21 Ağustos 2020 Cuma

Doğa

 

  Ayaklarımı ıslak toprakta birer toynak gibi tıkırdatarak taşlara, ormanın dışındaki çığlıkları bastırıyorum. Binlerce "ben" var sanki ağaçların ardında. Farklı tonlardaki tınıların ahengiyle değişik hallere bürünmüş binlerce ben... Fakat hepsinin özüne yerleşmiş derin bir tatminsizlik ve belirsizliklerden kıvranan bir yabanilik var. 

 Cebime sakladığım dilimlenmiş et, yağmurdan ıslanan pantolonun kumaşında, bütün canlılığıyla kokuyor. Sanki hayvanı hayatta kalmaya çalışırken, kanını izlerken cebime koymuşum gibi. Hayır, hiçbir canlıya böylesi bir işkence yapmadım. Eski yüzümün parçalarını doldurdum ceplerime. Kalan minik parçaları ise kargalar yemiştir çoktan ya da yağmurun delici vuruşlarında toprağa gömülmüşlerdir. 

 Yaz aylarından nefret ediyorum. Bu yağmurlar ve insanı kendi karanlığına sürükleyip tekrardan yaşadığına inandıran gri hava da olmasa bu iğrenç sıcağa, tenimi, gözlerimi yakan güneşe asla katlanmazdım. Her zaman karı, sırtıma çarptığında iz bırakan dolu ve yağmuru daha çok sevmişimdir. Soğuğun acımasız halinde sıcağın bir değeri oluyor. Zaten terliyorken, güneş bedenimi ısıtıyorken ne sevişmenin ne de sevginin manası var. Sıcak sadece yarın öleceğim izlenimini yaratıyor zihnimde. Sanki o uyuşuk halde uyku hiç bitmeyecekmiş gibi... Güneşin altında çapaladığım toprak ancak burnumdan akan kanla renklenebilir. Bu nedenledir ki, sonbahar ve canlılığın ölümü beni hayata döndüren bir kurtuluştur. 

 Ağaçların tepesini kafamı kaldırdığımda bile göremiyorum. Zaten kafamı yeterince kaldırabildiğim söylenemez. Kafamı sağa sola savurarak sürünmüyor muyum toprağın üzerinde? Eski zamanlarda, şimdi de eskilerin tüm izlerini taşıyan yeni çağda lanetli ve soğuk rahmimiz bir yılanın ağzı gibi tasvir edilmiyor mu? Islak ve şeytani... Avuç kadar temiz erkeklikleri orada ısınmıyormuş gibi...Ama burası güzel bir orman. Elma yok, bana kandığı için hayatında hiç doymamış gibi elmayı gırtlağına tıkarak yiyen bir zavallı da yok. Mosmor bir gökyüzü, kendini yavaş yavaş gösteren ay ve gözlerimi açmama bile engel olan amansız bir yağmur, bereket var.

 Ağaçların köklerine takılıp sallandıkça ıslak saçlarım birer kırbaç gibi çarpıyor tenime. Soğuk gırtlağımı sıkıp doluyor genzimden aşağı. Göğüslerim incecik kumaşın altından gagasını gösteriyor etrafımı kuşatan vahşi gözlere. Rüzgar engel olamıyor, toprağın yıkılan göğün altında boğulmasına. Ormanın tepelik yerlerinden aşağı seller akıyor. Elimi uzatmak istediğim kayalığı görebiliyorum. O kayalığın ardından göğsümle uzanacağım yıldızları ve şımarıkça kayan geceyi de...

 Son kez benliğimi adayıp dışarıda kalan, benle birleşmesi gereken tüm çelişkilerimle kendimi "ilk olanın" bilgisine adayacağım. Zamanın geometrisine ve onun tepeme diktiği muhteşem kaleye...İnsanlar içlerinde yaşamama neden olan bütün isteği tüketmeme neden oldular. Öyle ki, aşktan, aşığımdan bile eskisi zevki alamaz oldum. Bakmak, zamanın sessiz bir izleyici olmaktan başka bir nedenim kalmadı. Bazen harfler bile yoruyor beni. Sıkılıyorum çerçevesinden taşmayanı okumaktan. Kafamda konuşmak istiyorum teorileri. Sınırların komedisi, belirsizce arzularımı yitirmeme neden oldu. Plan yapmanın, hayal kurmanın önemsizliği beni gerçekliğini asla yitirmeyen doğaya sürdü.

 Ayaklarım, köklerin üzerinden kibirle baktığı kayalarda, bir balığın akıntıya kapılması gibi yolunu kaybediyor, kayıyor. Ellerimle yapışmasam, avuçlarımı kanatmasam keskin köşelerinde, yıldızlara kavuşma umudumu tamamen yitireceğim. Su artık tepeme dökülüyor. Nefessiz, boğulurcasına ezmeye çalışıyorum gümbürtüsünü yağmurun. Kafam kopacak gibi oluyor direnirken hızla inen kızgın kütleye. Otlara tutunuyorum çaresiz. Onlar da birer birer yolunuyor döktüğüm saçlarım gibi. 

 Son bir hınçla, dişlerimle asılıyorum toprağa. Su çenemi kopartıp beni savuruyor aşağıya. Ve tüm evren başımın üzerinde dönüp, kan kokusundan baygınlaşan zihnim yıldızların, alemlerin arasında saniyeler içinde gezip sivri bir kayaya saplanan bedenimi her şeyin doğal işleyişini izler gibi sakince izliyorlar.

 Yağmur bitiyor, gece yeni güne hazırlanıyor ve cebimden sarkan yüzüm taşınıyor karıncaların sırtında derin mahzenlere. 

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Karanlıktan İlk Işık

 

Söyleyeceğim şarkılarda değil sevgilim

Giz, gecemi gündüzüme boğan, daha ötesine geçemediğimde beni yakan

O keskin inançtadır.

Sen, benim hayal edebileceğim, sen masum yüz,

Perişan olurum senin solmana.

Ben kendi savaşlarında savrulan,

Histe yoksun, ben kemter olanım.


Ey Tanrım, beni aşkta mahçup koyma,

Benliğimi bu masuma kıymaktan alıkoy!

Ama güzel yüzüyle sevgilinin, doyur gençliğimi.


Yaşı benden genç,

Gözü saf od ile yanan, 

Mavisi derin, dişi yamuk sevgilim,

Senin o güzel şarkılarını söyleyecek bu dili,

Yanaklarını kızartacak bu tutkuyu hangi sevabımla hak ettim ben?


Harman yanım, savrulan külüm,

Göğü göğsüme indiren dişil yaradanım, 

Beni sevgiliyi kırmakla,anlamamakla sınama!

Aşkımı bilgeliğinle öyle kutsa ki,

Somurtmasın inanç dolu yüzü aşkın.

Hatayı, aklımla yoluma vurma!

Ama sevgilinin mutluluğunun kaynağı göğsümde çağlasın.

1 Ağustos 2020 Cumartesi

İbrahim'in Rüyası



  Kıyafetleri paramparça olmuş adam, tüm hızıyla koşmaya devam ediyordu. Ağzından fışkıran kanın boğazında yarattığı ağırlığı üstündeki her şey gibi sıyırıp atmak istiyordu. Arkasına bakmaya bile korkuyordu. Kaslarının hareket etmeyeceği her an, ölüme daha çok yaklaşmak gibi geliyordu ona. O kadar hızlı koşuyordu ki,  ayaklarının yerden kesildiğini hissetmeye başladı. Sanki kocaman bir el onu omzundan tutmuş, yukarı çekiyordu.

" Yaşama arzusu, yaşamaktan asla vazgeçmeyecek olmak işte bu kadar özel ve sarsılmaz bir güçtü. Milyon yıllara sığmayan, bu ölüme karşı savaş, bu yenilgiydi bizi göğsümüzü yırtarcasına koşturan."

 Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, tüm bu hızla akan hezeyanın içinde. Bitiş kabul edilemezdi ve bu yenilmez coşku, sol kola inmiş ağrı, aşılamazdı peşinden gelen korkunç ölümü öldürmeden. Aniden durdu. Arkasını döndüğünde elinde kocaman bir satırla ona doğru koşan adamı gördü.

 Yaşlıydı. Ama ağzından salyalar akan bir hınç içinde koşuyordu üstüne. Yerde sivri bir taş aradı. Tuhaf bir öfke ve hastalık içinde öldürmeye coşan ihtiyar, her saniye daha da yaklaşıyordu zavallıya.

 Çam ağaçlarıyla çevrili ormanda bulduğu kocaman taşı havaya kaldırdı genç adam. Ve haykırdı, "Baba."

 Yaşlı adam savuramadan satırı, indi beynine taş. Kan, ay üzerinde gezinirken muhteşem bir ahenk ile fışkırdı ihtiyarın kafasından. Gözlerinin beyazı gökyüzünü selamlar gibi döne döne kaybediyordu yemyeşil yuvalarını, dili dışarı fırlamış bir şekilde andırıyordu aslanağzını. Yaşlı beden, tüm vahşeti ve kendini kaybetmiş merhametiyle yıkılıyordu. O bedenden kopmuş spermlerden biri ise evlat olma statüsünden kurtularak katil oluyordu en masum şekilde.

 Çenesi titriyordu genç adamın. Gözlerinden akan yaşlar yüzüne sıçrayan kanları siliyordu. Korkunç bir acıyla bağırmaya çalıştı. Ama duyulan zavallı bir cızırtıydı:
 "Beni ne unuttuğun geçmişin, ne köhne zevklerin ne de Tanrı'n için kurban etme baba!"

  Taze bedeni inleyen bir korkuyla titriyordu. Yavaşça yere doğru eğildi gövdesi. Ağzında kuruyan kan, boynuna inmiş bıçak darbesiyle başka bir çıkış yolu bulmuştu dakikalar öncesinde.Gözleri ağırlaştı. Babasının ölü bedeninin yanında boylu boyunca yayılıyordu son saniyeleri.

 Bir tuhaf adım yankılandı ormanın içinde. Uzaktan yaklaşan sesleri duydu. Bir insan olabileceğini düşünüp büyük bir çabayla inledi. Ne kadar uğraşsa da sesi kendine bile ulaşmıyordu. Adımların tok gürültüsü sakince tepesinde büyüdü. Karanlığın içinden ona bakan bir çift gözün sahibi, bedenini sarsarcasına, keskin keskin nefes alıp veriyordu. Ona bu kadar yaklaşan kişinin kim olduğunu anlayabilmek için kaldırdı başını. Ancak gözlerini kısınca anladı, tepesinde duranın bir keçi olduğunu. Keçi büyük bir ustalıkla dilini ıslatarak, "İşte sen şimdi, sürüden ayrı kaldın.", dedi.