26 Ağustos 2022 Cuma

Büyü Filmi Üzerine

 

 Bugün yatağımda öylece uzanmış, bana ilham verecek, ufkumu açacak bir film ararken “Büyü” isminde bir korku filmiyle karşılaştım. Filmin tanıtım videosunda Orta Asya şamanizminden tanıdığım bazı öğeleri görmem, filmi izlememe sebep oldu. 

 Yazı ve çizimleri korkudan sıklıkla beslenen biri olarak korku filmleri izlemeyi severim. Açıkçası bu film, hikayesi ve işlenişi bakımından beğenimi kazanan bir yapım oldu. Özellikle Uzak Doğu öğretileriyle Orta Asya şamanizminden tanıdığımız çeşitli ritüellerin güzel bir sentezini izlemek oldukça zevkliydi. Tanrıların yüzlerinin örtüldüğü maskeler, filmin başlangıcında, şeytani yaratığın ilk olarak buzdolabındaki sütü dökmesi (şaman ritüellerinde, gelen ata ruha ilk olarak süt ikram edilmesi geleneğini hatırlayacak olursak), vb. detaylar,  Türk ve Moğol şamanizminin film üzerindeki etkisini görmek bakımından özeldi. Fakat bunlardan daha çok ben, filmin alt metninden etkilendim.

  Film bize babalık sorumluluğunu almak istemeyen sevgilisi tarafından terk edilmiş, hamile olduğunu geç fark ettiği için gebeliğini sonlandıramamış ve doğurduğu kız çocuğuna karşı annelik duyguları besleyememiş genç bir kadının yaşadığı bunalımı anlatıyor. Film ana karakterin, uzun süre devlet yurdunda kalmış kızını yeniden eve getirmesiyle başlıyor. Bu noktada kadının anneliğinin başka kadınlar tarafından sorgulandığını görüyoruz. Bu da bize, birçok yeni anne olmuş kadının maruz kaldığı zorbalığı hatırlatıyor. 

 Bilmeyenlere hemen anlatmam gerekirse ilk çocuğunu yeni kucağına almış birçok kadın, çevrelerinde çoktan anne olmuş diğer kadınlar tarafından beceriksizlikle suçlanmaktan veyahut başkalarının kendi çocuklarını nasıl büyütecekleri konusunda ahkam kesmesinden şikayetçidir. Hatta bu durum, zaten lohusa olan kadını daha derin bir bunalıma sürükleyebilir, kadın çocuğunu emzirmeyi, hatta çocuğunu reddedebilir. Sonuç olarak, ana karakterimizin kızıyla bağ kurabilmesine engel olacak koşullar hep oradadır.

  Bir diğer nokta ise kadının, çocuğunun tüm sorumluluğunu tek başına üstlenmesi, sevgilisinin bu sorumluluktan kaçmasıdır. Film boyunca çocuğun babasının karakterini adamın kuzeninden dinliyoruz. Kuzeni onu, “playboy” veya sorumsuz olarak nitelendiriyor sık sık. Hatta aynı kuzen, çift arasında herhangi bir iletişim kanalı oluştuğunda bu kanalları sürekli kesiyor.

 Erkeğin özelliklerinin ve çiftin ilişkisindeki mesafelerin, erkeğin bir akrabası veya akrabaları tarafından tanımlanması ya da belirlenmesi asya toplumlarında görmediğimiz bir durum değil elbette. Özellikle karı-koca arasındaki ilişkinin erkeğin ailesi tarafından çokça müdahaleye maruz kaldığı, kadının tamamıyla erkeğin ailesine hizmet eder bir pozisyonda olduğu aileleri bugünün Çin’inde görmek mümkün. 

  Filmde kadının sevgilisine, yani çocuğun babasına antitez olarak oluşturulmuş, belki de sadece ana karakterin hayalinde şekillenmiş başka bir erkek modeli daha var. O da çocuğun devlet yurdundaki öğretmeni. Kendisi çocuk sahibi olmak isteyen, fakat çocuk sahibi olamamış ve kız çocuğunu, kendi deyimiyle, gerçek bir baba gibi seven bir adam. Bu, Liaudet’in sıklıkla yinelediği, modern dünyanın evlerinde aile babasının rolünün azalıp devletin bir baba figürü olarak yükselişinin bir tasviri olabilir. 

  Filmin asıl önemli noktası, kadının içinde bulunduğu durumu, terk edilişini ya da istemeden çocuk sahibi oluşunu, kadınlığına bir saldırı ve bu saldırının taşıyıcısı olarak da kızını görmesi. Bu durum, Anne-Buddha isimli tanrıça ve bu tanrıçaya karşı yapılmış bir hakaretin korkunç bir lanet olarak nesilden nesile aktarılması üzerinden anlatılmış. 

  Öncelikle Ana-Buddha için hazırlanmış bir tapınağına kadının sevgilisi ve kuzeninin girdiğini görüyoruz. Bu sahnede adamın kuzeni, tapınak dışındaki taşlardan birine penis çiziyor. Mağaramsı tapınak tasviri ve kapı sembolü, girişe çizilmiş penisin aslında vajinaya girdiğini anlatıyor bize. Bu giriş yıllardır öfkesi ve yıkıcılığı çeşitli adaklarla bastırılmış tanrıçaya yapılmış bir hakaret olarak işleniyor filmde. Bu, birçok toplumda, yüzyıllar boyunca kadın orgazmının zararlı, hayvani ve şeytani görülmesinin anlatısı olabilir. Ayrıca iki erkeğin tapınağa, tapınak kapısını kırarak girmesi, ana karakterimiz olan kadın ve sevgilisinin bir çocuk dünyaya getiren birleşmesinin, kadının rızası veyahut hazır olmadığı bir anda gerçekleşmiş olabileceği ihtimalini de aklımıza getiriyor. Bu istemsiz giriş ya da hakaretin Anne-Buddha aracılığıyla ana karakterin kadınlık algısına ya da vajinasına olduğunu, lanetin kaynağı olduğu için üzeri örtülen Anne-Buddha’nın yüzünün, vajinaya çok benzeyen bir delik olarak filmde alenen gösterilmesi ile açıklayabiliriz. 

 Burada, Avrupa’da birçok kadının cadılık suçlamasıyla yakılmasına neden olan şeytanla anlaşma yapan kadın, şeytani vajina, vb. batıl inançları hatırlıyoruz ki bu dönemden kadınların vajinasının soğuk, ıslak ve şeytani; erkeğin penisinin temiz, kuru ve sağlıklı olarak tasvir edildiği birçok kayıt kalmıştır günümüze. Bu ıslak, tekinsiz ve soğuk vajina tasviri, iki erkeğin girdiği Anne-Buddha tapınağının da özelliklerini oluşturuyor. 

 Lanetin bir sonraki nesile, yani bir sonraki kız çocuğuna aktarılması ise hepimizin tanıdık olduğu,“ Kız çocuğunun kaderi, annesinin kaderidir.” sözünü hatırlatıyor. Yani kadının gözünde kendi kızı bu hakarete ya da saldırıya maruz kalacak bir sonraki kişi. Hiç de adetim olmayarak, çok etkilendiğim bu filmi kendi bakış açımdan sizlere aktarmaya çalışmamın sebebi, beni okuyan kız kardeşlerimin, kadınlıklarını tanıma yolunda, bir şekilde kendilerine ışık tutabilecek bir kaynağa ihtiyaçları olabileceğini düşünmemdir. Hiçbir laneti üzerinizde taşımamanız dileğiyle…


  

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Tünel

 

  Rayların üzerinde çıplak ayaklarıyla dans eden kadına sordu:

  “ Sen kimsin?”

  Bu soru, kocaman bir taşın çok yüksekten düşüp düştüğü yeri sarsması kadar sarsıcı gelmişti ruhuna. 

  Kadın, dağınık gür saçlarının arasından esrik bir gülümsemeyle hırıldadı. Bu sırada vücuduyla anlamsız hareketler yapıyor, kemikleri rahatsız edici sesler çıkarıyordu. Konuşmaya başladığında ise sesi, çok uzaklardan, okyanusların altından geliyor gibiydi. 

  Gözlerini kırpıştırarak ve tuhaf bir sevimliliğe bürünerek,  “Ben kötülük yapmak isteyen lakin her seferinde iyilik yapan bir meleğim!”, dedi. Bu sözler onu dinleyen genç adamı düşündürmüştü. O ise düşüncelere boğulan adama sokuldukça sokuluyordu. Adam, tam kadının bacaklarının arasından gelen kokunun etkisiyle kadını sıkı sıkı saracaktı ki, karşısında devasa bir yaratık belirdi. 

 Tüm tüneli kahkahalarıyla inleten yaratığın uzuvları her yeri kaplıyor, vücudu, ter gibi şeffaf ve yapışkan bir  sıvı salgılıyordu. Adamsa içinde bulunduğu şokun etkisiyle titriyor, kendisine küçümseyerek bakan o ürkütücü, varlığını tam olarak tarif edemediği canlıdan uzaklaşmak için elinden geleni yapıyor; fakat başarılı olamıyordu. Ürkek bedeni canavarın uzuvları arasında sıkışıp kalmıştı. 

   Yaratık, alaycı bir tonla, “Ben kötülük yapmak isteyen lakin her seferinde iyilik yapan bir meleğim.”, diye tekrarladı. Bu sırada güldükçe gülüyor ve her defasında zavallı gencin bedenini daha çok sıkıyordu. Bu durum, adamcağız acıyla inlemeye başlayana kadar devam etti. Uzuvları arasındaki beden tüm gücünü kaybettiğinde canavar, kapladığı zayıf  vücudu serbest bıraktı. Gözlerini kocaman açarak titreyen ruhun üzerine eğildi ve haykırdı: 

  “ Ben, ben olanım!”

23 Ağustos 2022 Salı

Notlar 3: Uyku

 

  İfade etme konusunda tıkanmış gibiyim. Bu esintili akşamda tuhaf bir can sıkıntısı oturuyor masamda. Kısık bir sesle çalan müzik beni daha da çekiyor bu bıkkınlığa. Nerede olmak istediğimi bilmiyorum. Konuşmak istemiyorum. Ama anlatmam gerekiyormuş gibi de hissediyorum. Beklendiği üzere, aslında ortamı şenlendirmek için, otomasyon, işçi ücretleri, eşitsizlik vb. kelimeler kullanabilirim elbette. Fakat ona bile mecalim yok. Gündemime, “Kışın kendimi mi yakıp ısınacağım?”, sorusu eklendi zaten. 

  Uyku problemim yeniden hortladı. Üç gündür doğru düzgün uyumadım. İş yerinden eve kadar yaptığım, aslında şehri baştan uca aştığım, yürüyüşler beni yorgun düşürse de bedenimi uyutmaya yetmiyor. Uyuyamadıkça daha çok sinirleniyorum. Bu beni, dinlenme yetisi olan insanlardan nefret etmeye zorluyor. Örneğin, bugün üniversitenin önünden geçerken bankın birine uzanmış genç bir adam gördüm. Büyük bir huzurla kapatmıştı gözlerini. Öyle hasetlendim, öyle istedim ki yaşadığı huzuru, onu oracıkta  dövecektim. 

 Kısa boylu, etine dolgun bir kadın tarafından beş dakika uyukladığınız için dayak yediğinizi hayal edin.  Düşündükçe gülüyorum. Kavga etme konusundaki yetersizliğimi ve donuk yüz ifademi hesaba katarsak dövülen kişi tarafından bile eğlenceli sayılabilecek bir aktivite aslında. 

   

 

18 Ağustos 2022 Perşembe

Yağmur

 

  Ne güzel yağmurlar ıslatıyor yarınlarımızı. Damlaların ardında kesik kesik parıldayan o sokak lambası, tramvayın gürültülü sallantısıyla eğiyor başını. Rakıda dozu fazla kaçırıp kahvenin dibine tükürdüğüm bu yaz akşamları beni itiyor ifadesine duyguların. 

  Bir telaş içinde olmak güzel. Bazen tek düze bu yaşamın içinde hezeyanlarda kaybolmak da eğlencelidir. Maalesef toplumumuz daha çok acılar içindeki yükselişleri seçiyor şiirlere konu olarak. Bunun beni sıktığını belirtmem gerekiyor. Bir katliam mağdurundan veyahut çaresiz bir aşıktan daha fazla söyleyecek sözü olabilir gevşek, ağzı bozuk dillerin. 

 İnsanlar, tuhaf bir biçimde, ırkçılığın veyahut hem cinslerime yöneltilen şiddetin üzerimde yarattığı travmaları okurken kadınlıkla yoğrulmuş şiirlerimi okurken olduğundan daha fazla zevk alıyorlar. Halbuki, üstü örtülü de olsa, arzularım bana yazma şevkini veren. 

 Kabul etmeliyim ki çok mutlu bir çocukluktan ya da refah içinde bir ülkenin devlet tarafından desteklenmiş zevklerinden nasibimi almadım. Ülkemdeki birçok genç gibi ben de hem devlet “baba” hem de ailem tarafından görmezden gelinmiştim. Lakin, sanat dediğimiz şey ya da bilim niye var? Fakat bu iki uyuşturucunun kesintisinin diğerlerinden daha tehlikeli sonuçlar yaratacağını unutmamak gerek. Bu bilinçle “her şeyle” meşgul olmadığım zamanlar durmadan yazıyor ya da çiziyorum. Rimbaud gibi “ailenin” yolunda ve “ailenin” istediği koşullarda kıvranarak ölmeyi istemem.

 Nedense yağmurlu günlerde daha canlı oluyor hayal gücüm. İlk Sendai Tanabata’yı, beni uzun zamandır takip edenler kaç tane yazdığımı sayamamıştır bile, yine yağmurlu bir günde yazmıştım. 

 Sokak lambasının ışığı beni uyuşturdu. Eylemler canlanıyor gözümde. Gençliğin de verdiği etkiyle çoğunlukla tenler, kokular ve nefeslerle ilgili olanlar… Perşembe günü olmasaydı tam da sokakta olma vakti aslında. Lakin şimdilik keskin bir zekanın hayaliyle yetineceğim. Balkonun bir köşesine saplanmış halde, rüzgarla kısılan ışıkları izleyerek uykuya dalacağım. Umarım artan soğuk, bu yaza alışmış bedeni yormaz. Kim ister ki haftasonu hasta olmayı? Hele de dışarıda birçok olasılık varken mutlu olmak için… 

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Hashimoto

 

  Çok hızlı atıp beni yorgun düşüren kalbim,

  Yanlış işleyen bedenin aylak sesi,

  O uzun yürüyüşlerde senden daha güçlüsü mü vardı?

  Bir ufak bahar rüzgarı esse ağırlaşıverirdi atışın.

  Halbuki kamçılıyor yükselişlerini

  Üreyişi boğazındaki sessiz seslerin.

  Ve beden taşıyamayacağın bilerek bu dikenli yükleri,

  Ağırlıyor yangınlarını artan hücrelerin.


  Yutkunuşum,

  Yalvardığım gecelerdeki o ani yok oluşlarını bir yana kaldır. 

  Bir kez daha gecenin ruhlarıyla karşılaşacak cesaret!

  Sen, karanlık zamanların lanetli kadını,

  Bir zırh gibi uyandığın o sabahlar ulaşamaz artık en üretken zamanlarına.

  Son kez selam durarak işveli kıkırdayışlara  

  Uyutmaya bak boynuna kenetlenmiş o tuz dolu deliyi.

  Ve dua et merhametine genlerindeki derin sapmaların.

  

  

5 Ağustos 2022 Cuma

Ağırlık

 

  

 Yağmurun içinden gelen gürültülü nefes tüm sokağı kaplamıştı. Gökten inen ışık selinin ardında kadın, bir hezeyan içinde koşuyordu. Tüm kapılar sıkı sıkı kapatılmıştı. Doğanın bu şekilde kükreyişi, yükselen kent yaşamını susturmaya yetiyordu. 

  Yağmur bastırmadan önce ormanının içinde sessiz sessiz kitabını okuyordu. Aniden bölünmüştü esenliği. Okumaktan uyuşmuş bedenini bir tedirginlik sarmıştı. Hızla eşyalarını topladı.

   Tüm devran okyanusun dibine gömülmüş gibiydi. O bu hali gelecek olan fırtınaya yordu. Fakat tepesinden, hayal edemeyeceği kadar yüksekten tuhaf sesler geliyordu. Göğe dikkatlice baktığında dehşet içinde sarsıldı. Uzayın derinliklerinden yeryüzüne bir şeyler süzülüyordu. Şekli belli belirsiz bir yaratık ordusu uzun uzuvlarıyla bulutları dağıtıyor, kudretli böğürtüleri etrafı sarıyordu.

  Üstündeki baygınlığa aldırmadan koşmaya başladı. Her yanı ağaçlarla kaplı olsa da gökte tuhaf renkleriyle parıldayan bedenleri görebiliyordu. 

 İçinde koştuğu rüzgar sert bir kaya gibi yüzüne çarpıyor, kıvılcımlar çıkarıyordu. Pişme halindeki bedeninin izlendiğini hissediyor, izleyenlerin tepkisizliği onu rahatsız ediyordu. Bozuk yumurta kokusu gibi iğrenç bir koku takip ediyordu kaçışını. Koşmaktan kesilen hastalıklı nefesi gövdesini doğruyordu.  

  Ormanı aşıp şehre vardığında çaresizce inledi. Varlığı tamamen yabancı, geometrisi çözülemez bu garip ordu, ışıkları yükselen arenanın üstüne iniyordu. Köpeklerin acı dolu havlayışları yükseliyordu evlerden. O ise gördüğü her kapıyı yumrukluyor, yardım istiyordu. 

  Evine ulaşabilmesi olanaksız görünüyordu. Çünkü o uzun, şekilsiz uzuvlar, şeffaf, yapışkan bir sıvıyı arkalarında bırakarak ilerliyorlardı. O, bu sıvının içinde bata çıka, zar zor hareket ediyor, güçlükle nefes alıyordu. Korkunç akın, diğerlerinden daha büyük bir yaratığın, şehrin ortasına  inip kanatlarıyla tüm göğü kaplamasıyla sona erdi. 

  Heyula öyle büyüktü ki, yeryüzündeki tüm varlıkların üzerine binmişti. Evrenin, her şeyin üzerinde oturuyordu. Kadının gövdesi de altında kalmıştı. Ağırlıktan kemikleri çözünüyordu. Bozuk yumurta kokusu gitmiş, yerini ter kokusu almıştı.

4 Ağustos 2022 Perşembe

Cadı Dağından Gelen Sesler

 

   Güneşin etrafında dönen küçük kelebekler gibi çırpınan göğsünü, arzuların keskin günahkarlığı içinde izledim. İçeriye baktım sinsice. Senin de sahip olduğun içeriye, aksanlı sesler çıkaran deliklerine. Gevşemek istedim altında varlığın. Dudaklarımın kenarları ıslandı. Dişi beynin hayasızlığına hayran kaldım.

  Etik, etkin… Öyle gizlenmesi büyük bir yalan ki, her an süzülebilir dar yollardan kadınlığın hasta sıvıları. Yüzyılların hasta olarak gördüğü o sıvılar… Halbuki ben defalarca suladım ormanları yağmurlarımla ve sürdüm göğsümü defalarca toprağa. 

“Ayın karşısında, kocaman bir şehrin ortasında, çıplak bir beden… Kimse duymadan, kimse görmeden… Şeytan katılmadan… Ama en şeytani olan çocuk masallarında...”

  O merhem vücudumuza sürdüğümüz ve bizi yükselten göğe, ne bir günahsız etinden ne kurbağa başından ne de karanlık büyülerden. Tanrısallık veyahut bilgelik değil, kalın ve uzun bir süpürge üstüne binip uçtuğumuz büyülü gecelerde.

  Şimdi o daracık, sıcak, nefessiz yerde kapıyı açacak, seçecek olan kişi benim. Ya dua et, kutsal ruhu titreten kadının ardından kaybettiğin adın ve devletin senden çaldığı o ünvan için ya da sessizce süzül içeri kapımdan. Savaşmadan bende ol. Bize dua et.