27 Ekim 2022 Perşembe

Mektup

 

 Ve yabancı karanlıkta yürümeye devam etmiş. Sokak lambaları eskisinden kısık, insanlar cıvıl cıvıl sokaktaymış. Sakin bir müziğin çaldığı, duvarları ahşapla çevrelenmiş kahveciye girdiğinde yabancı, çoktan yorgun ve susuzmuş.

  Kahvecinin en uzak köşesine, kimsenin kolay kolay görmediği bir yere yerleşmiş. Elinde kirli, uzun süredir beklediği için dışı sararmış bir mektup varmış. 

 Yabancı zarfı büyük bir sabırla açmış. Yüzünde anılara hürmet eden bir hal varmış. Zarfın içinden kırmızı renkli bir kağıt çıkarmış. Kağıdın üzerinde oldukça muntazam bir el yazısıyla bir tek cümle yazılıymış. Yabancı cümleyi hızla okumuş. Yüzünde hüzünden uzak, beklediğini almış bir kişinin ifadesi varmış. 

 Mektubu kahvecinin masasına bırakmış. Üstünde dumanı tüten, kibar bir kadın garsonun getirdiği kahveyi içmeden masadan kalkmış. Ve kahveciden çıkmış. Mektubun üzerinde, “Hiç deneyimlemediğin, ihtiyacın olan o şeyin karşılığını elbette ödemeliydin”, yazılıymuş.

 

26 Ekim 2022 Çarşamba

Yetersizlik Hissi ve Kendilik

 

 Son günlerde yazmaktan çok kendi kendime kalıp bütün düşüncelerimi belli bir düzleme oturtmaya çalışıyorum. Fakat bazen, belki de yoğunluğumdan, düşüncelerimi doğru bir sıralama ile incelemek zorlaşıyor. Bu sebeple yazmamın daha doğru olacağını düşünüyorum.

 Kabul etmeliyiz ki sonsuzluğun içinde eksik bir canlı, anne memesinden koptuğundan beri yalnız bir varlık olarak insan, her zaman içinde bulacağı boşluk ve yetersizlik hissiyle boğuşmak zorunda. Bu hislerin tamamen yok olmasının ihtimali yok elbette. İnsanın yaradılışı maalesef buna izin verecek çözümleri ortadan kaldırıyor. Fakat kişi kendi varlığının bu çetrefilli yapısıyla barışabilir, bu yapıya rağmen hayatı yaşanılabilir kılacak bir metot geliştirebilir. Bunu tabiiki de tam anlamıyla başaramayabilir. Lakin buna çabalamak, “yolda olmak” bir insanın, “Bu hayatı layıkıyla yaşadım.”, diyebilmesi için yeterlidir. 

 Kişinin geliştireceği her metot tamamıyla öznel ve salt bir şekilde kişiye has problemlere çözüm olduğundan bu yolculukta “kendi” ile olabilmek önemlidir. Burada kişiye has problemlerden kastım, her kişinin eksik varlığına gösterdiği tepkinin farklı oluşudur. Bu noktada “kendi”, “kendilik” hayati bir yere sahiptir. 

 Bizler ailelerimiz ve toplum tarafından yöneltilen yargılarla kirletilmiş, saf halinden uzaklaştırılmış ve bastırılmış sözde “kendilere” sahip insanlarız. Açık olmak gerekirse hepimiz bir noktada sahte benliklere sahip olabiliyor, asıl “kendimiz” dediğimiz şeyin, biz bile farkında olamayabiliyoruz. 

  Ben kişinin oluşturduğu sahte benliklerin farkında olup bu benlikleri neden oluşturduğuna dair düşünmesi taraftarıyım. Özellikle travmalar karşısında aldığımız yarayı yalarken büyük bir korku ve belki öfkeyle oluşturduğumuz bu sahte benlikler yolculuğumuzun en büyük engelleridir. Travmalarımızı objektif bir şekilde inceler, onları konuyla alakalı okumalarla ile çözümlemeye çalışıp sezgilerimizin gösterdiği yoldan ilerlersek daha çabuk bir şekilde başarıya ulaşabiliriz. 

  Bu yol size ait. Yöntemler, savaşlar, başarısızlıklar da… Önemli olan şeyin “yolda olmak” olduğunu unutmamanız ve yitirdiğiniz kendinizi en hızlı şekilde bulmanız dileğiyle… 



 

Yabancı, Genç Kadın, Yaşlı Adam ve Sarhoş

 

 Bir gün upuzun saçları ve çatık kaşlarıyla bir yabancı, Münih’in altında gıcırdayan o koca trenlerden birinin içine hışımla girmiş. Burun delikleri büyük bir hırsla açılıp kapanıyor, kıpkırmızı gözleri ve ısırdığı dudaklarını ıslatan kan, görenleri ürpertiyormuş. Nereye oturacağını bilemeden trenin sonuna kadar hızla yürümüş. Bu sırada onu yetmişlerinin sonlarında yaşlı bir adam izliyormuş. 

 Yabancı kendini sanki kocaman bir kütleyi yıllardır taşıyormuş da artık kaldıracak gücü kalmamış gibi atıvermiş kahverengisi solmuş deri koltuklara. Yabancının yığıldığı koltuğun hemen karşısında kıvır kıvır saçlarıyla oynayan genç bir kadın varmış. Bu yığılışın gürültüsüyle irkilmiş kadın. Kadının irkilmesini fark eden yabancı daha çok hiddetlenmiş ve başlamış içinde sadece kendisinin, uyuyan bir sarhoşun, genç bir kadın ve yaşlı bir adamın olduğu treni inletmeye. 

 “Anlamıyorum neden olduğunu bu boşluk hissinin

  Ve beni kemiren bu yetersiz düşüncelerin!

  Şayet böyle yaratacaktıysa, böyle beceriksizse bu Tanrı

  Ne gereği vardı doğurtmaya bu eksik canlıyı!

  Ey şehirlerin bir eskisi,

  Ben yitirdim raylarında bu kendiliği!”

 Bu sözler karşısında gülmesini tutamamış genç kadın, basmış kahkahasını. 

“ Siz, ‘kendilik’ mi dediniz? Siz kendiliği ne bilirsiniz? Baksanıza dudaklarınız soyulmuş kaygıdan, belki kibirden. Kendine işkence eder mi kendini bilen? Var mı kendiliği bulup da yitiren? Siz sadece koptuğunuz memeye hasettesiniz!”

 Yabancı eliyle yoklamış göğüslerini. Kendinden uzakta oluşunun ne kadar süredir farkında olduğunu ve bunun ne kadar acı verdiğini düşünmüş. “Belki de doğduğumdan beri…”, diye geçirmiş içinden. Ayrıca bir memeye hasette olmadığını, kendi göğüsleri dışında başka bir memeyi hiç görmediğini düşünüp üzülmüş. Süt tadı eksik gelmiş ağzına. Bu haset değil, hiç bilmemekmiş.

 O bunları düşünürken yaşlı adam, yabancının karşısında oturan kıvırcık saçlı genç kadının sözünü kesip başlamış konuşmaya. Yabancıya akıl verenin genç, güzel bir kadın olmasından rahatsızlık duyduğu belliymiş. 

 “ Siz küçük hanım, genç ve güzel, lakin bu konuda fikir beyan edemeyecek kadar cahil ve deneyimsizsiniz. Bu kendilik safsatası psikologların heyecanlı kalplerinde sayıklayıp duyduğu bir söylencedir. İnsan, savaştığı ve kendi yarattığı, hissettiği son haldir. Ve bu son halin en yüce şekliyle kendini ifade edebilmesi için dövüşmeli, yücelmeye engel olacak duygular yenilmeli ve çok çalışılmalıdır. İnsanoğlu yüzyıllardır bu zayıf, naif, sezgisel saçmalıkları kendi içinde yenip mantığın ışığında yürüyenlerin hikayelerini anlatır durur. Etrafınıza bakınız! Bizi üstün kılan budur! Bizdeki ne eksiklik ne de boşluktur. İnsan, aklıyla gücün ve iktidarın en büyük temsilcisidir.” 

  Bu sözler karşısında hiddetlenen genç kadın daha çok konuşuyor, parmakla adamı gösteriyor, izleyen birileri varmış gibi adamın üstten bakan tavrını tüm dünyaya göstermeye çalışıyormuş. Yaşlı adamsa kadının güzelliğine ve deneyimsizliğine sürekli vurgu yaparak bir yere varmaya çalışıyor gibiymiş.

 Yabancı onların arasında, dalgınca sadece iki sözcüğü sayıklamış.

  “Sezgi, mantık. Sezgi, mantık…”

 Yabancı yavaşça ayağa kalkmış. Artık eskisi gibi kızgın ve tedirgin değilmiş. Hararetle tartışan o iki insanın ya da iki yanın arasından geçmiş. Koltuklardan birinde kusmakta olan sarhoşu kucaklamış ve trenden inmiş.


8 Ekim 2022 Cumartesi

Bir Tuhaf Anı

 

  Yağmurun ıslattığı kaldırımda boylu boyunca uzanmış, gri göğe bakıyordu. Evlerin çatılarının döküldüğü bu sokakta, kuruyup çatırdayan ağaçların ardında, balkonuna rengarenk süslerin asıldığı bir evdi beyninin her köşesini uyuşturan. 

 “Hafif kumraldan sarıya çalan upuzun saçların tuhaf kokusu… Yemyeşil gözleriyle biri her şeyin farkında. Uzaklarda bir başkaları da…”

 Gürüldeyen midesini eliyle bastırmaya çalıştı.  Beli öyle korkunç bir şekilde ağrıyordu ki, bacakları vücudundan ayrılıyormuş gibi hissediyordu. Ağzında tuz tadı vardı. Saçlarının üzeri de beyaz beyaz tuz olmuştu. Tuzla olan ilişkimin bu kadar çarpıklaşmasının sebebi bu olabilir mi, diye düşündü. 

 Sarsılarak doğrulmaya çalıştı. Yağmur bacaklarının arasından yola kıpkırmızı bir hat açıyordu. Kadınlığına dokunduğunda derin bir nefes aldı. Bu rahatlamanın ardında korkunç ağrılarının sebebi vardı. 

 Vücudundaki titreyişlerin yanı sıra zeminleri titreten bir başka şey de onu sarsıyordu. Sanki çok büyük bir kütle, kocaman bir canavar, ortalıklarda umarsızca koşturuyordu. Bu yaratık, her sözüne ve benliğine işleyen o koca kanatlı, uzuvlarını aşağı çekiştirince pürüzsüz bir vajinayı andıran dostu değildi. O kütle öyle bir şeydi ki, onu tepkisiz bırakıyor, bazen de tüm geçmişini unutmasına sebep oluyordu. 

  Burnuna keskin bir ter kokusu geliyordu. Açlığı ise boğazına bir asit gibi uzanmaya başlamıştı. Balkonunda süslerin olduğu, balık porselenlerinin asıldığı evden gelen makarnanın kokusu, ciğerlerine dolup zihnini bulandırıyordu. Sert bir ses tonuyla, “Bana yok!”, dedi. Her harfe hınçla bastırarak tekrarladı.

  “Bana yok!”

  Yavaşça doğruldu. Rüzgar öyle hiddetlenmişti ki yağmura engel oluyor, o evin balkonundaki süslerin duvarlara vurmasına neden oluyordu. Kaynayan makarnanın sesinin geldiği yöne doğru yürüdü. Eve yaklaştıkça ter kokusu daha şiddetleniyordu. Bu koku onu öyle kızdırdı, öyle bir hezeyanın içine soktu ki, vücuduna sinen her zerresini kokunun kazımaya çalıştı. Evi çevreleyen çitleri tekmeleyerek parçaladı. 

  Evin bahçeye açılan kapısından çıkan beyaz tüller, rüzgarda delicesine dans ediyordu. Bahçedeki taşlar onda tuhaf bir şekilde sek sek oynama isteği uyandırsa da o, hedefine, kapıya kitlenmiş bir şekilde yürümeye devam etti. Kapıdan içeri girmeden ayaklarını daha çok çamura buladı.

 Kapı doğrudan mutfağa açılıyordu. Mutfak çekmecesinden tahta saplı, sapının üzerine kırmızı çiçeklerin resmedildiği bıçağı aldı. Mutfaktan içeri yürüdüğünde ahşap merdivenleri, merdivenlerinin hemen karşısındaki küçük sediriyle evin girişini gördü. Girişteki telefonun çalmasıyla irkildi. Telefonun sesi yitirdiği umutların seremonisi gibiydi. Telefonun ahizesini yavaşça kaldırdı. Sessizce diğer uçta konuşan kişiyi dinledi. 

  Genç bir kadın anlamsız konulardan bahsediyordu. Kadının konuşmalarını dinlerken gözlerinden yaşlar süzüldü. Boğuk bir sesle telefonun ardındaki kişiye, “Ne zaman geleceksin?”, diye sordu. Gelen cevaba alaycı bir şekilde gülerek kapattı telefonu. 

 Elindeki bıçağı büyük bir öfke ile sıkıyordu. Merdivenlere doğru yöneldi. Duvarda çiçeklerin ve folklorik figürlerin işlendiği birkaç resim vardı. Merdivenlerden çıkarken sayıkladı: “Yarın değil, sonraki gün değil, sonraki gün…”

 Üst kata çıktığında odalardan birinde inleyen, homurdanan biri olduğunu fark etti. Homurtuların yükseldiği odaya yaklaştıkça keskin ter kokusu daha başka bir kokuya, vücut salgılarından korkunç bir esintiye dönüşüyordu. 

  İniltilerin geldiği odanın kapısı kapalıydı. Kapıya dokunduğunda elleri yapış yapış oldu. Kapıyı dirseğiyle açtı. İçeride plastik, şişme, siyah bir yatağın üzerinde jölemsi bir yaratık, yemyeşil suratıyla homurdanarak yatıyordu. Bıçağı yaratığın yattığı şişme yatağa savurdu. Yatağın havası bir ıslık ile inmeye başladı. Jölemsi oluşumsa havası inen yatağın üzerinden kayıp tüm tabanı kapladı. 

  

  

 

4 Ekim 2022 Salı

Üç

 

 Bugün çok yakın dostum olan bir beyefendinin söylediği bir söz beni oldukça düşündürdü. Öncelikle bu dostumu dinlemekten ne kadar zevk aldığımı belirtmek isterim. Her muhabbette algılarımı daha da genişletiyor oluşunu işindeki profesyonelliğinden çok, kendi iç görüsüne bağlıyorum. Bu yazıda kendisinden bahsettiğimi anlayabilmesi için ona “Aydınlaşmış Şahit” diyeceğim. Kendisi, yazılarımı okumadığında darıldığım tek kişidir. 

 Aydınlanmış Şahit bana, bir aşk ilişkisini diri ve iri tutan şeyin üçüncü bir kişi olduğunu söyledi. Bu noktada ilk olarak bir aşk ilişkisini veya bir ikiliyi partner yapan şeyin, üçüncü bir göz, yani toplum olduğu düşüncesi geldi aklıma. Yani iki insanın bir bağlılık, bir ilişki ya da bir dinamizm içinde oluşu ancak bir başkaları görüp onayladığında gerçek olabilir sonucuna vardım. Bunu net bir şekilde evlilik kurumuyla görüyoruz zaten. Kişilerin bir bağlılığı veya bir ilişkiyi kendi zihinlerinde belli bir temele oturtması için kendilerini toplum içinde açıkça deklare etmeleri gerekiyor. Bu düğünler, yüzükler veyahut tuhaf tuhaf adetlerle taçlanıyor. 

  Aydınlanmış Şahit sözünü bitirir bitirmez vardığım bu sonucu kendisine söyledim. Bu düşüncemi onaylamasına karşın bana, ilişkinin dışındaki gerçek üçüncü kişilerden ve çok eşlilikten bahsetti.  

 Dostum konuşmaya devam ederken aklım beni, başka bir boyutta, kimsenin aşkının mülk gibi edinilmediği ya da tüm erkeklerin aşkına sahip olduğum bir küçük hayali ortama götürdü. 

  Bu ortamda mavili morlu loş ışıklar, üstüne farklı farklı kuşların işlendiği sütunlar, sütunların diplerinde mozaiklerle süslenmiş merdivenlerin indiği havuzlar vardı. O havuzlarda ve sütunların nahoşça indiği taşlı yollarda sarışınından esmerine, her çeşit bedende ve güzellikte erkekler dans ediyordu. 

 Aydınlanmış Şahit’in konuşmaları boğuk boğuk soğuk taşlarda yankılanırken o güzel erkeklerin danslarından sıçrayan ılık terler yüzüme vuruyordu. Bütün bu sallanan ya da kıvrılan güzelliğe rağmen, ışığın kısıldığı ve nefeslerin sustuğu o en uzak köşede bir tek beden tüm dikkatimi kendi üzerine çekiyordu. Üstüne üçüncüler, güzel erkekler, toplumlar ya da sözler yansıyan bir tek beden… Tüm bu güzellikler etrafı sardığından özel olabilen bir tek yüz… 

  Böylece Aydınlanmış Şahit’in sunduğu argümanı kendi nezdimde doğrulamış oldum. Bir başkaları etrafı sardığında, o bir tek kişi için olan aşk iri ve dirileşiyordu. 

 Bir anda kendimi gerçeklikten kopmuş hissettim. Bu hayaller tüm bu penguen güzellemelerine ve o büyük sözlere aykırı düşüyordu ki gerçek etrafımı çevreleyen şeydi. Neyseki dostumun sorduğu zekice bir soru sayesinde bu hayali ortamdan ayrılabildim. Yine de o sütunları izlemeye birçok kez gidecektim.