9 Temmuz 2020 Perşembe

Terastaki Kadınlar




   "Penceremin önünde birbirini itip duran ve göğe sevinçle uzanan ağaçları gölgeliyor bakir tepecik. Öylesine kurak ki her parçası, öyle yeşilsiz, öyle sarı yazın tüm sıcağını yüreğinde hissediyor ona bakan. Kulağımda sakin bir müzik, karşımda işveli bir mavilikle serilen baraja bakıyorum. Barajın tam ortasında Bizans döneminden kalma muhteşem bir kale var. Bazen kayıkla giderken çok yakınından geçiyor dedem. İzlediğimde içimi bir huzur kaplıyor, sanki her şeyi anlıyormuşum gibi. Bir keresinde o kalede güçlü, belki de lider bir kadın olduğunu hayal etmiştim. Sanki uzaktan bana bakıyormuş gibi. Ama eminim ki, o da uzaklarda beni değil, kendini tamamlayacak gerçeği arıyordur.

 Yorgun hissetmiyorum. Kızgın değilim. Üzerimdeki o tuhaf hınç terk etti beni. Öyle bir huzur içinde çözünüyorum ki kendimle barışmaktan, hatalarımı affetmekten bembeyaz bir sayfaya dönmüş gibiyim. Belki karşımda sakince sallanan ağaçlar ve sıcaktan baygınca çatırdayan otların kokusu sebebidir bu iyileşmenin. Artık kendime sevdiğim şeyleri itiraf edebiliyorum. Mutluyum. Gitmesine izin verdiğim, beni terk etmesi gereken her şey için zamana minnettarım."

 Kurumuş elleri, parmakları arasında küçücük kalmış kurşun kalemi masaya titreyerek koyduğunda gözleri karşıya, pencerenin ardındaki tepeliğe bakıyordu. "Bazı zamanlar...", diye konuşmaya başlayıp ara sıra başkasının gözlerinden hayata bakmak istediğini söylemiyordu artık. Kendi gördüklerinden, önünde uzanıp doğaya katılan, kendi yazdığından ve kendi okuduğundan gayet memnundu. Kendine ait olmayan, kendine ait olmayacak her şeyi büyük bir sessizlikle ve iç huzuru ile terk etmişti.

 Yavaşça kalktı tahtaları gıcırdayan, eskimiş ama onun deyimiyle hala işlev gören sandalyeden. Çıplak ayaklarını odaya nazaran daha serin olan mermere sürte sürte pencereye doğru ilerledi. Tatlı rüzgar siyah buklelerini ılık ılık yüzüne vuruyordu. Her şey olabildiğine tamamlanmıştı. Büyük yolculukların planı yapılmış, başka yerlerde yeni bir hayat kurmanın sorumluluğu sakinlikle yüklenilmişti. Vücudunu pencereye büsbütün dayayarak ellerini rüzgarda gezdirdi. Kaybetmediği çocuksu merakıyla etrafı izlemeye başladı.

 Sağına döndüğünde beton bir evin terasında kuruttukları dutları ve kayısıları kocaman beyaz muşambalardan toplayan iki kadın gördü. Bir tanesi vücut hatları şalvarının altından belli olan, hafif etli, saçları upuzun arkadan örülmüş, kırmızı bir yazma takmış oldukça genç bir kadındı. Sessiz sessiz kayısıları bir tepsinin içine topluyor, muşamba boşalınca üstünü silkeliyor,sonra da kayısıları tekrar diziyordu. Diğer kadın ise kuru dutları leğenlere dolduruyor, doldururken de üçer beşer yiyordu. Anne-kız olma ihtimalleri oldukça yüksek olan bu iki kadının sessizliği, işlerine odaklanmış halde doğaya gösterdikleri uyum hoşuna gitmişti. "Bu sessizlik...", dedi fısıldayarak.

"Bu sessizlik yaşamın ta kendisi olmalı."

  Eskiden saatlerce konuşmanın, dostlarla bir barda hararetli siyasi konuşmalar yapmanın, bilimi meydanlarda haykırmanın yaşam olduğuna inanıyordu. Halbuki insan sessizce konuşmalı, kalemiyle konuşmalıydı. Haykırmadan, üreterek ama ürettikleriyle duvarları yıkarak, yığınlanmış fikirlere yenilerini katıp, yasalaşanları kapsayamadıkları hayat gerçekliklerinden kurtarıp ileri götürerek mana katılmalı hayata. Aynı sevgiyi geliştirmek gibi olmalı hayatı geliştirmek ve onu anlamlandırmak.

 "Sevgi içinde biriken kıskançlıkları, kavgaları yitirmeli. Sevgiye güvenilmeli, sevgiye susulmalı. Büyük bir sakinlikle hissedilmeli, çocukluğu öldürmeden büyüyerek."

 İşte yaşam da bu fikre katılmalı, kavgasız ama yanlış olanın önünde amansızca dikilerek.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.