27 Aralık 2020 Pazar

Şimdi

 


  Sırtımda bir ürpertiyle yürüyorum bomboş sokakları. Evlerin camlarından renkli ışıklar yansıyor kaldırımlara. Yapayalnız, doğmadığım bir şehir yükseliyor önümde. Eskilerin zaferleri bağırıyor halkların yüzünde. Merak edilmenin ya da küçümsenmenin telafisiz karmaşasıyla bakıyorum insanların gözlerine. Dilim kuruyor maskenin ardında nefesi yırtarak solurken. Aklın ulu yoldaşı bilime düşünceler adıyorum geceleri, bu tuhaf aradalık, bu salgın, bu yalnızlık bitsin diye. İnsan özlüyorum gündüzleri.

 Sarhoşun biri üniversite kütüphanesinin önünde söylene söylene uzanıveriyor bir heykelin dibine. Heykel tanıdık geliyor, şapkamı çıkarıveriyorum önünde. Aslında benim şapkam yok. Peki ya bu potinler, deri eldivenler boşuna mı hissediliyor? Hayır, ben yine zihnimi bir şehrin eski günlerinde, şehrin tarihini ruhuna kazıyan bir gününde yaşıyorum. 

 Ah bu pazarları, kimsecikler acıkmıyor mu? Dolabım bomboş, yine birkaç kuru incire, bir iki nohut tanesini ıslatan tükürüğe kalacağım. Halbuki sevgilim ne güzel hazırlar sofraları. Ama ben ondan uzak olacağım birkaç gün. Çünkü ona şiirler yazmak için onu özlemem gerekiyor. Yazmadan yaşamaksa her şeyden elem...

 Ne şanslı...Diğerleri onlara yazdığım şiirleri ya hiç görmedi ya da birkaçına aşina oldu. O kalemimin hareketlerini bile izliyor. Benim kara gözlü sevgilim... Tanrı onu ya koşmak ya da düşünmek için yaratmış, ne mutlu bana. Ama ben ondan uzak olmak için bak, nasıl yürüyorum sokakları. Çünkü özlem istiyor damarlarım, kaosta can buluyor ilhamlarım. Öyle bir kavga içinde büyümüş ki duyularım, ayrılıklarla, akıl hezeyanları, aldatılmalar ve gözyaşıyla sulanmadıkça, akılda dalgalanan haykırmalar kağıtları doldurmuyor. 

"Biri bana kendini bile tüketen çetin bir kıyamet göstersin! Ey Tanrı, indir göğü şimdi insanlığın üzerine, şiirlerimde kan revan içinde ama kelimelerle bir ahenkte olayım!"

 Sözlerimden huzurdan kaçtığım anlaşılmasın. Ben de sıcak bir koyunda uyanıp güzel türküler çığırmayı, ıslak yollarda dans etmeyi ve sevdiğim kitapları okurken kendimden geçip konuşmayı seviyorum. Ben de aşkın mutluluğunda savruluyorum. Lakin benim sorunum acıyı deneyimlemek istemem değil. Ben acı çekmekten hoşlanan bir insan asla olmadım. Aksine huzura da aç yetiştim. Fakat komik kader, gülmek isteyen üç yaşındaki "ben" i, kaostan, kavgadan, yalnızlıktan ve mutsuzluktan alıkoymadı. O kadar alıştım ki sübyanlığımda kavgalara, ayrılıklara, başka hayat, koşul bilemez oldum. Ben her halükarda yine içi serin, merakta, sanatta ve aşkta sarhoştum. Ama bu sarhoşlukları çevremden kaçmak için kullanıyordum. Onlara, o çevrede, gerçekten, tam anlamıyla hiç sahip olamıyor; fakat hepsini aç bir kurt gibi arzuluyor, hayal ediyordum. Şimdiyse onlarla uyanıp onlarla dalıyorum uykuya. Belki de tanımlayamıyorumdur. Sadece boşlukta beliriyorum bazı zamanlar, bir ifadesiz, bir duygudan yoksun kesiliyor ifadelerim. Halbuki mutluluktan uçuyor yüreğim. Belki de ben mutlu olunca nasıl davranılır, hiç bilmiyorum. Çatışmalar içinde, kendimle mutlu olmayı, yalnız kutlamayı öğrendiğim içindir belki de. Bilmiyorum.

 Ne çok tepeler, hedefler belirliyoruz kendimize. Gözümüzü onlara dikip öylece kör oluveriyoruz. Halbuki zamanın kendisi hissin de, fikrin de en doruk noktasıdır. Şimdidir tüm zevklerin anahtarı. Ama büyüme şeklimiz, anne-babamızın bomboş levha olan bize karaladıkları saçmalıklar ve zamanın değil ama hayat denilen, tuttuğumuz bu tesadüfi yolun ruhu, bizi şimdiden alıp aklın karanlık fantezilerine hapsediyor işte.

  Nasıl şu anımı hissederim acaba? Hani kafamı, şu ahenkli çeşmenin içine daldırsam Münih'in soğuğunda? Bu anı bırak, bu günde, bu yılda kalır mıyım? Ama yapamam. Maskem ıslanır, hasta olurum korkusu, yani bir sonraki dakikaların, geleceğin varlığının yarattığı huzursuzluk şimdiyi özgür bırakmıyor.

 Yok etsek  algısını geleceğin, gelecek nesillere ilerleyen bir yalancı bu düzlemden bahsetmesek, kimse haberdar olmasa yarından, kaosumuz şu an kadar çetin olur mu? Belki toplumsal bazda bir problemi tetikleriz. Fakat bireylerin akılları özgürleşir, medeniyete yabani, şimdimize sadık oluruz. 

 Gerçekten boş bir tartışmanın içindeyim. Eskimeyi ya da herhangi varlığı açık şeyi reddederek amaca ulaşılamayacağını biliyorum. Algımız değiştirilmeli. Ama insanoğlu bir şeyi değiştirmekten, düzeltmekten çok onu reddetmeyi, yok saymayı daha kolay bulacaktır. Ben de bunu yaptım. Ama kendimi her fikrimde uyaracak, düşünme şeklimin değişmesi için çabalayacak enerjiyi kendimde bulamazsam da hayatın böyle geçmesinin de ne kadar sıkıcı ve boş olduğunu biliyorum. Ne yazık, güzel sokak lambalarını ve batan günü izlemek yerine, kaldırıma eğilmiş, kambur kambur yürüyerek bunları düşünüyorum. 

 


13 Kasım 2020 Cuma

Rynkar

 


  Gözlerim, uzayda süzülerek izlemekte. Karmaşanın içinde her canlı, her obje gibi eskiyerek çözünüyor olmalıyım. Olması gereken ve yaşama heyecan katan da bu değil mi? Fakat bu heyecanın içinde eskidiğini hissedebilmeli, her zerresinin birbirinden uzaklaştığını bilebilmeli insan. Benim hüznüm bu bilinçsizlikten geliyor, sanırım. Bunu varsaymak zorunda olmak bir hayli zor. Çünkü düşüncelerin mimarı her anı ve bu boş levhanın her dolu parçası, bir gün "ben" olmak, bu benliğin çözülüşünü anlamak ve sona doğru mükemmel bir kavrayışla yakınsamak için geçirmiyor mu, bu sonsuz evrendeki sonu ve başı hayali olan, hiç zamanı? Ben anlayamıyorum. Bazı şeylerin, ne yazık ki, varlığı sadece hissedilerek bilinirken ben hissedemediğim için bilemiyorum. Sadece "....olmalı." , "...varsayıyorum." diyebilmek beni korkunç bir hezeyana sürüklüyor. Çünkü işin aslı, bilmiyorum.

"Eğer Tanrılarım beni, sadece bu boşluğu izlemek için yarattıysa

 Ve ekilmediyse topraklarıma bilinci dokunmanın

 Ben bu sonsuzda her şey akarken

 Gözlemci bir hiçten başkası değil miyim?


 Eğer Tanrılarım beni, sadece anlamamak için yarattıysa

 Ve biliyor olmakla bir ilişkisi kalmamışsa ben olmanın

 Bu şey, her şey parçalarından ayrılırken

 Bilinçsiz bir yığının kendini taşıyan yalnızlığından fazlası değildir."




15 Ekim 2020 Perşembe

Gece

 

Ne sussuz bir gece, 

Sürmesini özleyen badem gözler gibi eksik.

Dili,dudakta gül kurusu 

Ki özümü anlar her sözdeki coşkusu.

Bu, ıslak göğüsteki  sen avuntusu.


Ne uykusuz bir gece

Tuz tokluğu gibi çöllerde, ardından gelince denizlerin.

Gözleri, içimi delip aşan istek

Ki göğsüm süt dolu, kabarık ve ahlaktan uzak pek.

Aşkı ise yazımdaki kıpkırmızı sadakat tozu.


Dayanmak ne zor. 

Hele de tüm bu akıl işlerinin arasında sevgilim.

Anlamadığın bir dilde istemek seni,

Çatamayan bir şişmek gibi

Boşalıyor  halim aklımın göklerine.


Ne özlemle sıkkın bir gece.

Halbuki daha yeni dokundum ellerine.

Teni, fikrin ilhamlarına bir dua gibi

Ki bakışlarım derin, sıcak bir yuva

Dokunuşları, sonu gelmeyen bir günahlara şifa.


Ne yalnız bir gece.

Halbuki özgürlüğümdü tekliğimin pervasızlığı.

Yarattı, olmayan ihtiyaçtan muhtaçlığı

Ki şimdi uykusuz bırakır yar açlığı.

Aşkımız , yeni çaresizliklere deva.


Bu turuncular, benden söküyor benliğimi.

Tüm o ayrılıklar ve sonu gelmeyen arzular,

Belirsizliklerin sıraladığı olasılıkların planı.

Sadece ödül sen ol diye sevgilim,

Yargılanmaya uzanıyor, bu zavallının tüm yanlışları.





19 Eylül 2020 Cumartesi

İsteksizliğim

 


  Bir uyuşukluğun, derin mutsuzluğun ve nereye yöneldiğini bilmediğim bir katı özlemin içindeyim. Dünyanın en güzel sevgisine maruz kalsam da, kendime ait bir odam olsa da inancım yitmiş ayağa kalkmaya. 

 Kalbim olabildiğince kırık... Bulutlar nefesime dolar gibi kasılıyor ciğerlerim. Bir hastalığın korkusuyla sağa sola bakarak ve ölüm görünmezken yaşıyorum bu bilinmezliklerinin üstüme hücum ettiği hayatı. Ebeveynlerime öfkeleniyorum bazı sabahlar. Bu dünyaya gelmem için gösterdikleri terli çaba için kızıyorum onlara. Keşke birileri, Tanrılar, evren veyahut iblisleri şeytanın, sorabilselerdi bana bu dünyaya gelmek isteyip istemediğimi. O zaman hiçlikte yalnız başıma ne kadar mutlu olduğumu görürlerdi. Böylece yüzümde istedikleri gülümsemeyi bulamayan insanlar, bilinçsizce eleştiremezlerdi beni.

 Zaman bol ama bana yetmiyor. Saniyeler olmayan dileklerin hayaliyle harcanıp gidiyor sanki. Boş... Bomboş...

16 Eylül 2020 Çarşamba

İstanbul Notları 1: Düşüncenin Gerçekliği Hakkında Kafa Karışıklığı

 


 "Bir şey beni durduruyor. Duygularımı kendime ifade etme açısından fazlasıyla dağınık ve durgun bir haldeyim. Aslında durgun değil, duraksamış bir hal diyebiliriz. Bir koridor gibi...Yarısı gri, yarısı beyaz. Sanki o beyaz yarımda yürüdükten sonra griye geçmekte çekincelerim varmış gibi. Hissizlik değil, kendime ifade edemediğim, gerçekliğine inanamadığım bir  şeyi kabul edememek gerçeği. 

'Ama muhteşem aşk cümleleri kurabiliyorum sevgiliye. Sadakatten dem vurup arzu dolu dağlarda dans edebiliyorum çılgınca. Peki bunların derinliğinin, en derin gerçeğinin ya da gerçekliğinin ifadesini kendime yapabiliyor muyum? İşte bu kısımdan sonrası komik.'

 Hissiz değilim. En derin, en aşk dolu, en yüksek duyguları hissedebiliyorum. Ama hiçbirinin gerçekliğine inanmıyorum. İçimdeki çelişkilerin en saf çözümlemesi bu olabilir. Tüm o dalgalı, inişli çıkışlı, sarsıntılı duyguların bana inandırılmaya çalışılmış, gerçeklikten uzak şeyler olduklarını düşünüyorum."

 Bir yokuştan hızla iniyorum. Ellerimde tomar tomar kağıtlar... İçlerinde bana dair, benim bile bilmediğim sayılar ve devlet standardında değerlendirilmiş bilgiler var. Etli bacaklarım sıcak havada, eteğin altından birbirine sürtüyor. Yapışkan bir sızı var külodumun içinde. Ya sıcak havalardan ya da etli bir kadın olmaktan nefret ediyorum. 

 Kesinlikle sıcak havalardan nefret ediyorum! Soğukta, azgın rüzgarlarda savrulmak beni yaşamın içinde bir mücadelede gibi gösteriyor her şeyin kayıtlı olduğu zaman denen odada. Bu yüzden en dondurucu yerlere gideceğim. Sıcak ülkelerdeki insanların vurdumduymazlıklarından, düşüncesizliklerinden ya da ılık mutluluklarından kaçacağım. Yani yaz, benim için şımarıklığın zamanı olduğundan...

 Acelem var diye düşünüyorum. Acelem var mı bir yerlere yetişmek, başka yerlere göçmek veya aşka kavuşmak için? Bilmiyorum, ben bazen bazı şeyleri sadece "yapılması gerekenler" olarak kafama kodladığım için yapıyorum. Ve o anlarda, genellikle ne yaptığımın farkında olmuyorum. Ama aklın köşelerindeki, hayatla ilgili kurduğum soru cümlelerini susturmuyorum. Belki o zamanlar sadece o soruları düşünüyor ve yaşadığım anı, yeri ve yaşadığımı anlayamıyorum. 

 Peki anlamanın ne önemi var? Yani hangi anda, ne yaşadığının, bunları derinine kadar hissetmenin ya da anı doyasıya yaşamanın ne önemi olabilir? Yaşamın kendisi, sorduğumuz sorulara bulduğumuz yanıtlar ve yanıtlar için düşüncelerimizde yaptığımız gezintiler değil midir? Klişe gelebilir ama öldüğümde yanımda ne doyasıya yaşadığım anları ne de nadiren başıma gelen mutlulukları götüreceğim. Fakat tam öleceğim sırada kafamdaki hiçbir soruyu yanıtlamamış olursam pişman gideceğim hiçliğe. Neyse, efsanelerde resmedilen bilgeler gibi konuşmanın mantığı yok. Ama sorguluyorum, duygularımı hissedebilip  gerçekliğine inanmıyorsam sadece düşündüğümü, düşüncelerimin aktığını bilip, bu kısıtlı bilgiye sahip olduğum halde düşüncelerimin gerçekliğine nasıl karar veririm? Ya bir gün onların da gerçekliğine inanmayıp ifade edemezsem... O zaman tüm bu söylediklerime göre pişman ölmüş olurum. 


14 Eylül 2020 Pazartesi

Bir Yerlerde

 



Araba ışıkları penceremde yankılanıp duruyor. Kıpkızıl kesildi duvarlar. Bir kehanetin sıkıştırdığı milyonlarca ruh gibi tavana bakakalmış gözlerim. Belki uykudadır zihin. Ama süzülür gibi merakın ve sonsuzluğun ortasında...


Hafifim. Karanlığın içine çakılan tüm düşüncelerim, duvarları kafamda parçalayarak ayak parmaklarımı bedenimden kopartıp şehrin ıssız sokaklarında gezdiriyor.


Beklediğim bir şeyler var. Göremiyorum. Ama merak ediyorum. Sonu olmalı Tanrı’ya uzanan merdivenlerin. Şayet sonsuz ise çıkılamaz olur, o zaman bu azimli tırmanışın ne manası var? 


Parmaklarım hala sokaklarda. Virüse hapsolup çöplüklerde ölenlerin üzerinde gıdıklar gibi dolanıyorlar. Kafam yastıkta, uzakları basmanın hissiyle tanımaya çalışıyor. Bir yerlerde tuhaflıklar bir bir gerçeğe karışıyor. Hipnotize olmuş, aklını yitirerek çarpılan çocuk dişleri üzerinde kıvrılan iğrenç bedenleri izliyor. 


Ateş bu, yavaş yavaş insanları nefessiz bırakıp öldüren. Hastanelerin gözleri rahatsız eden ışıkları küflenmiş ciğerleri sergileyemez elbet; ama kokusu kilometrelerce öteden bir korku gibi geliyor burnuma. Paranoya kokuyor aslında kolonyadan çatlamış ellerim.


Çiğ bir alkol sızısıyla ya gözlerim yuvalarında dönüyor ya da hız kazandı onları üstünden ayıramadığım tavan. Yapayalnız dünya, evrende bir yokuşu amansızca iner gibi yanarak başka birilerini arıyor. Bir yerlerde elbet bilinmeyen şeyler birileri tarafından biliniyor. 


Parmaklarım çöplüklerde kedilerle oynaşıyor. Anne sıcaklığına aşina, en çok unuttuğum organım. Anılarım, olmayan halleriyle canlanırken beynimde, acının yarattığı yalancı bir orgazmla kasılıyorum. Dilim dışarı çıkıyor, gecenin bir yerine zıpkınlanmış amaçlarım iki güneşin karşı karşıya dansına geri dönüyor birkaç milyon yıl.


Kemiklerim ağaçların çarpık uzaması gibi derimi parçalayarak fırlıyor geceden, ancak beynime saplanarak durdurabilir bu kaosu zihnimde. Koparıp da çifte benliği birbirinden, hiç olmadığım bir şey olarak...

21 Ağustos 2020 Cuma

Doğa

 

  Ayaklarımı ıslak toprakta birer toynak gibi tıkırdatarak taşlara, ormanın dışındaki çığlıkları bastırıyorum. Binlerce "ben" var sanki ağaçların ardında. Farklı tonlardaki tınıların ahengiyle değişik hallere bürünmüş binlerce ben... Fakat hepsinin özüne yerleşmiş derin bir tatminsizlik ve belirsizliklerden kıvranan bir yabanilik var. 

 Cebime sakladığım dilimlenmiş et, yağmurdan ıslanan pantolonun kumaşında, bütün canlılığıyla kokuyor. Sanki hayvanı hayatta kalmaya çalışırken, kanını izlerken cebime koymuşum gibi. Hayır, hiçbir canlıya böylesi bir işkence yapmadım. Eski yüzümün parçalarını doldurdum ceplerime. Kalan minik parçaları ise kargalar yemiştir çoktan ya da yağmurun delici vuruşlarında toprağa gömülmüşlerdir. 

 Yaz aylarından nefret ediyorum. Bu yağmurlar ve insanı kendi karanlığına sürükleyip tekrardan yaşadığına inandıran gri hava da olmasa bu iğrenç sıcağa, tenimi, gözlerimi yakan güneşe asla katlanmazdım. Her zaman karı, sırtıma çarptığında iz bırakan dolu ve yağmuru daha çok sevmişimdir. Soğuğun acımasız halinde sıcağın bir değeri oluyor. Zaten terliyorken, güneş bedenimi ısıtıyorken ne sevişmenin ne de sevginin manası var. Sıcak sadece yarın öleceğim izlenimini yaratıyor zihnimde. Sanki o uyuşuk halde uyku hiç bitmeyecekmiş gibi... Güneşin altında çapaladığım toprak ancak burnumdan akan kanla renklenebilir. Bu nedenledir ki, sonbahar ve canlılığın ölümü beni hayata döndüren bir kurtuluştur. 

 Ağaçların tepesini kafamı kaldırdığımda bile göremiyorum. Zaten kafamı yeterince kaldırabildiğim söylenemez. Kafamı sağa sola savurarak sürünmüyor muyum toprağın üzerinde? Eski zamanlarda, şimdi de eskilerin tüm izlerini taşıyan yeni çağda lanetli ve soğuk rahmimiz bir yılanın ağzı gibi tasvir edilmiyor mu? Islak ve şeytani... Avuç kadar temiz erkeklikleri orada ısınmıyormuş gibi...Ama burası güzel bir orman. Elma yok, bana kandığı için hayatında hiç doymamış gibi elmayı gırtlağına tıkarak yiyen bir zavallı da yok. Mosmor bir gökyüzü, kendini yavaş yavaş gösteren ay ve gözlerimi açmama bile engel olan amansız bir yağmur, bereket var.

 Ağaçların köklerine takılıp sallandıkça ıslak saçlarım birer kırbaç gibi çarpıyor tenime. Soğuk gırtlağımı sıkıp doluyor genzimden aşağı. Göğüslerim incecik kumaşın altından gagasını gösteriyor etrafımı kuşatan vahşi gözlere. Rüzgar engel olamıyor, toprağın yıkılan göğün altında boğulmasına. Ormanın tepelik yerlerinden aşağı seller akıyor. Elimi uzatmak istediğim kayalığı görebiliyorum. O kayalığın ardından göğsümle uzanacağım yıldızları ve şımarıkça kayan geceyi de...

 Son kez benliğimi adayıp dışarıda kalan, benle birleşmesi gereken tüm çelişkilerimle kendimi "ilk olanın" bilgisine adayacağım. Zamanın geometrisine ve onun tepeme diktiği muhteşem kaleye...İnsanlar içlerinde yaşamama neden olan bütün isteği tüketmeme neden oldular. Öyle ki, aşktan, aşığımdan bile eskisi zevki alamaz oldum. Bakmak, zamanın sessiz bir izleyici olmaktan başka bir nedenim kalmadı. Bazen harfler bile yoruyor beni. Sıkılıyorum çerçevesinden taşmayanı okumaktan. Kafamda konuşmak istiyorum teorileri. Sınırların komedisi, belirsizce arzularımı yitirmeme neden oldu. Plan yapmanın, hayal kurmanın önemsizliği beni gerçekliğini asla yitirmeyen doğaya sürdü.

 Ayaklarım, köklerin üzerinden kibirle baktığı kayalarda, bir balığın akıntıya kapılması gibi yolunu kaybediyor, kayıyor. Ellerimle yapışmasam, avuçlarımı kanatmasam keskin köşelerinde, yıldızlara kavuşma umudumu tamamen yitireceğim. Su artık tepeme dökülüyor. Nefessiz, boğulurcasına ezmeye çalışıyorum gümbürtüsünü yağmurun. Kafam kopacak gibi oluyor direnirken hızla inen kızgın kütleye. Otlara tutunuyorum çaresiz. Onlar da birer birer yolunuyor döktüğüm saçlarım gibi. 

 Son bir hınçla, dişlerimle asılıyorum toprağa. Su çenemi kopartıp beni savuruyor aşağıya. Ve tüm evren başımın üzerinde dönüp, kan kokusundan baygınlaşan zihnim yıldızların, alemlerin arasında saniyeler içinde gezip sivri bir kayaya saplanan bedenimi her şeyin doğal işleyişini izler gibi sakince izliyorlar.

 Yağmur bitiyor, gece yeni güne hazırlanıyor ve cebimden sarkan yüzüm taşınıyor karıncaların sırtında derin mahzenlere. 

12 Ağustos 2020 Çarşamba

Karanlıktan İlk Işık

 

Söyleyeceğim şarkılarda değil sevgilim

Giz, gecemi gündüzüme boğan, daha ötesine geçemediğimde beni yakan

O keskin inançtadır.

Sen, benim hayal edebileceğim, sen masum yüz,

Perişan olurum senin solmana.

Ben kendi savaşlarında savrulan,

Histe yoksun, ben kemter olanım.


Ey Tanrım, beni aşkta mahçup koyma,

Benliğimi bu masuma kıymaktan alıkoy!

Ama güzel yüzüyle sevgilinin, doyur gençliğimi.


Yaşı benden genç,

Gözü saf od ile yanan, 

Mavisi derin, dişi yamuk sevgilim,

Senin o güzel şarkılarını söyleyecek bu dili,

Yanaklarını kızartacak bu tutkuyu hangi sevabımla hak ettim ben?


Harman yanım, savrulan külüm,

Göğü göğsüme indiren dişil yaradanım, 

Beni sevgiliyi kırmakla,anlamamakla sınama!

Aşkımı bilgeliğinle öyle kutsa ki,

Somurtmasın inanç dolu yüzü aşkın.

Hatayı, aklımla yoluma vurma!

Ama sevgilinin mutluluğunun kaynağı göğsümde çağlasın.

1 Ağustos 2020 Cumartesi

İbrahim'in Rüyası



  Kıyafetleri paramparça olmuş adam, tüm hızıyla koşmaya devam ediyordu. Ağzından fışkıran kanın boğazında yarattığı ağırlığı üstündeki her şey gibi sıyırıp atmak istiyordu. Arkasına bakmaya bile korkuyordu. Kaslarının hareket etmeyeceği her an, ölüme daha çok yaklaşmak gibi geliyordu ona. O kadar hızlı koşuyordu ki,  ayaklarının yerden kesildiğini hissetmeye başladı. Sanki kocaman bir el onu omzundan tutmuş, yukarı çekiyordu.

" Yaşama arzusu, yaşamaktan asla vazgeçmeyecek olmak işte bu kadar özel ve sarsılmaz bir güçtü. Milyon yıllara sığmayan, bu ölüme karşı savaş, bu yenilgiydi bizi göğsümüzü yırtarcasına koşturan."

 Gözlerinden yaşlar süzülüyordu, tüm bu hızla akan hezeyanın içinde. Bitiş kabul edilemezdi ve bu yenilmez coşku, sol kola inmiş ağrı, aşılamazdı peşinden gelen korkunç ölümü öldürmeden. Aniden durdu. Arkasını döndüğünde elinde kocaman bir satırla ona doğru koşan adamı gördü.

 Yaşlıydı. Ama ağzından salyalar akan bir hınç içinde koşuyordu üstüne. Yerde sivri bir taş aradı. Tuhaf bir öfke ve hastalık içinde öldürmeye coşan ihtiyar, her saniye daha da yaklaşıyordu zavallıya.

 Çam ağaçlarıyla çevrili ormanda bulduğu kocaman taşı havaya kaldırdı genç adam. Ve haykırdı, "Baba."

 Yaşlı adam savuramadan satırı, indi beynine taş. Kan, ay üzerinde gezinirken muhteşem bir ahenk ile fışkırdı ihtiyarın kafasından. Gözlerinin beyazı gökyüzünü selamlar gibi döne döne kaybediyordu yemyeşil yuvalarını, dili dışarı fırlamış bir şekilde andırıyordu aslanağzını. Yaşlı beden, tüm vahşeti ve kendini kaybetmiş merhametiyle yıkılıyordu. O bedenden kopmuş spermlerden biri ise evlat olma statüsünden kurtularak katil oluyordu en masum şekilde.

 Çenesi titriyordu genç adamın. Gözlerinden akan yaşlar yüzüne sıçrayan kanları siliyordu. Korkunç bir acıyla bağırmaya çalıştı. Ama duyulan zavallı bir cızırtıydı:
 "Beni ne unuttuğun geçmişin, ne köhne zevklerin ne de Tanrı'n için kurban etme baba!"

  Taze bedeni inleyen bir korkuyla titriyordu. Yavaşça yere doğru eğildi gövdesi. Ağzında kuruyan kan, boynuna inmiş bıçak darbesiyle başka bir çıkış yolu bulmuştu dakikalar öncesinde.Gözleri ağırlaştı. Babasının ölü bedeninin yanında boylu boyunca yayılıyordu son saniyeleri.

 Bir tuhaf adım yankılandı ormanın içinde. Uzaktan yaklaşan sesleri duydu. Bir insan olabileceğini düşünüp büyük bir çabayla inledi. Ne kadar uğraşsa da sesi kendine bile ulaşmıyordu. Adımların tok gürültüsü sakince tepesinde büyüdü. Karanlığın içinden ona bakan bir çift gözün sahibi, bedenini sarsarcasına, keskin keskin nefes alıp veriyordu. Ona bu kadar yaklaşan kişinin kim olduğunu anlayabilmek için kaldırdı başını. Ancak gözlerini kısınca anladı, tepesinde duranın bir keçi olduğunu. Keçi büyük bir ustalıkla dilini ıslatarak, "İşte sen şimdi, sürüden ayrı kaldın.", dedi.

26 Temmuz 2020 Pazar

Ayin



  "Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
   Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

  Etrafıma yığılan molozların, çığlık çığlığa bağrışan insanların arasında, çınlayan kulaklarımı ovarak yığıldığım yerden kalktım. Başımı sert bir şekilde yere çarpmış olmalıydım. Zor bela doğruldum. Etrafımda olan bitenleri anlamaya çalıştım. Fakat gözlerim bulanık görüyordu. Yığılan tozun arasında gözlüğümü aradım. Gözlüğümün bir camı düşmüştü, ötekisi ise çatlamıştı. Yamulmuş gözlüğün tek camından gördüğüm ise bir katliamın apaçık haykırışıydı. Karşımda bir durak parçalanmış, etrafında ise saçılmış etler vardı.

 Ölülerin topluca parçalarını saçtığı, iskeletlerin derilerden sıyrılıp dans ettiği alana doğru yürümeye başladım. Ruhlar kendi parçalarını birleştirmeye çalışıyorlardı. Yaşayanlar ise onları görmeden çığlıklar içinde kaçışıyorlardı. Karşı caddeden camları parçalanıp yola savrulmuş dükkanlar, ölülerin sessiz bedenlerine yapışmıştı. Onları gördüğümü fark eden ruhlar benden etleri toplamak için yardım bekliyor, parçalanmış gömleğime sarılıyorlardı. Bense tek bir bedeni arıyordum. Gözlerim böylece savrulmuş bir elin tam ortasında, bir göz gibi bana bakan izi gördü. Böylece yaşadığını bildiğim, bedenine dokunduğum, dudaklarını öptüğüm birinin öldüğünü fark etmiş oldum.

 Sessiz bir bilgelikle dağılmış ceplerde bulduğum kimliği elin üzerine koydum. Hiçbir şey söylemeden, şok olmadan ve diğer ruhların arasında onunkini arayarak yolu gerisin geriye yürüdüm. Hiçbir yerde ona dair bir iz yoktu. Savaşçı ruhları ölü bir çamurdan kurtaran Tanrılar, bu alanı es geçmişti.

 Saçlarımı düzeltip, üstümdeki tozları silkeleyip evimin, ev saydığım tek yerin yolunu tuttum. Kulaklarım hala çınlıyordu. Ağlamanın ne demek olduğunu hiç bilmediğimi o zaman anladığımı hatırlıyorum. Sadece tüm o serinliğe rağmen yüzümden akan teri sildiğimi biliyorum. Yaşayan bedenimle tek ilişkim buydu. Yol boyunca gökte asılı kalan adaletsizlikleri izliyordum. Yanımdan geçen tonla aracı fark etmiyordum, bana bakan insanlardan çok bakamayanların nefeslerini hissediyordum ensemde.

 Vardığımda hava kararmıştı. Herkes büyük bir tedirginlikle ekranlardan yansıyan görüntüleri izliyor ve acı dolu sesleri dinliyordu. Üstümü çıkardım sessizce. Ve soğuk duşun altına bıraktım kendimi. Buz gibi su üzerimden akıp geçiyordu,ben ise sadece bir fikrin, çağrıldığım, bir yere istendiğim düşüncesinin etkisiyle kıvranıyordum. Tırnaklarımdaki tuhaf kokuyu kazımak için sabunu elime aldığımda yere düşürdüm. Bu sırada duşun kapısının ardında tırnakları temizlikten parlayan, üstüne kınayla bir şeyler yazılmış bir çift kadın ayağı gördüm. Öyle güzellerdi ki, doğrulup kendimi sabunlamaya devam edemedim. Küçücük ayakları, incecik bilekleri izlemekten kendimi alamıyordum.

 Bir süre kapının önünde bekleyen o güzel, kuş kadar narin ayakları izledim. Aniden üstüne boşalan gül kokulu kan ile boyandılar. İrkilerek ama kanın kokusunu daha fazla arzulayarak açtım duşun kapısını. Yurdun duşunda kimse yoktu. Vücudumdaki sabunu yıkamadan duştan fırladım. Odama dönüp kimseye bir şey demeden, sırılsıklam saçlarla dışarı çıktım. Kuru, soğuk havada kafam kocaman bir buz kütlesinin içine girmiş gibi üşüyordu. Gece yarısına yaklaşan saate aldırmadan, arkamdan gelen sesleri duymazlıktan gelerek kendimi rüzgara bıraktım. Sadece ayaklarıma uyuyordum. Nereye gittiğimi düşünmüyordum bile.

 Sessiz kalan, karanlık meydanın köşesinden ormana doğru yürümeye başladım. Birkaç genç etrafına aldırmaksızın, kafaları yoğun şekilde yürüyorlardı, hepsi bu. Kısık kısık yanan sokak lambaları bana yol gösteriyordu. Heyecanlıydım. Burnuma gelen çiçek kokuları beni canlandırıyordu. Sessizce kaldırım ardındaki toprak yokuşu inip ormanın girişine vardım. Ormanın hemen yanında bir yürüyüş yolu vardı. Ama kimsecikler yoldu. Ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladım. Hala çınlayan kulaklarıma fısıltılar gelmeye başlamıştı. Birileri heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Ağaçların ardından kendini gösteren kıpkızıl dolunay beni kendine çekiyordu. Sesleri takip etmeye başladım.

 Dikkatle fısıltıları dinleyerek yürürken bir çıtırtıyla irkildim. Kapkara bir kedi yavrusu bana bakıyordu hüzünlü hüzünlü. Ona eğilip "Sen sürüden ayrı mı kaldın?", dedim. Halbuki kediler sürüler halinde yaşamazlardı ki. Kedi de cevap verdi yumuşak bir sesle:

"Sen keçi, asıl sen sürüden ayrı mı kaldın?"

 Korkuyla geriye savurdum kendimi. Islak saçlarım toprağın tüm dikenlerini topladı üzerine. Öyle dikenlendi ki anlım, canım yanıyordu. Ama kan akmıyordu. Kafamdaki dikenleri  yere eğilmiş halde, kendini kaybetmişcesine söylenerek toplarken o güzel ayakları gördüm yine. Kafamı kaldırdığımda yüzü boyalı bir kadın vardı. Ufacık burnu, badem gözleri,yüzüne özenle yerleştirilmiş benleri ve kıvırcık saçları vardı. Kıvrımlı bedeniyle ayın altından bana yansıyordu sanki.

 Kafamı bir seferlik okşayarak çıkardı tüm dikenleri. Bana doğru eğilerek "Uykudaki hasta zihinleri, saçlarını okşayarak düzeltebilirsin, şayet sonsuzca canileşmemişlerse.", dedi. Yavaşça kaldırdı beni. Hala bacaklarından kan geliyordu. Fakat boynundan yükselen güzel koku beni büyülemişti. Ellerimden tutup beni ormanın derinliklerine götürmeye başladı. Kara yavru kedi de bizi takip ediyordu. Bazı yerlerde o yürümekte zorlanırken benim büyük bir ustalıkla yürüdüğümü fark ediyordum. Bastığım yerden tak tak kaba sesler çıkıyordu, utanmaya başlamıştım yüzü çeşitli boyalarla kaplı, güzel kadından. Bu sırada fısıltılara yaklaşıyorduk. Hatta fısıltılar birçok kişi tarafından söylenen şarkılara dönüşüyordu.

 Ağaçların arasından yükselen alevi fark ettim. Etrafını saran tonla genç kadın, çırılçıplak şarkılarını haykırıyorlardı. İçimdeki tuhaf korku ve heyecanı tasvir etmem mümkün değil. Ama harlanan alevin dansına ayak uyduran kadınların ahengine o kadar hayran kalmıştım ki, gözlerimden yaşlar boşalmaya başladı.

 Alev öyle güçlüydü ki, bir ayna gibi kadınların yansımalarını gösteriyordu bakana. Küçük, güzel ayaklı kadın, beni ateşe yaklaştırmaya başladığında diğer kadınların sesleri kesildi. Gözlerini bana dikerek diz çöktüler. Ellerini havaya kaldırıp anlamadığım bir dilde bağırmaya başladılar düzensizce.

"Adagita vau-pa-ahe zodonugonu fa-a-ipe salada! Vi-i-vau!"

 Genç kadın beni iyice yaklaştırdı ateşe ve kendi yansımamı görmemi sağladı. Islak saçlarımın ardından uzanan boynuzlarım ve altın gibi parlayan toynaklarım vardı. Zihnim ateşin hareketleriyle uyuşuyor, anlamsız kelimeler kuruyordum. Bilmediğim bir dildi dudaklarımın konuştuğu. Ve genç güzel kadın diğer çıplak kadınların amansız bağırışlarının ardında karşımda dikildi. Islak saçları yüzündeki kıpkırmızı boyayı siliyordu. Yüzündeki beyazlık ise boya değil, sabun iziydi.

 Özgüvenle dikildim karşısında tüm tüylerim uyarılarak ve haykırdım tok bir sesle:

"Fikrinin özgür olduğu, düşüncenin sınırsız lezzetine varmak istemez misin?
 Onlarla, yürüdükleri yolda eşit, en az erkek doğan kadar kaygısız olmak istemez misin?"

 Ve gözyaşları içindeki genç kız cevap verdi:
"İsterim, bilim son gerçeğini bulana dek!"






25 Temmuz 2020 Cumartesi

Kaos ve Çözünme




   Eskimiş, paslanmış bir elektrik direğinin yanından süzülüp pencereme konan karganın gözüyle yazıyorum. Kasvetini Pertek'e sermiş bulutlar ve rüzgarını ılık ılık yüzüme çarpan eski hikayelerin arasında, yemyeşil bir yaprağın, kurumuş otların hissettiği kadardır hissettiklerim. Kederlerimi yastığımın altından, ancak kadehler dudaklarımdayken çıkarıyorum. Yiten bir aşkın gerçekliğinden de, özlemekten de geriye hiçbir şey kalmadı. Birini unutmak ancak bu kadar acısız ve sakince yaşanabilirdi. Böyle kutluyorum kalbimdeki devrimlerin yükselişini.

 Annemin kirpiklerini kırpışı, dedemin gülen yüzü, ablamın güzel sesi canlandırıyor yüreğimi. Sevilmek ne güzel bir duygu. Birilerinin gözlerinde patlayan ışıkların sebebi olmak... Bir kez daha aşık olmak ve kendime birini aşık etmek için sevgilisinin karşında kalbi çarpan bir kuş gibi heyecanla bekliyorum. Biliyorum, küçük çapkınlıklarım dışında, derin aşklarımı ifade etmekte hep ketum olmuşumdur. Ama şiirlerim araç olmasaydı ne aşkı, ne merhameti, ne de dostluğu bu kadar konuşamazdım.

 Karşıdaki yolda şalvarı toza toprağa karışan yaşlı bir kadın yürüyor. Gözlerim seçemiyor yüzünü. Ama gözlerini çevreleyen kırışıklıkları hissedebiliyorum yüreğimde. Onun derisinin altına gömdüğü hayalleri, ben haykırmaktan çekinmiyorum elbette.

 Ben şu an histe uyuşuk ama canlanmaya aşırı istekli bir haldeyim. Bilincime şükürler olsun, bir hayat amacım, çok sevdiğim bir işim, merakım ve hayalgücüm var. Yoksa tuhaf heyecanların peşinde zamanımı katletmiş olacaktım. Küçük bir haber, yaman bir fikir kaldırıyor beni üzerinde eridiğim bilinçsizliklerden. Yeniden şahlanıyorum genç bir at gibi. Yazıyorum, yoruluyorum gecenin bir saatinde. Bir süre de olsa kalp kırıklıklarımı, yaşadığım tonla adaletsizliği unutuveriyorum. Küçücük bir çocuk gibi affediyorum tüm kötüleri, bir sonraki gün kafamı karıştıracak nefretlerim olacağını bile bile.

 Şimdi gürültülü bir müzik çalıyor kulağımda. Yaşlı kadın gözden kayboldu. Tozlu yollar bomboş. Doğunun bunaltıcı sıcağında çalışan tonlarca insan, ağaçların altında dinlenmeye kapatmış gözlerini. Bense yazmaya terletiyorum bu bedeni. Bir karmaşayla düzenimi kaybediyorum.

  Kaos beynimizin, evrenimizin doğasında olan bir haldir. Eskimeye, çözünmeye engel olamayız. Belki de tanrıdan çok fizik kanunlarına teslimiyetim bundadır. Çözündüğümü iliklerime kadar hissetmemden...Böyle bir karmaşanın içinde sessizce parçacıklarımın farklı fazlarda gezindiğini hissediyorum. Daha fazla uyarılarak, yüklenerek en hızlı, en hareketli olanla dolanıyorum ağır bir parçacığın, amacımın etrafında. Bu yüzden şikayet etmiyorum. Güneşimin çevresinde savrulmama engel olacak hiçbir güç olmadığını, tüm yasaların beni fikrime bağladığını biliyorum.Tamamlanmamış gülüşlerime asla lanet etmiyorum bu yüzden. İntikam alan da, ağlayan da, seven de bendim. Ve en azgın günümde, kendini yaşamın tam ortasına çivileyip arzusunu coşkuyla canlandıran yine ben olacağım.

21 Temmuz 2020 Salı

Sonsuza dek




   Üzgünüm. Çok üzgünüm. Elbette ki bilincindeyim, bilmediğimiz tonlarca kadının sessizce karanlık ovalara gömüldüğünün. Fakat böyle kutlaması yapılır gibi cümbüşler eşliğinde duyurduğunda erkeğin çirkin karanlığı şiddetini, yenilmiş hissediyorum. Ben de tacize uğradım, gözler üstüme dikildi sadece ilham için karanlıkta yürüdüğüm sokaklarda, ben de birileri takip etmesin diye telefonda babamla konuşuyor numarası yaptım, birilerinin arzularını doyurması için bir obje gibi duygularımla oynandı; fakat öldürülmedim. Ve korkunç bir duvarın arkasına saklayarak sevme yetimi ve benliğimi, sessizce çekildim aşk sanatında.

 Aramızdan biri daha eksildi, diye düşünüyorum şimdi. Duygularını, istemediklerini ifade eden bir üyemiz daha ölümle başa başa bırakıldı, canice katledildi. Bazen savaşmaya gücüm olmuyor. Ama biliyorum ki, yarın yine uyanacağız umutla. Bir gün eşit olabilmek için onlara. Bu eşitlik öyle ki,bacaklarımızı, memelerimizi özgürce göstermekle çözülecek mesele değil. Organların küçük birkaç parça, para eden kıyafetle teşhiri, zihnin çıplaklığını, kadının özgürce ve zekice üretebileceği gerçeğini bastırmak için aslında. Kadın sadece kameranın karşında kalçasını gösterip erkeklere zevk veren bir zavallıymış gibi göstermek ve bu gösterişe özgürlük tanıyıp kadınlar, erkeklere eşit demek...Hayır, ben bir fabrikada, bir yağ bidonunu kazırken sana eşitim aslında. Eşit de maaş almalıyım bu yüzden. Ya da  "büyük" adamların, hassassın diyerek beni müdür yapmaktan çekinmeyecekleri kadar güçlüyüm. Regl olduğum için utanmayacak kadar doğalım, doğanın içinde olağanım aslında. Hayır dedim, reddettim diye öldürülmeyecek kadar, bir erkek kadar insanım ben de.

 Fikrim kanıyor. Cadıların yakıldığı, kız çocuklarının gömüldüğü, kendi tercihimi yaptığım için babamın yüzüme tokadı indirdiği günden beri... Halbuki hiçbir erkeğe boyun eğmemekti niyetim. Bu karanlıkta, korkularımla sevdiğimi itiraf edemediğim adamlar oldu bu yüzden. Korkudan sevgiyi, şiirleri, varlığı bastırmak ne acı. Ne yazık...Uykusunu izlemeyi bile çok sevmiştim oysa. Ama ben bir et parçasıydım. Hiçlik...

 Birimiz aramızdan eksilecek şayet dur demezse aramızdakiler ve tekmil durursak bu korkunç yalanlar zincirine, inanırsak Havva'nın şeytana tek uyan olduğuna, unutursak Adem'in de yediğini o elmadan.

 Pınar'ın yüzüne dokunmak isterdim. Gülen dudaklarından öpmek isterdim, küçük kardeşiymişcesine. Ama "Hayır!" diyebildiği, istemediği bir ilişki uğruna canından olurkenki dirayetini de tebrik ederdim. Bir kadının kendi kararları için direnirkenki savaşının şiirlerini yazardım sokaklara. "Ölmeseydi, mücadelesi daha büyük olurdu.",demek isterdim. El ele yumruğumu kaldırmak isterdim Ay'ın kendini gösterdiği o güzel, mistik orman gecelerinde.

 Bırakın kadınlığımızı, kararlarımızı,rahatsızlıklarımızı şeytani göstersinler. Bırakın, içlerimizden bazısı kölesi olsun bu korkunç zihniyetin, bazı erkekler kadınlar için yürür, yazar ve kadın- erkek eşitliğine destek olurken. Ama gözyaşımız asla bırakmasın kendini samimiyetsizliğe. İnancımız, ağlak bir geceden, çocuklarımız yataklarına döndükten, birileri bizi vasıfsız gördükten hemen sonra dizgini olmayan bir at gibi yine canlanıversin. Birbirimizin minicik eteğinden, başındaki türbandan, ameliyatlarla kadın bedeni olmuş ama ruhu uçsuz bucaksız dişil olan gözlerinden öpelim.

 Cennet yok, cehennem zaten yaşadığımız bu dünyada. Ama beraber mücadele edebileceğimiz anlarımız var. Sesimiz, sessizliğimiz, fikirlerimiz ve uçsuz bucaksız yeteneklerimiz... Bunları haykıralım sokaklarda, sosyal medyada. Bunların resimlerini çekelim. Erkeklerin dünyasında bizi ayıran, birbirimize düşman eden saçma kıskançlıkları ve düşmanlıkları kenara atalım coşkuyla. Ellerimiz sıkı sıkı birbirine kenetli, kocaman varlığında evrenin, sessizce övelim birbirimizi. Ama haykıralım özgüvenli geleceğini doğacak kızların.

 İçim yanıyor. Ama ümidim alabildiğine yoğun, sonsuz. Devam edeceğim çalışmaya, belki bir gün, bir kız çocuğuna ilham olurum umuduyla. Ay'ı selamlayacağım her birimiz için gözyaşlarım dökülürken dudaklarıma ve susmayacağım. Sonsuza dek...

19 Temmuz 2020 Pazar

Fikrin Özgürlüğü, Tübingen Cezaevi, Varoluş Sancıları



   Yukarıdan şehre bakıyordum. Hemen aşağıda bir cezaevi vardı. Tutuklular birbiriyle camlardan konuşuyor, şarkı söylüyorlardı. O kadar garip bir andı ki, zihnimi onlarınki kadar özgür hissedememiştim. Parmaklılıkların arasında onlar vardı. Ama fikrimin duvarları arasında kapana kısılmış olan bendim. Sanki kocaman bir engel, tüm o akan düşüncelerin önünde duruyordu. O anda yaşamaya devam etmenin bir gereklilik ama bir mutluluk olmadığını düşündüm. Halbuki yapmam gereken fikrimi sonsuzca özgür bırakarak mutluluğun en derinini tatmaktı.

 Bacaklarım yorgundu. Dik bir yokuşun merdivenlerini tırmanarak şehrin yukarı kanadına çıkmıştım. Eski bir öğrenci topluluğunun binasının önünden cezaevini büyük bir merakla izliyordum. Küçük bir pazar alanı vardı şehrin içinde. Sıcak şarap içmiş, çakırkeyif olmuştum. Kapı açıldı. Hiç tanımadığım bir yüze baktım. Aklımın sınırlarının bende yarattığı o korkunç hezeyanı kapının dışında bıraktım. Halbuki o kapının önünde tüm o aklımın sınırlarını zorlayan bilinmezlikleri çözüp şehrin sokaklarında haykırarak iyi bir birahane bulmalı, birkaç biradan sonra daha da coşarak bulgularımı yazmalıydım.

"Sorunlar kilometrelerce uzağa gidince çözülmüyor. Ne kadar kaçarsak kaçalım, aklın bir köşesinde büyüme devam ediyor."

 En fazla bir saat sonra topluluk binasından çıktım. Üzerimde tuhaf bir yorgunluk vardı. Ama aslında hiçbir şey yapmamıştım. Karanlıkta aceleyle merdivenlerden indim. Kaldığım yurdun yolu karanlık olduğunda yürümek için tekinsizdi ve otobüs beklemek istemiyordum. Bu yüzden gelecek en yakın otobüse yetişmeliydim. Ama karanlıkta daha da gizemli halen gelen sokaklara bakmaktan kendimi alamıyordum. Güç bela merakımı kontrol ederek nehrin üzerindeki köprüye geldim. Çeşit çeşit insanlar otobüs bekliyor, muhabbet ediyor ya da sadece kaygısızca nehrin güzel manzarasını izliyordu.

  "İnsanın, varoluşu üzerine böylesine yoğun düşünmesi, ona neden araması ve nedenini ararken içine düştüğü hezeyanlarda yoğrulması, elbetteki en büyük eylemidir. Şayet düşünmüyorsak ve varlığımızı üremekten, yemekten, yani sadece yaşamaktan ibaret kılıyorsak sadece yaşamın sonuna, ölüme hazırlanıyor oluruz."

 Nefes nefese durağa ulaştım. Otobüsümün gelmesine daha epey vardı. Acele etmiştim, ki etmekte haklıydım. Nehrin kokusu her şeyden, herkesten daha rahatlatıcıydı,üzerimdeki tuhaf kokuyu saymazsak. Hiçliğin kokusunu... Bir süre gözlerim kapalı durağa yaslanmış vaziyette insanların sesini dinledim. Kendimden çok uzun süredir uzaktım. Ama daha fazla uzaklaşmak istiyordum. Benliğimi yırtıp uzaya doğru yükselmek, hatta uzayda, yıldızların arasında amansızca keşfederek yüzmek istiyordum.

 Hayal dünyamın içinde öyle derin kaybolmuştum ki bir an olsun o köprüden ayrılmış gibi galaksiler arasında dolandım. Dolanıklılık ilkesini düşündüm, acaba fizikte açıklandığı gibi benimle aynı anda spinlenip, benle aynı hareketi yapan , "ben" olan bir başka varlık daha var mıydı diye. Çünkü etrafımda tonla insan olmasına rağmen, kendimle baş başa kaldığımda çok derin bir yalnızlık hissediyordum.

 Aniden tuhaf, gırtlaktan çıkan bir sesle irkildim. Yaşlı bir adamcağız, kışa hiç uygun olmayan, oradan buradan toplayıp giydiğini anladığım kıyafetlerle, gözleri kapalı bir şekilde savrularak yanıma geldi. Aslında onu tanıyordum. Yani göz aşinalığım vardı. Bazen kütüphaneye gelir, bir yerlerde oturur, bazen insana acı veren bir şekilde bağırır, bazen de çöplerin içine bakardı. Fakat o zamanlar ben büyük bir dikkatle ders çalıştığım ve aslında empati yoksunu bir şekilde çevremdeki her şeyi, kendimi dahi unutup yaptığım işe odaklandığım için çok da dikkatimi çekmezdi bu yaşlı adam.

 O anda onu uzun uzun izleme fırsatına sahip olmuştum. Belli ki aynı otobüsü bekliyorduk. Nereye gittiğini merak etmiştim.Lise zamanlarımda yazılarıma ilham olsunlar diye sokakta gördüğüm insanları tehlikeli olduğunu bile bile takip ederdim. Gerçeğe erişecekmişim hissine kapılarak adamın indiği durakta inmeye ve onu gittiği yere kadar takip etmeye karar verdim.

 Bir süre sonra otobüs geldi. İnsanlarla birlikte ben de otobüse bindim. İçi epeyce kalabalıktı. Orta kapıdaki aralığa doğru yöneldim ve cama yaslandım. Adam ise arka kapıdan girmiş, kendine oturacak bir yer bulmuştu bile. Hemen oturduğu yerde uzandı. Ve kafasını cama yaslayıp uyuklamaya başladı. Gülünç bir şekilde horluyordu, insanlar ise ona tuhaf tuhaf bakıyor, sonrasında kendi hayatlarındaki olağan meseleleri düşünmeye koyulup bu zavallı adamı unutuveriyorlardı. Mesafe çok uzak değildi. Bir numaralı otobüs en fazla yarım saat bu küçük kasabayı dolanıp istasyona geri dönüyordu. Ne kadar uyursa uyursun elbet bir durakta uyanıp ineceğini düşünüyordum.

 Değişik obsesyonları, aşırı kontrolcülüğü ve korkuları olan biri olarak otobüste uyumasını yadırgıyordum. Hayatım boyunca uzun yolculuklar dışında, hiçbir otobüste uyumamıştım. Çünkü ineceğim durağı kaçırmaktan, "en doğru" olandan uzaklaşmaktan hep delicesine korkardım.Bir an yaşamımda asla rahat olmadığım, kendimi özgürce ifade edemediğim onca zamanı düşündüm. Dilimin ucunda kalan şiirleri, bastırdığım kahkahaları anımsadım. Çoğu "gerekli" idi aslında. O an yaşanılmalıydı. Ama ben kendime izin vermedim. Bu düşünceler beni iyiden iyiye kırıyordu. Duygularımı ifade edemeyişimin, yalnızlığımın o keskin duygusunun içinde gömülerek dalmışım. Gözlerimi yönelttiğim yerden kaldırdığımda otobüsün istasyona geri döndüğünü fark ettim. Hemen adamın indiği yeri kaçırmış olduğum düşüncesiyle oturduğu koltuğa baktım. O zaman anladım ki, otobüse sadece uyumak için binmişti.

 İçimde dirdirimediğim bir istekle ona doğru yaklaştım. Otobüsün şoförü ikimizin de farkında değildi. Yanına oturdum. O kadar derin uyuyordu ki beni fark etmedi. Çenem titriyor, içimde hissettiğim değersizliği bastıramıyordum. Amansızca varoluşumu sorguluyor, doğuşumu suçluyordum.Nefesimi tutarak kafamı omzuna yasladım. Omzunda ağladığımın farkına bile varmadı. Böylece iki kez şehri turladık. Otobüse binenler bizi ve ağlayışımı fark etmedi. Ağladım. Çok ağladım.

17 Temmuz 2020 Cuma

Aklın Sınırları, Çevre ve Odak



  Kafam iyiden iyiye karışmış durumda. İnsan bazen kendi mükemmelini gerçekleştirirken bu kadar zorlanabiliyor. Her zaman hayat amacımıza giden yollar yapmaktan en çok zevk aldığımız şey olmayabiliyor. Bu konuda kendimi oldukça yetersiz ve iradesiz buluyorum. Sessizliğe çekilip odaklanamıyorum. Bitmemiş, cevapsız kalan şeyler aklımı kurcalıyor. Halbuki odağın en yoğun olabileceği anlardayım. Ama özlemle karışık bir mutlulukla uyandım. Neye bu kadar derin özlem duyduğumu bilmiyorum. Belki de kendi derinlerimde gizlenen o azimli coşkuyu özlüyorum.

 Uzun bir zaman boyunca gereksiz işlerle uğraşıp kendi verimliliğime darbe vurdum, verimli anlarımdan korkuyorum artık. Verimden kastım maksimum öğrenme ve uygulayabilme kapasitesine ulaşma benim için. Ve bunu sağlamak için hiçbir şeye ihtiyaç duymamalıyım. Bazen kendimi amacımı gerçekleştirebilecek kadar tutkuyla sevmediğimi düşünüyorum. Öz sevgiye tam olarak ulaşmamış olabilirim. Ama hatalarımı yargılayıp kendimi kanatmadaki ustalığıma denecek yok.

 Koşullarımı gözden geçirdiğimde çabamı anlayan, anlayışlı ve beni destekleyen bir ailem olduğunu görüyorum. Tabii şunu da unutmamam lazım, her ne kadar bu hastalık yüzünden tam idrakına varamamış olsam da hayatım çok ciddi bir şekilde değişiyor. Önceden de ailemden ayrı yaşıyordum ama aynı topraklardaydık.Şimdi çok uzun süre farklı bir yeri evim edineceğim. Yanlış anlaşılmasın korkuyor değilim, aslında çok sevinçli ve heyecanlıyım. Fakat bir yerlerde kendimde çözemediğim bir durgunluk var. Bu tamamlanmamışlık hissinden hoşlanmıyorum. Neden bazen bu kadar körce kısa süreli zevklerin içinde kayboluyorum. Uzun vadede başarı her zaman daha çok mutlu eder ki benim derdim birilerinin gözünde başarmak değil, kendi en iyime, en yoğunuma ulaşmak. Yani aslında ben sadece öğrenmek ve öğrendiklerimin kanıtlanmış olan şeyleri nasıl değiştirdiğini gözlemlemek istiyorum.Bazen yaşımın gereklerini yapmadığımı söylüyor insanlar. Bu  ileri zamanı yaşama halimin içimdeki tamamlanmamışlık hissine neden olduğunu düşünüyorlar. Babam aşık olmam gerekiğini söylüyor. Halbuki bunu ne kadar sık yaptığımı bilse çok şaşırırdı. Hele de sürekli aynı kişiye aşık olduğumu duysa deli olduğumu düşünebilirdi. Ben aşkta istikrarlı biriyim, farklı insanlarla farklı şeyleri deneyimlesem de sanırım, tek bir kişiyi seviyor olmaktan huzur duyuyorum.

 Peki şimdi eksik nerede? Eksik iradede, eksik çevresel faktörlerin arasında kendini acımasızca gösteren, dikkat dağıtan, herkesin vitrinlerde kendini sunduğu o teknolojide. Gözümün önünde hızlıca akan tüm o resimler ve yorumlarda. Maalesef kötü bir döneme doğduğumu söyleyebilirim. Keşke kütüphanede çevrilen sayfalar olsaydı tek dikkatimi dağıtan şey. İşin içine lanet öğrenme bozukluğum da girince her şey saçmalaşıyor. Ama benim elimdeki malzeme bu, yani koşullar, araçlar ve "ben". Bunu kabul etmeliyim. Çevre değişmez, aklımın sınırlarını kendim kurmalıyım. Gerçekten istediğimin ne olduğunu biliyorum. Ve onsuz olmamalıyım. Onsuz ve mutsuz olmamalıyım. Aklımı her ne kadar en çocuk haliyle seviyor olsam da biraz değişmenin zamanı artık.

12 Temmuz 2020 Pazar

Yarın




 Ben yarın hiçbir şey yazmayacağım. Çünkü konu benim çok ötemde. Okyanusların ardında artık. Benim kutlayacağım hiçbir şey kalmadı. Öyle ilgilendirmiyor ki beni... Beni ilgilendirmiyor oluşu bardağımdaki viskinin içindeki şımarık buz. Ben gittim. Karşımda yükselen zamana bak. İçinde hayatımın en büyük aşkı var. Parmağında içtiğimiz biraların izi... Çünkü o yaraladı elini, üstüne yığılan dağları taşırken.

"Sırt sırta savaşçılar gibi... Arkadaş da olsalar evreni taşıyan, beraber."

  Yarına ekleyecek hiçbir şey yok. Çünkü yarın olacak hiçbir sevincin içinde, güzel sözler söyleyenler arasında ben olmayacağım. Ben yazıyorum, sadece kendimi anlamak, kendimi yakalamak için. Artık ben başkalarının mutsuzluklarını silecek o "kahraman" değilim. Öyle bir boşluk ki, benim de doğum günlerim oldu sürekli ağladığım. O yüzden kimseye en güzellerini yazmayacağım. Kızgın değilim, sadece bir annenin oğluna acıması gibi acıyorum yarına. Üstesinden gelmeye çalıştıkları saçmalıklara bakıp, üzüldüklerini izleyip ne kadar kolay hayatlar yaşadıklarına görüyorum başkalarının. Bense kızmaya, küsmeye en hakkı olan olmalıydım. Üstüne göğün düştüğü ruh benim. Ben kan gördüm, ben de geride bırakılmıştım ama vazgeçen olmadım. Çünkü devam ediyorum göğü sırtlamaya, üstüme yağsa da soğuk bulutlar. Ben gurursuz bir fahişe gibi kutlamayacağım yarını. Çünkü ben göğü taşıyorum. Tüm bu büyüklenmeleri hak ediyorum. O gökler "ben"im... Tüm o gökler üstüne yıkılmayan...Ben evrenin yardığı, büyük kütleli deliklerin içinde dolanan en gururlu solucanım. Bizim gibileri kucağınızda bulamamanızın sebebi de bu.

"Geceleri isimler sayıklar benim gibiler. Gökte zamanı bükerek, hızlanarak... Denizler yıkılıyor üstümüze, yumuşak kumlar, rahatlık ise hep kilometreler ötesinde. Ben zor olan, acıklı yanım."

 Ağaçların arasında kıkırdaşır aşıklar. Şimdi o evi herkes terk etti. Yeni yerler var her zaman. Nasıl bitiyor görüyor musunuz, ey insanlar? Yine birileri gerçeğin göğsünde uyuyabiliyor. Gerçeğin dişleri kırık... O gökleri taşıyan ve dokunan, geniş omuzlarda yükseliyor bana ait olan üretkenlik. Dokunsunlar benim yerime yarına doğanlara.  Ben boşlukta süzülüyorum, beynim uyuşuk ama kalbim en rahat düzlemde, başka boyutlarında geometrisi bozuk canavarların.

"Ben yarını kutlamayacağım boyaların ötesine geçemeyen fahişeler gibi. Şimdim var, şimdinin yaratacağı bir günden fazla, kocaman bir gelecek."

  Kavgacı müziklerin tınılarını anlamayan, herkesin mutlu öldüğü hikayelerden başkasını göremeyenler gömülüyor gemilerin ardına.Halbuki birisi arkamdan geliyor. Ben tanrının arkasından yürüyor olabilirdim, eğer yürüyebilseydi beni yaratan zihnim. Kendi aşkımla yoğruluyorum geceleri. Asıl amacım kendime dokunmaktan öteye geçemiyor. Arzularını yutuyorum benliğimi yırtan kadınlığın. Kadınlığım kendi boynumun kokusuna, kendi dudaklarıma aç. Evet sevgilim, arkadaş olsak da, beceremesek de, yani bir şeyler olmasa da bize zarar verecek hiçbir şey yok. Çünkü biz kendi kokumuz, kendi yazgımıza tutkun saldırıyoruz zamanın tam kalbine. Hiç kimse bir başkası için dişlemiyor kayalarını bu tuhaf çarkların ve içine çökelen sistemin. Yaşıyorsak şayet bu zor zamanda, bir yerlerin arkasında, imzası olduğu için gelecek zamanımızın.

 "Devam ediyor karanlıkta kıvranan zihnim, hınçla tutunarak aslında hep istediğine, çalışarak göğü kimsenin üstüne düşürmemeye. Kaldır kafanı, yarın, bir öbür gün, boynunu zorladığın, ilerisini göremediğin yerlerde benim fikrim var. Devam et düşünmeye, göğe dokunamadan bir daha."

 Herkes zorla ayakta tuttuğuna sahip olur. Ben üstünden kaçan, havada asılı kalan...Göğü üstünden at hadi. At hadi göğü uzaklara hiç dokunamadan.


9 Temmuz 2020 Perşembe

Terastaki Kadınlar




   "Penceremin önünde birbirini itip duran ve göğe sevinçle uzanan ağaçları gölgeliyor bakir tepecik. Öylesine kurak ki her parçası, öyle yeşilsiz, öyle sarı yazın tüm sıcağını yüreğinde hissediyor ona bakan. Kulağımda sakin bir müzik, karşımda işveli bir mavilikle serilen baraja bakıyorum. Barajın tam ortasında Bizans döneminden kalma muhteşem bir kale var. Bazen kayıkla giderken çok yakınından geçiyor dedem. İzlediğimde içimi bir huzur kaplıyor, sanki her şeyi anlıyormuşum gibi. Bir keresinde o kalede güçlü, belki de lider bir kadın olduğunu hayal etmiştim. Sanki uzaktan bana bakıyormuş gibi. Ama eminim ki, o da uzaklarda beni değil, kendini tamamlayacak gerçeği arıyordur.

 Yorgun hissetmiyorum. Kızgın değilim. Üzerimdeki o tuhaf hınç terk etti beni. Öyle bir huzur içinde çözünüyorum ki kendimle barışmaktan, hatalarımı affetmekten bembeyaz bir sayfaya dönmüş gibiyim. Belki karşımda sakince sallanan ağaçlar ve sıcaktan baygınca çatırdayan otların kokusu sebebidir bu iyileşmenin. Artık kendime sevdiğim şeyleri itiraf edebiliyorum. Mutluyum. Gitmesine izin verdiğim, beni terk etmesi gereken her şey için zamana minnettarım."

 Kurumuş elleri, parmakları arasında küçücük kalmış kurşun kalemi masaya titreyerek koyduğunda gözleri karşıya, pencerenin ardındaki tepeliğe bakıyordu. "Bazı zamanlar...", diye konuşmaya başlayıp ara sıra başkasının gözlerinden hayata bakmak istediğini söylemiyordu artık. Kendi gördüklerinden, önünde uzanıp doğaya katılan, kendi yazdığından ve kendi okuduğundan gayet memnundu. Kendine ait olmayan, kendine ait olmayacak her şeyi büyük bir sessizlikle ve iç huzuru ile terk etmişti.

 Yavaşça kalktı tahtaları gıcırdayan, eskimiş ama onun deyimiyle hala işlev gören sandalyeden. Çıplak ayaklarını odaya nazaran daha serin olan mermere sürte sürte pencereye doğru ilerledi. Tatlı rüzgar siyah buklelerini ılık ılık yüzüne vuruyordu. Her şey olabildiğine tamamlanmıştı. Büyük yolculukların planı yapılmış, başka yerlerde yeni bir hayat kurmanın sorumluluğu sakinlikle yüklenilmişti. Vücudunu pencereye büsbütün dayayarak ellerini rüzgarda gezdirdi. Kaybetmediği çocuksu merakıyla etrafı izlemeye başladı.

 Sağına döndüğünde beton bir evin terasında kuruttukları dutları ve kayısıları kocaman beyaz muşambalardan toplayan iki kadın gördü. Bir tanesi vücut hatları şalvarının altından belli olan, hafif etli, saçları upuzun arkadan örülmüş, kırmızı bir yazma takmış oldukça genç bir kadındı. Sessiz sessiz kayısıları bir tepsinin içine topluyor, muşamba boşalınca üstünü silkeliyor,sonra da kayısıları tekrar diziyordu. Diğer kadın ise kuru dutları leğenlere dolduruyor, doldururken de üçer beşer yiyordu. Anne-kız olma ihtimalleri oldukça yüksek olan bu iki kadının sessizliği, işlerine odaklanmış halde doğaya gösterdikleri uyum hoşuna gitmişti. "Bu sessizlik...", dedi fısıldayarak.

"Bu sessizlik yaşamın ta kendisi olmalı."

  Eskiden saatlerce konuşmanın, dostlarla bir barda hararetli siyasi konuşmalar yapmanın, bilimi meydanlarda haykırmanın yaşam olduğuna inanıyordu. Halbuki insan sessizce konuşmalı, kalemiyle konuşmalıydı. Haykırmadan, üreterek ama ürettikleriyle duvarları yıkarak, yığınlanmış fikirlere yenilerini katıp, yasalaşanları kapsayamadıkları hayat gerçekliklerinden kurtarıp ileri götürerek mana katılmalı hayata. Aynı sevgiyi geliştirmek gibi olmalı hayatı geliştirmek ve onu anlamlandırmak.

 "Sevgi içinde biriken kıskançlıkları, kavgaları yitirmeli. Sevgiye güvenilmeli, sevgiye susulmalı. Büyük bir sakinlikle hissedilmeli, çocukluğu öldürmeden büyüyerek."

 İşte yaşam da bu fikre katılmalı, kavgasız ama yanlış olanın önünde amansızca dikilerek.


6 Temmuz 2020 Pazartesi

Dolunay



“Ve öpeceğim arzunun sırtından,
  Merakın deliliği aklımda susana dek.”

 Bir hıçkırık tutmuş bünyemi. Biram soğuk, dilim köpük... Sığışmışız bir eve kaçarcasına bu illeti mahlukattan kadın-erkek, çoluk-çocuk. Uzanıyoruz geceye, dolunay tam da tepedeyken hem de. Sürünüyor özlemin sessizliği sen yokluğuyla,mutluluğun gerisinde, berisinde.  Bir tatlı hüzün, hayattan zevk almama engel olmadan, hatta motive ederek benliğimi, hızlanmaya yürütüyor kalelerimi barajın ortasındaymış gibi bir ileri bir geri. Köklerim patlıyor çalıların ardından, sessiz bir savaş meydanındaki hiç hayal edilmemiş tüfekler gibi dağıtarak yüreğimi. Ama korkusu yayılmıyor havaya umutsuzluğun ve özlemin. Biliyorum çünkü, özlenecek birileri var her zaman en yakında ya da ötesinde sınırların.

 Dolunay tepemde. Her zamanki gibi ay ışığından çalıntı yüzünü hatırlıyorum. Balkonda bir tek ben varım. Ev ahalisi uykuda. Kırsalın normali yaşatılarak erken uyunuyor burada. Sokak lambası da aşağıda sabit ama ayın ışığına rakip olamadan aydınlatıyor yolun ufak bir bölümünü kısık kısık. 

 Seni düşünüyorum. Ama öyle derin bir meşguliyetle değil. Huzurun zihnimdeki ufacık bir tezahürü gibi yormadan ve içimi ferahlatarak hatırlatıyorsun varlığını. Bilgece düşlüyorum seni. Aşk denilen o delilikten de eser kalmamış belli. Sessiz, beklentisiz ve derin bir dinginlikle bana ait bir şiirin sarhoş bir gecede, sıcak bir gülümsemeyle hatırlanması gibi anımsıyorum mimiklerini, sözlerini. Hayvani bir tortunun dışında yoran eylemlerin öznesi değilsin artık. Kıskançlık yok ama umursamazlık alabildiğine yoğun. Kulağımda çınlayan, şu karşımdaki küçük dereden yükselen kurbağaların ciyaklamaları bile daha dikkatime değer. Ama yine de aynı göğe baktığımız dolunayda senin tenin var. Varlığını bile hayallerimden ötesine taşımadığım senin tenindeki birkaç beni hatırlatır ayın üzerindeki çukurlar. Ama yine “ben” biterim ışığının üstünde. 

26 Haziran 2020 Cuma

Pertek Notları 1: Kendimizi Tanımak, İkilemler



Yıldızlar tepemde. Sırtım ıslak... Göğsümde sırılsıklam saçlar... Burnumda insan kokusu kalmayacak. Ne bir ses var beşere dair dışarıda ne de bir seda. Sadece içinde bulunduğumuz galaksiyi genç bir erkek bedeni gibi önüme seren evren, üstüne karanlığın ağır ve gümbürdeyen haşmeti serilmiş dağlar ve kısık kısık yanıp sönen bir sokak ışığı var karşımda.

 Kendimi anlamak için  en doğru an. "Ben"i tanımak için maddeyi insanlığın batıl nefeslerinden arındırmak lazım zihinde, çalışırken, doyarken ve yudumlarken bile. Bir reddediş değil bu,  yeni çağ dinlerinin popüler zamana uydurduğu gibi. Okült sanatların ardına saklanmanın, üstüne mistik sözler söylemenin anlamı yok. Aslında, herhangi bir sistemde tam anlamıyla kendin olarak hayatta kalmanın yolu... En cesur ama en bize dair eylem...

 Başkalarının bizim hakkındaki düşüncelerini duymaya ve bize gösterdikleri sevgiye bağımlılık gösteriyor, kendimizle tanışıklığımızı yok ediyoruz. Çok az insan tanıyorum aynaya baktığında kendine yabancı hissetmeyen. İşte bugün, bu yeni ayın altında, bu an en cesur dürtülerimle aklımın haritalarını kendime sunuyorum. Marx'ın "kişinin emeğine yabancılaşması" diyerek vurguladığı, bu kendimden uzaklaşmayı reddediyorum. Mücadele gerektirir biliyorum, kendime itiraf etmekten korktuğum, kendimden sakladığım şeyler elbet vardır her insan gibi. Fakat herbir adımda, zamanın benliğimden kaybettirdiği her güdü, her özellik yeniden doğabilir. Bu ihtimal vardır.  Kesinlikle yaşanacağını, bir levhanın en saf halinin  yeniden parlayacağını iddia edemem. Ama olasılıkların farkında olmaktan da korkmamalıyım. Zaten yüzyıllardır zorlayıcı olandan korkuyoruz. Kendimizden, çözünmekten... Ama bu, kendimizi anlama, evreni anlama hakkına sahip olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Anlamanın ve doğru anlaşılmış verilerle evreni, maddeyi tanımlamanın ve yorumlamanın insanın en gerekli eylemi olduğu gerçeğini de...

 Bazı insanların duygularını ve duygularındaki çelişkileri ifade etme hususunda sıkıntı çektiğini gözlemliyorum. Çoğunlukla kendi kendine büyümeye terk edildiğini anladığım, hayatını kaidelerle sıkı sıkıya ören bu insanların pek tabii kendini ve aklındaki karmaşaları toplum önünde ifşa etmesini bekleyemeyiz. Bunu kimseden isteyemeyiz. Fakat bilinmesi gerekir ki her soru, bilim ve edebiyat aklımızdaki çelişki ve kaostan oluşur. Birilerinin hezeyanları, uykusuz geceleri olmalı üretebilmek için bazıları ise üretilenleri takip etmeli. Ve öyle ki, birilerinin üretilenleri yüksek bir disiplin ile yaşatması bulgularımızın ve bulguların tetiklediği eylemlerimizin etkinliğini artıracaktır. Bu karşılıklı ilişki, bir  tarafın diğerinin kendini ve sorularını ifşa etme hakkını eleştirmesine engel olmamalı elbet; fakat bu eleştiriler, bu kaideler ve disiplin akılda duvarlar, engeller yaratmamalı. Birileri kendini, duygularını, hezeyanlarını ve sorularını ifşa edebilmeli, eleştirilebilmeli ve böylece fikirlerini geliştirip daha fazlasını üretebilmeli.

 Hepimiz kendimize rol yapıyor, bazen de bu oyundan kopup kendimiz oluyoruz. Güçlü göründüğümüz zaman da, en ürkütücü hezeyanlarımız da bize ait. Bir başkasının bundan yararlanacak olma ihtimalini düşünmek kendimiz hakkında tuttuğumuz bu yazılardan ve iniş-çıkışlarımıza dair toplanmış verilerden bizi mahrum bırakmak dışında bir işe yaramayacaktır. Birileri sevdiklerimizin ve bizim zayıflıklarımızı, hezeyanlarımızı her an, her saniye kendi çıkarı için kullanabilir ve sevdiklerimiz de kendimiz de elbet bir gün bizim dışımızda birileri, bir yerler ve bir şeyler için zayıf olacaktır. Bunu kabul etmemekle babacan değil, kendisine azalan ilgiden korkan, kendine ait hissettiği sevgilerin kaybından irkilen sert ama yararsız bir taş gibi görünürüz ancak. İşte bunun da kimseye yararı olmayacaktır. Bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Güvende hissettiğimiz sınırların, doğrulanmaya ve sevilmeye olan muhtaçlığımızın bizi doğrudan ne kadar uzaklaştırdığının göstergesidir. Şayet yüreklerimiz doğruya ve zamanda ileri değil (Çünkü zaman veya iyi olan iki boyutlu düzlemlerdeki gibi sadece ileri-geri ve sağ-soldan ibaret değildir.) ama zamanda en verimli olana ulaşmak istiyorsa bu kandırmacadan kurtulmamız gerekir.

Kendimizi kandırmaya meyilli olduğumuzu düşünmüyorum. Çünkü bu bir eğilimden ziyade tercih dışı ya da en saf tanımıyla keskin bir bağımlılık. Zihnimizde kendi yöntemlerimizle tanımladığımız herhangi bir şeyin çoğunlukla en açık şekilde karşımızda duran gerçekliğini reddederiz ya da naif bir şekilde gözlem yetersizliğimizden dem vurur, batıl düşüncelerin ardına sığınırız.Bunu aslında kendi zihnimizde yarattığımız, bizi güvende hissettiren tanımlamalardan uzaklaşıp gerçeğin karanlık sularına dalmamak için yaparız. Bunun evrimsel bir adaptasyon, gerçeklerin katılığıyla hayatta kalma motivasyonunu düşürmemek için geliştirdiğimiz bir alışkanlık olduğunu düşünüyorum. Fakat bu alışkanlık başta ifade ettiğim, kendinden uzaklaşma meselesini güçlendiriyor. Maddeyi yanlış tanımlamakla, yaşamın gelişen akışını gerçek dışı yöntemlerle yorumlamakla o maddeden, o yaşamdan oluşan benliğimizi de bir önyargı ve illüzyon içerisinde tanımlarız ki bu asıl uzaklaşmadır.

 İşte bu noktada ciddi bir soru aklı kurcalıyor. Benliğimizden, kendimizden uzaklaşarak, biz olanı başkalarının düşüncelerine bağlı kıldığımızı, aslında sistem içinde yaşayanın ve savrulanın kim olduğunu anlayamadığımızı söylemiştik. Açıkçası bu bir canlı için elinde olan kısıtlı zamanı kaybetmekten başkaca bir şey değil. Bu yüzden her özelliğiyle kendini tanımanın bir canlı için en hayırlı eylem olduğu açıktır. Fakat kendini kandırmanın ya da çeşitli yollarla maddeyi yanlış tanımlayarak psikolojik dünyamızın daha derin bir güven ortamına sığdırmanın, bir adaptasyon olabileceğini, hayatta kalma motivasyonunu gerçekliğin katılığıyla sarsmayacağını iddia etmiştik ki bu da varolan bedeni, benliği hayatta tutma çabasıdır. Peki bir benlik ondan bu kadar uzakken nasıl hayatta tutulabilir? Kendini tanımlamanın, tanımanın,  en iyi yolunun maddenin, gerçeğini yansıtan verilerle yorumlanması olduğunu düşünüyorsak neden gerçeklerden kaçarak kendimizi hayata bağlıyoruz. Bu aslında hayırlı olandan, varlığına hizmet ettiğimiz benlikten uzaklaşmak değil midir? Şayet bu benliği ayakta tutmak için gerçeklerden kaçıyorsak gerçeği bile uğruna yok saydığımız bu benlikten neden kaçarız?


13 Haziran 2020 Cumartesi

Yol



  Karda bata çıka yürüyorum. Sırtlandığım kitapların ağırlığından bükülüyor bedenim. Göğüslerim kamburluktan karnıma yapışıyor.


 Hep sevmişimdir soğuğu. Tropikal iklimleri, uzun yazları hiçbir zaman özlemedim. Sıcak hava hep duygularımı incitmiştir. Nedenini bilmiyorum. Üstüne kafa yorduğum da söylenemez. Sadece sert rüzgarların, karanlık sisli akşamların beni hep daha güvende hissettirdiğini biliyorum.


 Kulağımda bir türkü yankılanıyor.


 "Onlar dosttu, onlar arkadaş..."

 Sözlerini mırıldanıyorum. Tren raylarının üzerinden yürüye yürüye kuzeye ilerliyorum. Daha karanlığa, daha soğuğa doğru. Ayaz yüzüme her çarptığında, sanki Tanrı gökte titriyor, asıldığı yerde sallanıyor. Dişlerim kenetleniyor damaklarıma. Ama ben daha evde buluyorum kendimi. İnsan sevdiği şeyler için düşebilmeli, mücadele edebilmeli, soğuklarda titremeli. Egosunu yitirmeli, onurunu katletmeli şayet fethini arzuladığı şey, içinde yanan arzunun sebebiyse.


 Hayatımdaki hiçbir savaşımdan, kanadığım hiçbir meydandan, doğru olduğunu bildiklerim yüzünden aşağılanmaktan çekinmedim. Çamurda yoğrulmak, derin çukurlarda yanmak fikrimin tanrısına ulaştırıyorsa beni, cehennem neden müjdelenen olmasın ki.


"Biz yaktıklarınızdan kalanlar değil miyiz? Arzuyla dolu, bilgiyle ıslananlar değil miyiz? Erkeğine aşağıdan değil, tam karşısından, gözlerini kaçırmadan bakan, sevdiklerini sorgulamaktan, sevgisini doğruya ulaştırmaktan utanmayanlar değil miyiz?"


 Düşünüyorum, belki şu an sıcak bir evde, sadece yazmaktayım. Kahvemi içerken baygınlaşıyor gözlerim ve zaman-mekan hakkında yalan söylüyorum kendime. Belki de tüm bu buzdan yığın bir hayal...Ama fikirde, gerçekte olduğum yer bu fırtınalar değil mi? Ayaklarımla çiziyorum formülleri karlara. Odamın duvarlarına... Artık aşağıdakinin yukarıdakine, yukarıdakinin aşağıdakine benzer olduğunu gözlemlemek istiyorum. Aşkın, birleşmenin aracı olmasını değil; birleşmenin aşkı aktarmanın bir aracı olmasını istiyorum. Uzaklarda benden olan nesilleri görüyorum. Kağıda dolsunlar veyahut benden doğsunlar fark etmez.  Çünkü tutulan veya yavaşlayan ay olamaz, ancak aşktır sabrı arzulayan.


 "Ben Tanrı'ya dua etmem. Eğer gözlemlemediysem, sözünü almamışsam, ne aşka ne de Tanrı'ya inanırım. Benim dua ettiklerim dokunduklarımdır. Benim aşkım, nefesinden arzuyu hissettiğimdir, kalbinin atışına elimi koyduğumdur. Şayet aşkımın, sevmeyi öğrenmesi gerekiyorsa, onu yalanlarla beslerim, acıtırım ama bu aşkı hak edebilmesi için büyütürüm benliğini. Bu sebepledir ki ne inanılmayan Tanrı'nın ne de kaçtığım aşkın nefreti zuhur eder bedenime. Her inkar edişin arkasında bir gerçekleştirme isteği vardır."

  Artık görebiliyorum üzerime yürüyen, katlanan bulutları. Soğuk beni kandırmıyor. Ben zihnimi ısıtıyorum. Yükseliyorum kardan tepelerin üzerinde. Okyanusları, ince buz kütlerinin altında hala hüküm süren eskilerin, dokunaçlı yaratıkların yeşil balçıktan yasalarını izliyorum.

  Beni bu göklere yükselten bir günahkarlık, bir cadılık, bir büyü olmadı hiçbir zaman. Ki yıldızlar sönmüyorsa utangaç bir aşığın ego dolu kıskançlığı ve korkaklığında, ne mutlu bizlere evreni beraber tanımada ve göklere, gerçeğe veyahut dibe varmada. Soğuk, bedenimi kesip deli etmiyor, bir derin uyku yanıltmıyor aklımı, ben sıcak bir odada yükseliyorum göğe; hem de gerilmeden çarmığa. Okuduğumla, çizdiğimle, evrimleştiğimle ancak...

16 Mayıs 2020 Cumartesi

İnanmak



  Uyumamaya yemin ettim. Çünkü her öğrendiğim an bizi birbirimize yaklaştırıyor. Yukarıdan çözümlemeye çalıştığın soruların karmaşasına bakıyorum. Ne kadar güzel terliyor bedenin düşüncenin rüzgarlarında savrulurken. Peki, beni yukarıdan izleyenler daha çok bilgiye mi erişmiş oluyor? Yoksa hepimiz, beynimizde her elektrik çaktığında bir diğerinin fikrini mi hatırlıyoruz? Belki de zamansız bir uzayda, gelecektekilerin bildikleri ekiyor bugünün yenilerini. Kim bilir, belki bir gün insanlık, eline silah alanın savaşçı olmadığını, bir kilisenin bir köşesinde dua etmenin, sabah namaza uyanmanın gerçek ibadet olmadığını, gerçek savaşanın, inananın geceleri masanın başında okuyan insan olduğunu bir gün anlar ki zamandır bilgiyi biriktiren, yaşatan. Kişilerin de bir önemi kalmayacaktır. O zaman kahve kokusunda bedenleri bayıltan, gözleri ağırlaştıran her anı şehit mi sayacaklar ya da peygamber?

"Ben kan toplamış ayaklarımı yollara sürümeye
Ne zevk için ne de bir koyunda uyuklamak için başlamadım.
Kırılmışsa kollarım, yorgunlukla savrulan bedenimin ağırlığındandır,
Savaşmaktan, düşmekten değil; uyanık kalan her saatin bir adım daha gök kubbeye yaklaştığını bilmekten."

 Basit bencilliklere, ego savaşlarına gülümseyerek bakıyorum. Ama seni görüyorum kardeşim. Merak eden, sorgulayan, belki de bu topraklarda az kalmış seni görüyorum. Bir gece ansızın uyanıp kalemine sarılışını hissediyorum, kitap başında kamburlaşmış bedenim her ağrıdığında. Onlar ırklarını seviyor, dillerini veyahut dinlerini, üzerine çöktükleri kadınlık veya erkeklik organlarını. Bense seni seviyorum. İçinde solmayan o tuhaf heyecanı, ellerindeki kaleme kök salmış nasırlarına tapıyorum ben. Bu yüzden ben tanrıma kimsenin yanması için, cehennem için dua etmiyorum. Ben o içimde semaları gezen, hayallerde kaybolan, kaynağını daha çözemediğim, "ilk olana", "başlangıca" sesleniyorum. Ama bu hissi taşımayanlara kızmıyorum. Öğrenilmemişle, farkında olmamakla suçlayamam kimseyi. Ama uyandırabilirim onlar için geceyi. Torunlarına bir bir uykusuzluk konusu yaratabilirim. Ne güç ne de para çözümlemez bu gerginliği. Güzel dostum, ben gözlerine ışık tutup seni kör etmektense gerçeği terleyerek, ellerinle, bazen korkarak bazen cesaretle aramana katkı sağlayabilirim.

"Çünkü hiçbir doğru, ilk göründüğü gibi olamaz.
Sorgulanmaya layık olmayan gerçekleşemez.
Düşünmeyi ibadet etmeyen hissedemez,
Hissetmeyi bilmeyen inanamaz.
İnanmayı öğren!"

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Altargana




  Dişlerim kamaşıyor. Etin kokusu derimin altında kendine benzeyeni uyandırıyor. Gecenin karanlığında gözünün kahvesi kırmızıya çalmış bir domuz gibi salyalar akıtarak bakıyorum ayın yükselişine. Şimdi sokaklar bomboş, kocaman denizler ve yollar var aşılacak. Bir fikir, bir amaç uyandırır ölüleri bile. Amacı olmayan, zekasını gerçeklere değil, nefretine kör etmiş kişiler ancak yıkılabilir hayatın olumsuzluklarından. Güçsüzlüğünüz nasıl yere düştüğünüzde değil. Koşulları sırtlamanıza neden olan bir gerçeğin yokluğunda...  Gözyaşlarınız akarken inatla yazmaya devam etmiyor, öğrenmiyorsanız yaşamanızın üremekten başka bir amacı yok!

 "Bak, herkes o kaygan deliklerden içeri giriyor. Bak, her doğan doğuruyor. Seni sığındığın ter kokan yatağından her sabah ne uyandırıyor? İki bacağın arasındaki tatlı bir koku mu? Yüzyılların içine gömüldüğü yerde debeleniyorsun!"

 Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Savaşlarının ölülerini izle. Bu çağda dik duranlar çıplak ayaklarla dikenlere basan, yokluğun ardındakini görenlerdir. İstersem güzel dostum, kopartırım geceleri sana beni hatırlatan bütün o sezgileri. İstersem bir sabah bu hayatı sensiz bırakabilirim zihnimde. Sen okyanusların ardına gömülüp hiç olmayı kabul ediyor musun? Ben seni ormanlara, ağaçların ardındaki sonsuz yaşama, kaosa ve bir sabah anlamanın hazzını bir kadehten içmeye davet ediyorum. Şimdi kalk ve toprağa bas ayağını, güneş değil beni uyandıran. Sen de Ay ile doğanlardan ol.

 "Ve açarak göğsümü ve kırarak tüm kemiklerimi sana sesleniyorum,
   Ey yıldızların arasında savrulmama neden olan,
   Doğan ve doğuran, içinde dişili uyandıran!
   İçimdeki ateşi harla, demlenmenin tadını yaşat ruhuma!"

 Şimdi yutuyorum toprağın tüm nefessizliğini. Sürünerek ilerliyorum deliklerinden evrenin. Değişmeye, dönüşmeye ve büyümeye başlıyor bilgiye olan açlığım. Göğüslerim dikleşiyor  bilinmezlikleri anlamanın önünde. Aşağıdaki yukarıdakine, yukarıdaki aşağıdakine benziyor.

 "Cennet yok, cehennem yok. "An" var! "An" içinde, evrenin şimdisinde eskiyeceğim . Yaşamın nedeni olmayacak bir  büyük patlama, patlamalar içine çekilecek, son başlangıç olacak. En kolay olasılıklar imkansızken sana dokunmak milyonlarca olasılığın içinde kesin ile eşit olacak."

 Dehşetle kıvrılan denizler, kükreyin şimdi yağmurlarıma. Beni geçmişe gömenlere... Gömdükleri yerden bakıyorum çürüyen kemiklerime. Ruhumu yaralayarak beni geride değil, zamanın ilerisinde, geleceklerine hapsettiler. Ben zamanı kaybettim her ölen gibi. Ölüm, ölümsüzdür. Ben de fikrimde ölümsüzleşiyorum. Deşiyorum kavuklarını ağaçların. Sonsuz yenilenmeyi delicesine içiyorum. Yenileniyor bilimle gözlerimin ardındaki karanlıklar, sayfalar kayıp geçiyor içimden. Islanıyorum, yeni düşünceler doğuruyorum. Ben reddediyorum bedenini kadın olamakla sınırlayanları. Ben bu sperm kokan dünyada fikir oluyorum. Anlımın ortasını parçalayıp beynimden emiyorum tüm öfkeleri. Sakinlikle anlıyorum savaşın aslında geri bırakmakla kazanıldığını.  İnsanlar ancak hezeyanlarında unutulduklarında, bir akılda son bulduklarında ölürler. İşte bu yüzden, seni deliliğin dağlarından, anlamaktan ve merak etmekten uzak tutan tüm zihinlerin üzerine toprak at. Seni yaşamın içine çöktüğü, uzayı büken tüm bu bilinmezlikleri bilmekten alıkoyan kişi seni öldürmeye çalışan ölüdür.

 "Bırak sorgulasınlar o karınlardan neden doğduklarını. Bedenlerindeki elektriğin bir gece ansızın, şehvetle nasıl yandığını komik hayallerde, parada ve kadınlarda arasınlar."

 Sen en soğuk suda, yalansız anlarda ve kitapların arasında çözünüp yanansın. Yandıkça küllerin kanatlanıp kıtaları değil, o kadar basit değil, evrenleri aşsın. Sen güneşin arkasındaki yıldızın, güneşten büyük olduğunu, dalgaların kıvrılırken dünyadan dökülmediğini anlayanlardansın. Sen o merakla, mağaralara iz bırakanla, yazıyı kazıyanla ve evren boşluğunun fotoğraflarını sayı sayı mekanik zekalara anlatanla aynı atadansın. Ve bu merak için yanacak, bu merakla coşacak ve doğuracaksın.

"Senin kasıklarından doğanlar ağlamayacak bu yüzden. Onlar dalgalanır ancak rüzgarda sesiyle eski kağıtların." Senin annen toprak, baban göktür. Biriktirdiğin tüm fikirler, gerçeğin  başka canda ölümsüzleşen parçasıdır . Sen sonsuzluğun ifadesi, ilerlemeyen donuk zamanda bitmeyen bir ansın.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Yarasa




 Karanlık ormanlar kan kokuyor. Gözlerim grileşti. Dilimin altındaki tüyler bir ok gibi neyi arzuluyor? Kalbim davullarla vurulurken batan bir insanlık ve bütün bu arzu fışkıran ağaçlar, üstüme üstüme yürüyor. Artık dillerini anlamıyorum. Gri göklerden, taşları parçalayan denizlerden ve alevleri harlayan fırtınalardan doğan dillerdir  konuştuğum. Kan, kemik, kan, kemik... Tüm bu beyaz süt, tüm bu köpükler ve kıkırdamalar ardına kadar kapalı odalarda, biraz daha kemik ve kan için. Ben çiğnerim şimdi kendime ait olanı ve aklımdakilerin hepsini.

 Saçlarım savrulur müziğiyle gürleyen doğanın. Sis gözümün önüne eğilip görmez ettiğinde duyularımı ve kulağımda vızıldayan bu azmış arılar beynimi kemirdiğinde dikleşir göğüslerimin turunculuğu ve gagaları tepeleri işaret eder. Tırnaklarım bu hiçlikte toprağı kazıyan ve gömen ölülerini bir kuş ya da hain bir kardeş gibi. Hepimizi gömüyorlar. Göklerden kuş yağıyor. Hayır, bunlar kuş değil.

"Çök tepeme ürkütücü kanatlarınla ve çember oluşturan mantarlar gibi karanlık sihrinle kutsa beni!" Dayanamazsa kanımda dolaşan dikenler ve saldırgan benliğim kustur gecemin en ateşli anında, nerede nefes aldı ki ciğerim şimdi dolu dolu alabilsin. Ben ormanlarımdan uzağım. Ormanlarımdan, mutlulukla göğsümü açtığım kadınlıktan ve bilenen dişlerimden et görünce. Suyu yarmak basit bir iş. Yetenek ki bu göğe uzanan betonları yarmada. Ben kıvrılabilirim yılan gibi çamurların derinliğinde; fakat sopanız olmam hiçbir zaman. Bir dikleşmez beden, ses kesmez inilti bu aya karşı kan fışkıran. Ve üretemediğinde tüküren ama sabitliğini asla kaybetmeyen.

 Dilim, dillerim ve yıldızlar, dizilen peygamberlerin doğumlarının bir köşesinde, hepsi yalvarıyor kayan evren için: "Kan, kemik, kan, kemik!" Tanrılar kan istemiyor. Tanrılar ya yanıyor ya da yeniliyor. Ama neden bu kadar sert ve kan dolu azapları yağdırıyorlar? Ve o azaplar günahlarımızla birlikte birikiyor ciğerlerimizde. Kan, kemik! Balgamla tüküremiyoruz kendimizden. "Kan, kemik, kan!".Yığınlar yaratıyor ölüler, birbir sökülüyor devirleri lordların. Kapanan bu çitler krallar üzerine, mezarlar değil. "Kan, kemik, kan, kemik!" Başka diller öğreniyor kendini tepede zannedenler. Değişiyor özgürlüğü bu zavallı kemirgenlerin ve pireler şaha kalkıyor yavşak sabahlarında insanların.