19 Eylül 2020 Cumartesi

İsteksizliğim

 


  Bir uyuşukluğun, derin mutsuzluğun ve nereye yöneldiğini bilmediğim bir katı özlemin içindeyim. Dünyanın en güzel sevgisine maruz kalsam da, kendime ait bir odam olsa da inancım yitmiş ayağa kalkmaya. 

 Kalbim olabildiğince kırık... Bulutlar nefesime dolar gibi kasılıyor ciğerlerim. Bir hastalığın korkusuyla sağa sola bakarak ve ölüm görünmezken yaşıyorum bu bilinmezliklerinin üstüme hücum ettiği hayatı. Ebeveynlerime öfkeleniyorum bazı sabahlar. Bu dünyaya gelmem için gösterdikleri terli çaba için kızıyorum onlara. Keşke birileri, Tanrılar, evren veyahut iblisleri şeytanın, sorabilselerdi bana bu dünyaya gelmek isteyip istemediğimi. O zaman hiçlikte yalnız başıma ne kadar mutlu olduğumu görürlerdi. Böylece yüzümde istedikleri gülümsemeyi bulamayan insanlar, bilinçsizce eleştiremezlerdi beni.

 Zaman bol ama bana yetmiyor. Saniyeler olmayan dileklerin hayaliyle harcanıp gidiyor sanki. Boş... Bomboş...

16 Eylül 2020 Çarşamba

İstanbul Notları 1: Düşüncenin Gerçekliği Hakkında Kafa Karışıklığı

 


 "Bir şey beni durduruyor. Duygularımı kendime ifade etme açısından fazlasıyla dağınık ve durgun bir haldeyim. Aslında durgun değil, duraksamış bir hal diyebiliriz. Bir koridor gibi...Yarısı gri, yarısı beyaz. Sanki o beyaz yarımda yürüdükten sonra griye geçmekte çekincelerim varmış gibi. Hissizlik değil, kendime ifade edemediğim, gerçekliğine inanamadığım bir  şeyi kabul edememek gerçeği. 

'Ama muhteşem aşk cümleleri kurabiliyorum sevgiliye. Sadakatten dem vurup arzu dolu dağlarda dans edebiliyorum çılgınca. Peki bunların derinliğinin, en derin gerçeğinin ya da gerçekliğinin ifadesini kendime yapabiliyor muyum? İşte bu kısımdan sonrası komik.'

 Hissiz değilim. En derin, en aşk dolu, en yüksek duyguları hissedebiliyorum. Ama hiçbirinin gerçekliğine inanmıyorum. İçimdeki çelişkilerin en saf çözümlemesi bu olabilir. Tüm o dalgalı, inişli çıkışlı, sarsıntılı duyguların bana inandırılmaya çalışılmış, gerçeklikten uzak şeyler olduklarını düşünüyorum."

 Bir yokuştan hızla iniyorum. Ellerimde tomar tomar kağıtlar... İçlerinde bana dair, benim bile bilmediğim sayılar ve devlet standardında değerlendirilmiş bilgiler var. Etli bacaklarım sıcak havada, eteğin altından birbirine sürtüyor. Yapışkan bir sızı var külodumun içinde. Ya sıcak havalardan ya da etli bir kadın olmaktan nefret ediyorum. 

 Kesinlikle sıcak havalardan nefret ediyorum! Soğukta, azgın rüzgarlarda savrulmak beni yaşamın içinde bir mücadelede gibi gösteriyor her şeyin kayıtlı olduğu zaman denen odada. Bu yüzden en dondurucu yerlere gideceğim. Sıcak ülkelerdeki insanların vurdumduymazlıklarından, düşüncesizliklerinden ya da ılık mutluluklarından kaçacağım. Yani yaz, benim için şımarıklığın zamanı olduğundan...

 Acelem var diye düşünüyorum. Acelem var mı bir yerlere yetişmek, başka yerlere göçmek veya aşka kavuşmak için? Bilmiyorum, ben bazen bazı şeyleri sadece "yapılması gerekenler" olarak kafama kodladığım için yapıyorum. Ve o anlarda, genellikle ne yaptığımın farkında olmuyorum. Ama aklın köşelerindeki, hayatla ilgili kurduğum soru cümlelerini susturmuyorum. Belki o zamanlar sadece o soruları düşünüyor ve yaşadığım anı, yeri ve yaşadığımı anlayamıyorum. 

 Peki anlamanın ne önemi var? Yani hangi anda, ne yaşadığının, bunları derinine kadar hissetmenin ya da anı doyasıya yaşamanın ne önemi olabilir? Yaşamın kendisi, sorduğumuz sorulara bulduğumuz yanıtlar ve yanıtlar için düşüncelerimizde yaptığımız gezintiler değil midir? Klişe gelebilir ama öldüğümde yanımda ne doyasıya yaşadığım anları ne de nadiren başıma gelen mutlulukları götüreceğim. Fakat tam öleceğim sırada kafamdaki hiçbir soruyu yanıtlamamış olursam pişman gideceğim hiçliğe. Neyse, efsanelerde resmedilen bilgeler gibi konuşmanın mantığı yok. Ama sorguluyorum, duygularımı hissedebilip  gerçekliğine inanmıyorsam sadece düşündüğümü, düşüncelerimin aktığını bilip, bu kısıtlı bilgiye sahip olduğum halde düşüncelerimin gerçekliğine nasıl karar veririm? Ya bir gün onların da gerçekliğine inanmayıp ifade edemezsem... O zaman tüm bu söylediklerime göre pişman ölmüş olurum. 


14 Eylül 2020 Pazartesi

Bir Yerlerde

 



Araba ışıkları penceremde yankılanıp duruyor. Kıpkızıl kesildi duvarlar. Bir kehanetin sıkıştırdığı milyonlarca ruh gibi tavana bakakalmış gözlerim. Belki uykudadır zihin. Ama süzülür gibi merakın ve sonsuzluğun ortasında...


Hafifim. Karanlığın içine çakılan tüm düşüncelerim, duvarları kafamda parçalayarak ayak parmaklarımı bedenimden kopartıp şehrin ıssız sokaklarında gezdiriyor.


Beklediğim bir şeyler var. Göremiyorum. Ama merak ediyorum. Sonu olmalı Tanrı’ya uzanan merdivenlerin. Şayet sonsuz ise çıkılamaz olur, o zaman bu azimli tırmanışın ne manası var? 


Parmaklarım hala sokaklarda. Virüse hapsolup çöplüklerde ölenlerin üzerinde gıdıklar gibi dolanıyorlar. Kafam yastıkta, uzakları basmanın hissiyle tanımaya çalışıyor. Bir yerlerde tuhaflıklar bir bir gerçeğe karışıyor. Hipnotize olmuş, aklını yitirerek çarpılan çocuk dişleri üzerinde kıvrılan iğrenç bedenleri izliyor. 


Ateş bu, yavaş yavaş insanları nefessiz bırakıp öldüren. Hastanelerin gözleri rahatsız eden ışıkları küflenmiş ciğerleri sergileyemez elbet; ama kokusu kilometrelerce öteden bir korku gibi geliyor burnuma. Paranoya kokuyor aslında kolonyadan çatlamış ellerim.


Çiğ bir alkol sızısıyla ya gözlerim yuvalarında dönüyor ya da hız kazandı onları üstünden ayıramadığım tavan. Yapayalnız dünya, evrende bir yokuşu amansızca iner gibi yanarak başka birilerini arıyor. Bir yerlerde elbet bilinmeyen şeyler birileri tarafından biliniyor. 


Parmaklarım çöplüklerde kedilerle oynaşıyor. Anne sıcaklığına aşina, en çok unuttuğum organım. Anılarım, olmayan halleriyle canlanırken beynimde, acının yarattığı yalancı bir orgazmla kasılıyorum. Dilim dışarı çıkıyor, gecenin bir yerine zıpkınlanmış amaçlarım iki güneşin karşı karşıya dansına geri dönüyor birkaç milyon yıl.


Kemiklerim ağaçların çarpık uzaması gibi derimi parçalayarak fırlıyor geceden, ancak beynime saplanarak durdurabilir bu kaosu zihnimde. Koparıp da çifte benliği birbirinden, hiç olmadığım bir şey olarak...