmemiş tüfekler gibi dağıtarak yüreğimi. Ama korkusu yayılmıyor havaya umutsuzluğun ve özlemin. Biliyorum çünkü, özlenecek birileri var her zaman en yakında ya da ötesinde sınırların.

 Dolunay tepemde. Her zamanki gibi ay ışığından çalıntı yüzünü hatırlıyorum. Balkonda bir tek ben varım. Ev ahalisi uykuda. Kırsalın normali yaşatılarak erken uyunuyor burada. Sokak lambası da aşağıda sabit ama ayın ışığına rakip olamadan aydınlatıyor yolun ufak bir bölümünü kısık kısık. 

 Seni düşünüyorum. Ama öyle derin bir meşguliyetle değil. Huzurun zihnimdeki ufacık bir tezahürü gibi yormadan ve içimi ferahlatarak hatırlatıyorsun varlığını. Bilgece düşlüyorum seni. Aşk denilen o delilikten de eser kalmamış belli. Sessiz, beklentisiz ve derin bir dinginlikle bana ait bir şiirin sarhoş bir gecede, sıcak bir gülümsemeyle hatırlanması gibi anımsıyorum mimiklerini, sözlerini. Hayvani bir tortunun dışında yoran eylemlerin öznesi değilsin artık. Kıskançlık yok ama umursamazlık alabildiğine yoğun. Kulağımda çınlayan, şu karşımdaki küçük dereden yükselen kurbağaların ciyaklamaları bile daha dikkatime değer. Ama yine de aynı göğe baktığımız dolunayda senin tenin var. Varlığını bile hayallerimden ötesine taşımadığım senin tenindeki birkaç beni hatırlatır ayın üzerindeki çukurlar. Ama yine “ben” biterim ışığının üstünde.