26 Temmuz 2020 Pazar

Ayin



  "Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
   Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

  Etrafıma yığılan molozların, çığlık çığlığa bağrışan insanların arasında, çınlayan kulaklarımı ovarak yığıldığım yerden kalktım. Başımı sert bir şekilde yere çarpmış olmalıydım. Zor bela doğruldum. Etrafımda olan bitenleri anlamaya çalıştım. Fakat gözlerim bulanık görüyordu. Yığılan tozun arasında gözlüğümü aradım. Gözlüğümün bir camı düşmüştü, ötekisi ise çatlamıştı. Yamulmuş gözlüğün tek camından gördüğüm ise bir katliamın apaçık haykırışıydı. Karşımda bir durak parçalanmış, etrafında ise saçılmış etler vardı.

 Ölülerin topluca parçalarını saçtığı, iskeletlerin derilerden sıyrılıp dans ettiği alana doğru yürümeye başladım. Ruhlar kendi parçalarını birleştirmeye çalışıyorlardı. Yaşayanlar ise onları görmeden çığlıklar içinde kaçışıyorlardı. Karşı caddeden camları parçalanıp yola savrulmuş dükkanlar, ölülerin sessiz bedenlerine yapışmıştı. Onları gördüğümü fark eden ruhlar benden etleri toplamak için yardım bekliyor, parçalanmış gömleğime sarılıyorlardı. Bense tek bir bedeni arıyordum. Gözlerim böylece savrulmuş bir elin tam ortasında, bir göz gibi bana bakan izi gördü. Böylece yaşadığını bildiğim, bedenine dokunduğum, dudaklarını öptüğüm birinin öldüğünü fark etmiş oldum.

 Sessiz bir bilgelikle dağılmış ceplerde bulduğum kimliği elin üzerine koydum. Hiçbir şey söylemeden, şok olmadan ve diğer ruhların arasında onunkini arayarak yolu gerisin geriye yürüdüm. Hiçbir yerde ona dair bir iz yoktu. Savaşçı ruhları ölü bir çamurdan kurtaran Tanrılar, bu alanı es geçmişti.

 Saçlarımı düzeltip, üstümdeki tozları silkeleyip evimin, ev saydığım tek yerin yolunu tuttum. Kulaklarım hala çınlıyordu. Ağlamanın ne demek olduğunu hiç bilmediğimi o zaman anladığımı hatırlıyorum. Sadece tüm o serinliğe rağmen yüzümden akan teri sildiğimi biliyorum. Yaşayan bedenimle tek ilişkim buydu. Yol boyunca gökte asılı kalan adaletsizlikleri izliyordum. Yanımdan geçen tonla aracı fark etmiyordum, bana bakan insanlardan çok bakamayanların nefeslerini hissediyordum ensemde.

 Vardığımda hava kararmıştı. Herkes büyük bir tedirginlikle ekranlardan yansıyan görüntüleri izliyor ve acı dolu sesleri dinliyordu. Üstümü çıkardım sessizce. Ve soğuk duşun altına bıraktım kendimi. Buz gibi su üzerimden akıp geçiyordu,ben ise sadece bir fikrin, çağrıldığım, bir yere istendiğim düşüncesinin etkisiyle kıvranıyordum. Tırnaklarımdaki tuhaf kokuyu kazımak için sabunu elime aldığımda yere düşürdüm. Bu sırada duşun kapısının ardında tırnakları temizlikten parlayan, üstüne kınayla bir şeyler yazılmış bir çift kadın ayağı gördüm. Öyle güzellerdi ki, doğrulup kendimi sabunlamaya devam edemedim. Küçücük ayakları, incecik bilekleri izlemekten kendimi alamıyordum.

 Bir süre kapının önünde bekleyen o güzel, kuş kadar narin ayakları izledim. Aniden üstüne boşalan gül kokulu kan ile boyandılar. İrkilerek ama kanın kokusunu daha fazla arzulayarak açtım duşun kapısını. Yurdun duşunda kimse yoktu. Vücudumdaki sabunu yıkamadan duştan fırladım. Odama dönüp kimseye bir şey demeden, sırılsıklam saçlarla dışarı çıktım. Kuru, soğuk havada kafam kocaman bir buz kütlesinin içine girmiş gibi üşüyordu. Gece yarısına yaklaşan saate aldırmadan, arkamdan gelen sesleri duymazlıktan gelerek kendimi rüzgara bıraktım. Sadece ayaklarıma uyuyordum. Nereye gittiğimi düşünmüyordum bile.

 Sessiz kalan, karanlık meydanın köşesinden ormana doğru yürümeye başladım. Birkaç genç etrafına aldırmaksızın, kafaları yoğun şekilde yürüyorlardı, hepsi bu. Kısık kısık yanan sokak lambaları bana yol gösteriyordu. Heyecanlıydım. Burnuma gelen çiçek kokuları beni canlandırıyordu. Sessizce kaldırım ardındaki toprak yokuşu inip ormanın girişine vardım. Ormanın hemen yanında bir yürüyüş yolu vardı. Ama kimsecikler yoldu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım. Hala çınlayan kulaklarıma fısıltılar gelmeye başlamıştı. Birileri heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Ağaçların ardından kendini gösteren kıpkızıl dolunay beni kendine çekiyordu. Sesleri takip etmeye başladım.

 Dikkatle fısıltıları dinleyerek yürürken bir çıtırtıyla irkildim. Kapkara bir kedi yavrusu bana bakıyordu hüzünlü hüzünlü. Ona eğilip "Sen sürüden ayrı mı kaldın?", dedim. Halbuki kediler sürüler halinde yaşamazlardı ki. Kedi de cevap verdi yumuşak bir sesle:

"Sen keçi, asıl sen sürüden ayrı mı kaldın?"

 Korkuyla geriye savurdum kendimi. Islak saçlarım toprağın tüm dikenlerini topladı üzerine. Öyle dikenlendi ki anlım, canım yanıyordu. Ama kan akmıyordu. Kafamdaki dikenleri  yere eğilmiş halde, kendini kaybetmişcesine söylenerek toplarken o güzel ayakları gördüm yine. Kafamı kaldırdığımda yüzü boyalı bir kadın vardı. Ufacık burnu, badem gözleri,yüzüne özenle yerleştirilmiş benleri ve kıvırcık saçları vardı. Kıvrımlı bedeniyle ayın altından bana yansıyordu sanki.

 Kafamı bir seferlik okşayarak çıkardı tüm dikenleri. Bana doğru eğilerek "Uykudaki hasta zihinleri, saçlarını okşayarak düzeltebilirsin, şayet sonsuzca canileşmemişlerse.", dedi. Yavaşça kaldırdı beni. Hala bacaklarından kan geliyordu. Fakat boynundan yükselen güzel koku beni büyülemişti. Ellerimden tutup beni ormanın derinliklerine götürmeye başladı. Kara yavru kedi de bizi takip ediyordu. Bazı yerlerde o yürümekte zorlanırken benim büyük bir ustalıkla yürüdüğümü fark ediyordum. Bastığım yerden tak tak kaba sesler çıkıyordu, utanmaya başlamıştım yüzü çeşitli boyalarla kaplı, güzel kadından. Bu sırada fısıltılara yaklaşıyorduk. Hatta fısıltılar birçok kişi tarafından söylenen şarkılara dönüşüyordu.

 Ağaçların arasından yükselen alevi fark ettim. Etrafını saran tonla genç kadın, çırılçıplak şarkılarını haykırıyorlardı. İçimdeki tuhaf korku ve heyecanı tasvir etmem mümkün değil. Ama harlanan alevin dansına ayak uyduran kadınların ahengine o kadar hayran kalmıştım ki, gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı.

 Alev öyle güçlüydü ki, bir ayna gibi kadınların yansımalarını gösteriyordu bakana. Küçük, güzel ayaklı kadın, beni ateşe yaklaştırmaya başladığında diğer kadınların sesleri kesildi. Gözlerini bana dikerek diz çöktüler. Ellerini havaya kaldırıp anlamadığım bir dilde bağırmaya başladılar düzensizce.

"Adagita vau-pa-ahe zodonugonu fa-a-ipe salada! Vi-i-vau!"

 Genç kadın beni iyice yaklaştırdı ateşe ve kendi yansımamı görmemi sağladı. Islak saçlarımın ardından uzanan boynuzlarım ve altın gibi parlayan toynaklarım vardı. Zihnim ateşin hareketleriyle uyuşuyor, anlamsız kelimeler kuruyordum. Bilmediğim bir dildi dudaklarımın konuştuğu. Ve genç güzel kadın diğer çıplak kadınların amansız bağırışlarının ardında karşımda dikildi. Islak saçları yüzündeki kıpkırmızı boyayı siliyordu. Yüzündeki beyazlık ise boya değil, sabun iziydi.

 Özgüvenle dikildim karşısında tüm tüylerim uyarılarak ve haykırdım tok bir sesle:

"Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
 Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

 Ve gözyaşları içindeki genç kız cevap verdi:
"İsterim, bilim son gerçeğini bulana dek!"






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.