11 Aralık 2023 Pazartesi

Zamanın Başlangıcı

 “Bana asla geri getiremeyeceğim bir hissin yokluğunu bıraktın. O tuhaf sanrısal haldi beni yaratmanın yüceliğine sürükleyen, beni delirten ve mutlu eden.”

 Titreyen bedenini üstünde mum ışığının dans ettiği duvara dayadı. Taş duvarlar garip bir şekilde sıcacıktı. Ve esmer teni mora çalıyordu. Gözyaşları vücuduna ılık bir his veren kuyu duvarlarında eriyordu. 

“Bak, şimdi yine buradayım. Keşke hiç… Hiç buraya düşmeseydim. Keşke seni hiç bilmeseydim. Yaratıcılığım bilinmeyen bir hikaye olarak kalsaydı ama… Ama adına üzgünüm. Öyle kalmadı. Yeni bir can buldu kendine. Bir hissi yitirmede ve yeni bir hisse başlamada buldu ilhamını.”

 Üzerinde saatlerdir durduğu dizleri kanıyordu. Yüzü, kuyunun çıkışında dalgalanan aya dönüktü. Büyük bir hüzün ve sevincin arasındaydı. Kuyunun ucunda ve sonunda olmak gibiydi bu. Güvende ya da yepyeni bir hikayede, nefes almada ya da çığlık çığlığa ağlamada…

“Artık senden nefret etmiyorum. Bu kuyuya yağan yağmurlardan alacağım bir intikam, göğe savurduğum tehditler yok artık. Ben sendeydim. Ve artık değilim. Beni sonsuza dek kaybettin. Beni görüyorsun ama dokunuşların ulaşmıyor kurumuş tenime. Seni her şeyden çok sevmiştim bir süreliğine. Lakin şimdi bu evrende ben varım. Bir tek ben…”

 Bükülen dudakları, seğiren çenesi çektiği acının derinliğinden haber veriyordu. Dünyada, kimsenin kalmadığı evrende tek başına, bir kuyunun dibindeydi çıplak bedeni. Kuyuda yankılanan sözler anlamını yitiriyor, yere düşen her harf kemiklere, kafataslarına dönüşüyordu. Kımıltısız yığına ayrı bir güzellik katıyordu üzerlerine kayan mum damlaları. Bu karanlık kuyuda yıkanıyordu ruhunun en yaralı zerreleri. Evleşiyordu. Elleri çatı gibi kocamandı gövdesinin üstünde. Dudakları ekmek, ağzı kapı ve göğsü onu saran yatağı…

“Beni sonsuza kadar kaybettin. Ama şimdi ben benim. Geçmişte ben olduğum ve gelecekte de ben olacağım gibi. Ben senin yokluğunda veya varlığında, karşımda dururken ya da bir ışık yılı uzaktayken, benim. Üstüme karaladıkların, görmediğin duygularım fark etmez. Ben, bendeyim. Ve sen, şimdi beni kendinden kopardın. Artık kendime daha yakınım. Beni kendinden koparttın.”


1 Aralık 2023 Cuma

Fener

 Ah benim güzel dostum, nasıl anlatsam aramızdaki bu bitmeyen, bu derin bağlantıyı? Soğuğu kesilmeyen rüzgarların karşında beraber durmamız mı sana olan anlayışımın sebebi? Yoksa sıcak göğsüne kafamı koyduğumda yaşadığım güven mi sıkı sıkı tutan gömleğinin köşesini? 

 Biliyorsun, uzun boyunlu, sapsarı bir şeytanın ağzının suları üstüme akmaktaydı sana kendimi ilk anlattığımda. Ayrıca yapayalnızdı zihnimin beni savunacak yanları. Karlı ve huzursuz akşamlarda sadece senin sesin vardı. 

 Kimseye seni sevmekten vazgeçmeyişimin sebebini anlatmak istemiyorum ya da en içten sözlerimin derinliğini. Kapımın önünde sakin bir bilgelikle oturan şu kum ve yağmur dolu halinin ensemdeki tüyleri kaygıyla dikilmekten nasıl uzak tuttuğunu kimseye açıklayamam.

 Kendini büyük rakamların ve gençliğin sarsılmaz arzularının ardına saklayan benliğimin en saklı ve “evde” sevgisinin yüzü olduğunu sadece ben bilebilir ve kabul edebilirim. En acı dolu ve korkulu rüyalarımı senin kocaman ellerine yüzümü dayayıp yıkadığımı ancak ben anımsayabilirim. Şiirlerin arasında söylenmemiş, paylaşılmamış o isim oluşunun gizemini yalnız ben sezerim. Ve İstanbul’umu bilmesini istediğim o çocuksu gözlerin yalnız sana ait olduğunu, tepemi kazan, beni farklı renklere boyamaya çalışan o insanlara sadece ben susabilirim. 

  Şimdi sen bana istediğin tüm sıfatlarla seslenebilirsin ve ben, beraber uyandırdığımız o Münih sabahlarında olduğu gibi gülümserim. Çünkü dalgalardan yorulmuş ben takasının gördüğü tek fener sendin ve hala sensin.

6 Kasım 2023 Pazartesi

Sabah Yabancılığı

 Dağların ve tepelerin diğer tarafı hakkında tuhaf bir görü… Hiç yan yana durulmamış ve aynı fıkraya gülünmemiş gibi soğuk sezileri. Arada milyonlarca adım var ve birbirine uzanmaya iki tarafın da kaderi olmayacak. Ne tuhaf… Ayı, çatırdayan tellere tünemiş kargaların gözünden izlediğim bu soğuk sabahta ne gerçekçi bir vizyon. Bu vizyon kararlarımı, yollarımı belirleyecek ve ben diğer tarafın surlarından geçtikçe o yerlerin bir zamanlar yansımam olan o sahibini asla bilemeyeceğim. Farkında olmayacağım, gerçeğin, geleceğin ve hayatta olmanın bu kanlı ama değiştirilmesi zor anlaşması yüzünden ki o anlaşmayı daha ruhuma kavuşmadan imzaladım ben. Beni koruyan bir çember de vardı o zaman. Ama çemberin içi dışından daha güvensizdi.

  Diğer tarafın dağları, tepeleri ve ovalarında kıkırdaşan o insanları ve deneyimlerini hayal edemiyorum artık. Önceleri hakkında birtakım varsayımlarda bulunurdum bu varoluşların. Şimdi öz dışı safsatalar kalıyor elimde ve hiç gerçekçi gelmiyor. 

  Aslında hepsi bu kutlu vizyon yüzünden oluyor. Münih’in keskin soğuğunun bana uzaklardan taşıdığı, ölen doğanın yeni bir başlangıcı haykırdığı bilgelik yüzünden oluyor. Kahramanın yolculuğa daha başında ölü ya da hiç olarak başlaması gerektiğinden… Kahraman ölüme ve yeniden doğuşa gömülü olduğundan… Hep yeniden keşfettiğinden…

  Şimdi dağın diğer tarafından, hiçliğin bir yansıması olarak eski duygularımı izleyeceğim. O yerlerin de bir vizyonu olmalı aramıza duvarlar ören. Benim keskin yamaçlarımdan, göğsü delen soğuklarımdan sıcak ve kalabalıktır o yerler. Bu yüzden buraların sessizliği birkaç halkadır oraların boynuna. Konuşmadıkça daha çok derinleşir. Varlığı, hastalıkların ve o karanlık, üstüne pek de çok düşünülen dedikoduların sebebidir.

22 Ekim 2023 Pazar

Denizler

Ötesinde dalgaların yekpare tepesinin,

Bir beden görmekteyim.

Bir beden saçlarına kızıl kederlerin asıldığı,

Üstelik varlığı sorgulamaya bile kapalı.

Tırmanarak derin yarıklarından denizlerin,

Bir heyulanın saklı güçlerinin

Hırçın ve beklemekte elçisiyim.

Direniyorum rotaların kokuşmuş sınırlarına 

Ve kireçlenmiş ruhlar arasında yalvarıyorum fısıltıyla.

Böyle ilerliyorum terk edişlerin kıyısına.

Kalıyor başka ufuklardaki sonuçlar sorgulanmadan.

“Ben”, tek gerçeğim,

Bizi bir kez daha affetsen..

Tek bir taş bile atmam tekinsizliğin kadırgasına.

Uzanırım varlığın hastalıklarına, bana.

21 Ağustos 2023 Pazartesi

Bazı Hikayelerim Hakkında

 

“ Karanlık, çok karanlık…”

 “Fazla kanlı, rahatsız edici…”

 Ama ben öyle hissetmiyorum ki. Bana oldukça samimi, oldukça açık ve tatmin edici geliyor. Bu kadar büyük bir netliği, yüksek arzularımı yönelttiğim birine yazdığım şiirlerde bile gösteremiyorum. Bir bedene bu kadar yakından, bittiği yerden bakma fikrini, insanların vahşet dolu davranışlarının ardındaki büyük korku ve çaresizliği anlatmak beni her zaman olduğumdan daha huzurlu hissettiriyor. 

 Aslında gerçek hayatta göreceğim bir damla kan bayılmama sebep olabilir. Lakin bir hikayenin içindeki insan bedeni ve onun parçaları çok güneşli bir günde kısık gözlerle izlediğimiz pespembe bir gül gibi. Bir korkak, bir cani ya da tutkudan kavrulan sırılsıklam bir beden özün en özde, en saf hali. 

 Zaten bahsettiğim her şey gerçek hayattaki çok daha kirli olan kökeninden güç almıyor mu? Bütün bu hezeyanlar veya duygular gerçeklikte daha kanlı, daha çürümüş veya daha azgın bir şekilde yaşanmıyor mu? Eylemleri, sıfatları veya sınıfları değiştirince sonuçları değiştirmiş olmuyoruz.

 Ben görmediğim bir şeyi anlatmıyorum. Lakin bütün bunları, bütün bu yaşananları erotize etmediğimi söyleyemem elbette. İnsanın her davranışında kasıklarımızı ıslatan bir yan, arzulara açık bir kapı vardır. Fakat birilerini tüm bu çıldırıya özendirdiğimi iddia etmek bana büyük bir haksızlık olur. Ben sadece her gün izlediklerimden bahsediyorum. Belki içine biraz kadınlığımı, kendiyle barışık bir vajinanın yaratıcılığını ya da dudak kenarlarımı ıslatan tutkunun hırsını koyuyorum. Sonra uykuya dalar gibi bilinçsizce karalıyor, uyanır gibi paylaşıyorum. 

  Peki bunu yapmakla ne amaçlıyorum? Evet, yaptığım şeyden inanılmaz bir haz alıyorum. Ve karşılığında bu hazdan başka bir şey beklemiyorum. Hatta bazen dürtülerimi en dizginleyemediğim hallerde, kasıklarım istediğim zamanda, istediğim kadar doluyken bile yazmayı düşünüyorum. Sanırım, işte tam da bu yüzden,  çok değer verdiğim bir takım yorumların belli kısımlarını ciddiye almayacağım. Arzularımı dizginlemeye çalışmadıkları yerden besleneceğim.

18 Ağustos 2023 Cuma

Zincir

 

  Hapşırdı. Parkedeki tozlar şimdi havadaydı. Her biri başının üstündeki ufacık delikten sızan ışıkla parlamaya başlamıştı. Toz taneleri ağır ağır dağılırken o, ağzının içindeki demir yığınını düşündü. Demir zinciri saatlerdir ağzında tutuyordu. Zincirin diğer ucu boğazına kadar inmiş, yutkundukça acı veriyor olsa da iddialaşmayı sürdürdü. 

“Ağzımda tutabildiğim kadar uzun tutacağım bu zinciri.”

  Midesi bulanmıyor, değildi. Aralıklı olarak öğürmeler yaşıyordu. Kendini kasarak tuttuğu, kusmasını engellediği sırada küçük bir dikkatsizlikle bütün zinciri mideye indirmek korkuyordu. Ağzının kenarından sızan, boynunu sırılsıklam eden salyalara ve  çenesindeki ağrıya rağmen oldukça kararlıydı.

 Sırtını odasının kapısına dayamış, bütün ev halkı içeride kahkahalarla muhabbet ederken o, kendiyle girdiği inattan başkaca bir şey düşünmüyor, dışarının bütün çekiciliğine, hatta odasında onu baştan çıkarabilecek şeylere, örneğin penceresinden görünen muhteşem göl manzarasına veya yeni aldığı kitaplara, rağmen karanlıkta bağdaş kurmuş bir şekilde öylece oturuyordu. 

  Kapının deliğinden sızan ışığa doğru saatini kaldırdı. İki saattir ağzında demir zincirlerle odasında oturuyordu. Bu süre içinde birçok şey düşünmüştü. Özellikle birkaç hafta önce okuduğu bir tuhaf haber üzerine epeyce düşündü. Bu haberi yerel gazetelerin birinde okumuştu. Geçimini çiftliğindeki hayvanların ürünlerini satarak sağlayan, iki çocuk sahibi genç bir kadın, çocuklarını parka gönderip evinin kapısının önünde kendini vurmuştu. Komşularının dediğine göre çok da canayakın olan bu kadının hayatında belirgin bir problem yoktu.

  “İnsanın kendini planlı bir şekilde öldürmesine neden olacak bir problem, nasıl olur da kimse tarafından anlaşılamaz?”, diye düşündü kendi kendine. Ve ağzındaki demiri dişleriyle sıkıştırarak tekrarladı: “Komşularının ifadesine göre bu naif ailenin hayatında belirgin bir problem yoktu.” İnsanlar tarafından samimiyetle okunabilmenin zorluğunun elbette farkındaydı. Fakat bazen bazı görmezden gelişlerin büyüklüğüne akıl sır erdiremiyordu.

 Artık çenesinin ağrısı başına vuruyordu. Boynu olabildiğine kasılmıştı. Lakin o, kendine koyduğu bu zorlu sınavı geçemezse benliğine saygısızlık etmiş olacağını düşünüyordu. Çene kemirlerini oynatarak ağrıyı dindirmeye çalıştı. Yine de bu hareket bir çözüm yaratmıyordu. 

 Dikkatini ağzından başka bir yere çekebilmek için kapının önünden kalktı ve pencerenin kenarına oturup gölü seyretmeye koyuldu. Dolunayın suyun üzerindeki yansımasının titrek dansı uykusunu getiriyor, kapanan gözlerini açabilmek için kendini çimdikliyor, vücudunu sarsmaya çalışıyorsa da başarılı olamıyordu. Aile sofrasından kalktıktan sonda koşarak odasına girmiş, dolu midesine rağmen bütün zinciri ağzına tıkmış, karanlıkta dakikalardır hareketsiz bekliyordu. Uykusunun bu gelişi sinsice sayılamazdı. 

 Birkaç kez daha gözlerini kocaman açıp yüzünü salladı. Yine de doğanın bu muntazam parçasına şahitlik eden gözleri uykunun huzurlu kollarına daha fazla direnemedi. Böylece uyuyakaldı. Sabah kalktığında çenesi hala ağrıyordu; fakat zincir ağzında değildi. Hepsini yutmuştu.


16 Ağustos 2023 Çarşamba

Yazar

 

  Kırmızıya bulanmış asma yaprakları küf kaplı duvara yapıştırılmıştı. Yapraklardan aşağı süzülen kan, etrafa saçılmış et parçalarının kırık parkelerde eridiği bu odaya ayrı bir renk katıyordu. Odanın balkona açılan kapısı balkon demirlerinin üzerine düşmüş, dışarıdan gelen nemli esinti tüm odada gezinmiş olmasına rağmen odanın içindeki kesif koku mekanı terk edememişti. Eşyaların eskiliği, üzerlerindeki kan lekeleri ve belli noktalarına yapışmış et parçalarından sarkan kurtlar, zamanın bu unutulmuş noktasını daha dehşetli kılıyordu. 

 Ellerini kan ve tozun karıştığı eşyalarda gezdirirken o, bu odada yaşanan korkunç eylemleri hissetmeye çalışıyor, kafasına saplanan sıcacık ağrının yoğunluğuna göre vahşetin boyutunu derecelendirmeye çaba gösteriyordu. Ensesinde huzurlu bir soluk hissediyor, başka bir insanı hezeyana sürükleyebilecek bu yerde derin bir uykunun huzurunu yaşıyordu. 

  Burnunu odanın sağ ucundaki lavabonun deliğine doğru dayadı. Çürümenin yoğun kokusu, uzunca bir süre birinin kanının buraya boşaltılmaya çalışıldığını gösteriyordu. Bu vahşetli eylemleri gerçekleştiren kişi ortalığı temizlemeye çalışmış; fakat yakalanacağını, ortalığı hızla temizleyemeceğini, böylece delilleri karartıp suçunu gizleyemeyeceğini anlayınca 20. yüzyılın deliliklerle dolu arayışlarını bir ruh çağırma ritüelini betimleyerek gözler önüne seren bir tablonun altında kafasına sıkıvermişti. Bu da bunca güzelim eşyanın üzerine sıçramış beyin parçalarının açıklaması olmuştu.

  “Ne tuhaf.”, diye mırıldandı. En ilkel düşüncelerle biri, evren hakkındaki sorgularına ve karanlık arzularına yanıt olabilmek için bir başkasını garip bir ayinin ardına saklanarak öldürüyor, anlık da olsa bir hayatın son saniyelerini tanrı gibi belirliyor; ama daha sonra yaptığı eylemin sorumluluğunu alamayarak titreyen ellerle kendi canına kıyıyor. 

 “Pişmanlıkla korkaklık arasında ne tuhaf, ne belirsiz bir çizgidir bu.”

 Yavaşça cebinden çıkardığı eldivenlerini giydi. Odadan ona ilham olabilecek birkaç obje almak istiyordu. Burayı uzun süredir kimsecikler ziyaret etmemişti. Yanında anı olarak birkaç şey götürmesinden kimseye zarar gelmezdi. Hem zaten çok da bir şey almamıştı: Merhum kızcağıza ait bir tarak, olaylara şahit olduğunu düşündüğü bir aynanın kırık iki parçası ve katilin eylemi gerçekleştirmeden önce ya da sonra terini silmek için kullandığını düşündüğü bir mendil.

 Tüm bunları topladıktan sonra geri geri yürüyerek odanın giriş kapısına doğru geldi. Kendine, bu odaya bir girişinin olduğu gibi bir çıkışının da olduğunu, buraya geliş amacının başka yaratımlara sebebiyet vermekten başka bir şey olamayacağını, bu yüzden gördüklerinin zihninde ve ruhunda karanlık odacıklar yaratmaması gerektiğini hatırlattı. Yazmakta olmanın onun için çeşitli sorumlulukları vardı ve her zaman kendi gölgesinden ilgi çekici hikayeler yaratamayabiliyor, bazı zamanlar onu harekete geçirebilecek bir ilhama ihtiyaç duyuyordu. 

  Sırtı kapıya değdiğinde arkasını döndü. Her şeyin geride kaldığını kendine tekrarladı ve bu lanetli evden hızla çıktı. Ev kentin terk edilmiş mahallerinden birinde, büyük bir bahçenin içindeydi. Görünüşe bakılırsa evin sahipleri bu korkunç çıldırıyı yaşamadan önce varlıklı bir hayat sürüyorlardı. Hayata karşı gösterdikleri umut dolu tavır bahçenin dizaynında kendini gösteriyordu. Lakin ailenin büyük oğlu üniversite eğitimini tamamlamak için gittiği o uzun yolculuktan döndüğünde hayatları kararıverdi. 

 Genç adam ailesinden uzak kaldığı süre içinde kendini tanımlayabileceği birçok gruba katılmıştı. Hiçbirine ait hissedemeyen utangaç mizaçlı bu adam, en sonunda kendini dışarıya kapalı bir okült cemiyette buluvermiş, o zamanın üniversite sıralarında alamadığı cevapları, bu cemiyetin tuhaf fikirlerinde arayamaya çalışmıştı. Böylece evinden uzaktayken bir derin yalnızlıkla bozulan akli dengesi büsbütün delirmeye doğru evrilmişti. Bu delilik içinde öğrendiği, lakin pratikte kimsenin uygulayamadığı bir ritüeli bakire kızkardeşi üzerinde denemeye çalışarak cemiyetteki arkadaşlarının takdirini kazanacağını düşünmüş, kendi kızkardeşine tecavüz ettikten sonra onun boğazını keserek kanıyla bir tuhaf ayin gerçekleştirmişti. Evden yükselen çığlıkları duyan mahalleliyse o sırada şehre gitmiş olan anne ve babasına haber vermiş, telaşlı baba çocuklarının başına bir şey geldiğinden korkarak tüfeğini kaptığı gibi eve koşmuştu. Sonrası bilindiği gibi… 

  Evin bahçesinden ayrıldıktan sonra kimsesizlik içinde sessizleşmiş sokakları yürüdü.  Bir an için tekrardan, böyle alanları terk ederken her zaman hissettiği gibi, bir başkasının acısından nemalanmanın vicdan azabını duydu. Fakat bu hissin yerini ilhamın arzu dolu tırmalayışları hızlıca aldı. Cebinden çıkardığı kurşun kalemi ağzına götürmüş, büyük bir coşkuyla kafasında canlanan hikayeyi havaya yazar gibi sallıyordu. Bu sırada tatlı tatlı mırıldanıyordu: “Bu hikaye yazdıklarımın en ürkütücüsü olacak!”. Mırıldanışlarını bir esrik gülümseme takip etti: “ Bu seferki hikaye çok ürkütücü olacak.”

  Hava çoktan kararmaya başlamıştı. Yüzünü sinsi sinsi yakan güneş, artık kendini göstermiyordu. K. sokağının hemen sağ yanındaki çimlerin arasına daldı. Kimsenin olmadığı bu yerde, yeşiller arasında yürümenin bir mahsuru olmayacaktı. Ayrıca boyuna kadar uzanan otlar arasında çok uzun zamandır pratik etmediği arya parçaları söyleyebilecek, nefes çalışmaları yapabilecekti. Devlet yurdunda kiraladığı o küçük oda bu tarz aktivitelere izin vermiyordu ne de olsa. En küçük mırıldanışında komşusu acı acı duvara vuruveriyordu.

  Hüzünlü bir parçayı yavaş yavaş söylemeye başladı.

 “Sento nel core…”

 Vücudu gevşemişti. İlham bulmanın mutluluğu onu sarhoş etmiş, şarkılar söylemenin coşkusuyla kendini kaybetmişti ki, bir çığlık sesiyle duraladı. Çığlığın gücüyle doğa sessizleşmiş, şarkısı da durmuştu. Bir hayvanın cırladığını düşünerek şarkı söylemeye devam etti.

“Certo dolore…”

 Çok sıkıldığı oyun teorisi derslerinden kaçıp kendi üniversitesinin yakınındaki konservatuara nasıl koştuğunu düşünüp gülümsedi. Derin bir nefes alıp devam edecekken bir kez daha bir çığlık sesiyle duraksadı. Bomboş arazinin bir  diğer ucunda üç adam birbiriyle amansız bir şekilde kavga ediyor, bıçaklar ve baltalar havada uçuyordu.

  Hemen çimlerin arasına saklanarak izlemeyekoyuldu. Önce bir tanesi en küçük boylu olanın boğazını kesti. Bu sırada bir diğeri ise yere yığılan boğazı kesik delikanlının vücuduna sarılıyordu. Sonra, sağ kalan iki kişi birbirlerini yaralayarak güreşmeye başladı.

  Her şey çok hızlı cereyan etmişti. Bu gümbürtünün dinmesi için bir süre çimlerin arasında bekledi. Kafasını kaldırdığında iki adam da gözlerini sıcağa dikmiş, kanlarının içinde ölü bir şekilde yatıyordu.  “Bir miras meselesi olmalı.”, diye düşündü. Uzakta yatan ölü bedenlerin kıpırdamadığından emin olduğunda yanlarına doğru boş bakışlarla yürüdü. Ölülerin tam ortasına meraklı bakışlarla oturdu. Bugün epey verimli bir gündü.

  

  

11 Ağustos 2023 Cuma

Beyaz Oda

 

 Eşyasız, bembeyaz bir odada rahat bir şekilde uzanıyorum. Kimsecikler yok ve ben tavana yapışmış, canlı, kımıl kımıl gözler tarafından izleniyorum. 

  Hayatım bir şekilde gözlemleniyor sanki gereği varmış gibi. Ağzımı su ile doldurup duvara tükürüyorum. Saçma hareketlerim dikkatleri dağıtıyor olmalı. Çünkü söylediklerimin anlaşılmasını istemiyorum. Anlaşılmıyorum, demiyorum. Anlaşılmak istemiyorum. Hep “kendine özgü”, diye haykırıyoruz ya, işte tam da öyle, ıslak toprağı tüm vücuduma bulamışım da olduğum tarafa hiç bakılmıyor gibi. 

  Burada görülecek ne var, anlamıyorum. Burada hiçbir şey yok. Kadının biri hayatının her gününden birkaç saati tren yolculuklarında koparıyor. Ve bu sırada yazıyor. Bazen günde iki kere yapıyor bunu. Hatta birileri, “Deneme türü senin için ne ifade ediyor?”, diye soruyor. Hiçbir şey ifade etmiyor, ben bir şeyler ifade etmeye çalışıyorum. 

  Kalıplar kalıplara biniyor. Ben yanaklarımı iki yanından çekiştirip beyaz odanın içinde koşuyorum. Duvara tükürüklerimi kuş şeklinde fışkırtmışım. Ve gözler daha da hızlanarak beni izliyor tavandan. Hala bu gözlemin bir anlamı yok. Benim “o hayatta”, “oradaki hayatta” bir anlamım yok! Ben kendimi kabul ettim. Duyguların bu tuhaf pornografisi ne zaman bitecek bilmiyorum. İlginç…

10 Ağustos 2023 Perşembe

Yarın

 

  Bugün beni karanlığa çekebilecek hiçbir şey yok. Güneş üstümde tatlı tatlı gülümserken ne yapabilirim ki? Bir de çok özel bir kadının şehrimi ziyaret edeceği bir zaman bu zaman. İyisiyle kötüsüyle söyleyecek sözlerim ve sakladığım kahkahalarım var yarın için. Yarından sonrası tüm dertlerden bir ufak uzaklaşma, küçük bir nefes olacak benim için. Bugünlerde düzenli olarak gördüğüm insanlarla aramda mesafeler istiyorum. Herkesin kendisine ayırdığı, bir ajandaya sığamayacak zamanları olmalı.

  Biliyorsunuz, şehir aniden boşalmış, rengini kaybetmiş gibi gelmişti bir süre önce. Lakin bu şehri renklendiren şeyin ben olduğumu gördüğümde bir eksikliğin izi çabucak silinmiş oldu. İnsan, gitme kararını vermenin, bir yerlerde unutulmuş olmayı kabul etmek olduğunu bilmeli. İçi çok boşluklu, bir şeyleri yaparak, başararak varolan insanlar için bu, çok da büyük bir yara açmamalı. Unutulmak yani… Ne yazık ki, ben unutulmayı sevmiyorum, belki de yaşayarak varolduğumdan.

 Dediğim gibi, bir süre uzaklaşacak, çok derinlerimi arayacağım. Yeni ihtimallerle heyecanlanacak, çocukluğumu sorgulayacak ve en acıtıldığım yerlerden bağlanıp tekrardan kopacağım.

  Sanırım, bu çok özel kadının gelmesinden mutluluk duyuyorum. Çünkü beni bu kadar yargılayıp bu kadar da kabul etmek zorunda olan tek kişi o. Ona ilkönce kalbimdeki yarayı anlatacağım. Ve ona bütün yaramazlıklarımı, bütün o adamları göstereceğim. Beni sevdiğini söylecek her zaman söylediği gibi. Ben yine sevilmeye inanmayacağım. Ama sözlerinin şiirselliği ruhumu okşayacak. Yarın güzel olacak.

 

8 Ağustos 2023 Salı

Sabah


 Tepemde kocaman bir buz kütlesi, beynimi donduruyor. Devamlılığım konusunda sorunlarım var. En uç noktalarıma, takibine saygı duyduğum fikirlere kadar soğudum. Şimdi şu kucağımdaki kütleyi, o kara aleti trenin camına atacağım. Bu saçma ağırlıktan yoruldum. Çözmeye çalıştıkça zihnimdeki dengesizliği, yararlılığın en düşük seviyelerini görüyorum.

 Yazmak dışında rüyalarımı yorumlayabildiğim bir çıkışım yok. Kabusların içindeki ince ayrıntılar hakkında kendimle ,ve yine bir rüyada, son konuştuğumda vücudumu kitleyen bu korkuların nedenlerinde karara varmıştık. Lakin ben hepsini uyandığımda unuttum. 

 O rüyada daha fazla kalsaydım ve rüya içindeki her düşüncem zihnime kazınsaydı şimdi şu tuhaf soğuğa ve asık suratlı insan yığınına rağmen gülümsüyor olacaktım. O evrende gayet açık ve kendimdim, aynı uyanıklıkta olduğum gibi. Yine de oradada zevklerim konusunda bir sorgulama olmuyordu, diyemem. İnsanlar, kendi arabesk dünyaları içinde çok gerçeklermiş gibi benim tanrıların katında geçirdiğim zamandan şikayetçi oluyorlar. İkisi de oldukça dramatik ve uçlarda halbuki. Ayrıca tüm bu sorgu gereksiz. Kuvvetli bir zihin için benim bir ufak barda viski içip kendimle konuşmamda bile bir veri vardır. 

 Sanırım şimdi vücuduma dokunulsa daha korkunç bir soğukla karşılaşılacak. Sokakta zavallı bir köpeğin titreyerek yaladığı kusmuk kadar soğuk ve çıktığı yerden pişman… “Biliyorsun,şayet o kırılma yaşanmasaydı hayatımda, senle ben, gerçek hayatta birbirinden haz etmeyecek iki insan, asla karşı karşıya gelmemiş olacaktık. Ben belki kendime daha az uyanmış olurdum. Ama yemin ederim, aynı havayı solumazdık ki şimdi de bunu inatla reddediyorum.”

 Hayatımın en güvensiz, en tetikte gecesini çığlık çığlığa ışığı bulduğum bir rüyada, kupkuru ve kanamalı bir boğazla geride bırakmış oluyor, uyku içinde trenin yerlerine doğru eriyorum. Ve tüm o umut dolu yazılarımdan daha fazla aslında, hayata sarılıyorum. Gerçeğimden çok daha fazla tiksindiğim ve bu hezeyandan daha hızlı kurtulmak istediğim için.

Sivrisinek

 

  Evdeki sinekleri öldürmek için bahçe bakım ürünleri satan bir markete koşa koşa gittim. Kıpkırmızı gözlerim ve gıcırdayan çene kemiklerimle bu işi çok ciddiye almışa benziyordum. 

  Hemen sinek ilacının nerede olduğunu sordum. Sinirliydim. Çünkü komşumun çöp biriktirme huyu tüm evlerin sineklenmesine neden olmuş, temizlik konusunda hassas birinin, benim canımı oldukça sıkmıştı. Gözlerimdeki hırsı satış görevlisinden saklayarak spreylerin olduğu alana doğru yürüdüm. İşte oradaydı. Üstündeki ölü sinek resmiyle benim ulu kurtarıcım…

  Sinek ilacını sıkı sıkı tutarak, hatta ölesiye sahiplenerek eve doğru yürüdüm. Marketle evimin arası yürüş mesafesiyle on dakikaydı. Lakin ben bu yolu koşarak beş dakikada aşmıştım. Bu sırada telefonda annemle konuşuyor, yapacağım katliamın planını ağzımdan tükürükler saçarak anlatıyordum. 

  Hızla tek katlı binanın merdivenlerinden çıktım. Mutluluktan başım dönüyordu. Bir hafta boyunca çeşitli kimyasallarla evi dip bucak temizlemiş, dengesizleşmiş duygusal dünyamı iyice haşerelerle doldurmuştum. Kapıyı suratımda koca bir gülümseme ile açtım. Hızlı manevralarla, koşar adımlarla terlettiğim yüzüme yapışan saçlarım beni oldukça ürkütücü kılıyordu. 

  Kazağımı yüzüme doğru çektim. Bu çekiş silahıma olan saygımın bir işareti ve alerjik bünyemin acizliğinin bir yansımasıydı. Derin bir nefes aldım. Ve heyecanla spreyi her yere sıkmaya başladım. Bunu yaparken, o saniyeler içinde, binlerce sivrisineğin büyük bir hüzünle birbirlerinin yok oluşunu izlediği düşler gördüm. Geceleri beni uyutmayan, kulağımın dibinde acılı şarkılar söyleyen bu ufak canlılar, bu azıcık aşa sığıntı yaratıklar artık ortalıkta olmayacaklardı. 

  Nefesim beni sıkıştırmaya başladığında hızla evimin kapısını açtım ve dışarı çıktım. Aşağılık bir yapışkanlıktan kurtulmuştum artık. Kendimi iktidarın gerçek sahibi gibi, tam bir insan gibi hissediyordum.


2 Ağustos 2023 Çarşamba

Bitmeyen Övgü

 

  Üzerine yağmur değmiş kupkuru bir toprak, anlatabilir mi bu bağlantının bende, yüzümde yarattığı ifadeyi? Zihin köprülerimi sağlamlaştıran inatçı bir fikir gibi uzakta ama yeterli…Dilimde kalan son söz, en zorlu mücadelelere anahtar olsa bile bu son sözü sana söylemeye harcardım, ey gölgede yanım. Ey ışıklı şahidim, sana ait sıfatları zihnimde işlemek artık düşüncelerim arasında bir başka düşüncemdir. Güvende hissetmenin bir saatine, haftanın bir gününe sıkışmış olsan bile kim sorgulayabilir göğsünde taşıdığın övgülerin yetersizliğini. 

  Dedi, “Sen bana yakışan sıfatları çizdiğin kuşların kanadında buraya gönderemez misin?”. O heyecanlarımı ucuz bir kâğıt gibi soldurdular. Yine de sana tutunarak güveniyorum kahkahalarıma. Öyle ki, hüzünlü bir hikayedeki haklılığına bile yaslanıyorum. Mesafede tutarak ağır sesini, en tutarlı halimde koşuyorum anlattığın o yolu. 

  Şimdi karanlığında gecenin ve rüyaların ötesinin, dinleyerek yorgun ruhumu kaldıran mırıltılı şarkılarını seni anlayacağım. Seni anlayacağım. Seni anlayacağım kelimelerinin beni en çok düşündürdüğü, beni en çok anlattığı yerde. Sana söylemediğim güzelliklerinden, seni bildiğim yerden iyileşeceğim. Seni bileceğim.

30 Temmuz 2023 Pazar

Rüya: 30.07

 

 M. isimli istasyonda, bir bankta uyandım. Neye kızdığımı, kime başkaldırdığımı hatırlamıyordum. Lakin evi bir hışımla terk etmiş, yolumu karıştırmış ve kazayla bu istasyona savrulmuş olmalıydım. Çünkü bu yer bana hiç tanıdık gelmiyordu. 

  Karşımda koskoca bacaları ve kapkara dumanıyla bir sanayi bölgesi yükseliyordu. Ve ben varlığımın dünya üzerinde işaretlediği bu noktayı bulmaya çalışıyordum. Nerede olduğumu anlayabilmek için istasyonun merdivenlerinden aşağı indim. Bacaklarım titriyordu. Bir yorgunlukla trenin son istasyonuna kadar uyumuş, sonra bu uykuyu istasyonun bir bankında sürdürmüş olmalıydım. 

  Uzuvlarımı görmekte zorlanıyordum. İkindi vakti uyumanın tatsız baygınlığına gözlüklerimin olmayışı eşlik ediyor,  görüşümü bulanıklaştırıyordu. Hücrelerim ağırlaşmıştı. Bedenimi zor taşıyordum. Camı kırık telefondan eve dönüş yolunu bulmaya çalışıyor; fakat bir türlü zihnimi toparlayamıyordum. 

  Tren istasyonunun alt geçidi beni sanayi bölgesinin girişine yönlendirmişti. Güneş gözümü parçalayarak, beynimi yakarak dikiliyordu tepemde. Yapıların açık gri ikiyüzlülüğü estetik zevkime işkence ediyordu. Bu bulantının içinde zihnimi toparlayıp eve geri dönebilmek istiyordum.

  Etrafta kimseler yoktu. Tek başıma, nerede olduğumu bilmeden yürüyordum. Tedirgindim. Bilmediğim bu yerin, bu parıltılı günün gerçekliğinden şüphe ediyordum. 

  Ben bu şüphe içinde bir elim omzumda korkuyla etrafı incelerken tuhaf adımlarla yürüyen birilerinin arkamdan geldiğini fark ettim. Ve aniden bu çarpık adımlara şiddetli bir bağırtı eşlik etti. Tok bir erkek sesi, bilmediğim bir dilde birine dişlerini sıka sıka bağırıyordu. 

  Arkamı dönüp baktım. Ufak boylu, bıyıklı, bembeyaz yüzlü bir adam, on-onbir yaşlarında bir erkek çocuğunu, tahminimce oğlunu, ensesinden yakalamış dövüyordu. Öyle bir şiddetle bağırıyor, öyle hırpalıyordu ki zavallıyı, bir yumruğumla yüzünü dağıtabileceğim bu ufak adamdan korktum. Çocukcağızla göz göze geldiğimdeyse gözlüklerinin ardındaki simsiyah gözlerinde alevlenen korkunun, içine düştüğüm dehşeti delicesine haklı kıldığını fark ettim. 

 Kendi vücut hatlarımı bulanık gören gözlerim, tuhaf bir şekilde bu çocuğun yüzündeki ufak izlere kadar görebiliyordu. Hemen onlara arkama dönüp yürümeye devam ettim. 

  Önümdeki beş basamaklı merdivenden inerken titreyen bacaklarımı tutmaya çalışıyordum. Normalde aile kavgaları beni bu kadar telaşlandırmaz. Lakin bu adam çocuğa öldüresiye vuruyor, bağırışları arkamda daha da hiddetleniyordu. Bir ezilme, bir cismin hızla bir tene değmesinin sesiyle kaskatı kesildim. Adam çocuğuna çok sert bir cisimle vurmuş olmalıydı. 

  Kalbim artık göğsümü parçalayacak gibi atıyordu. Bir şeyin bana yaklaştığını hissediyordum. Adam arkamdan geliyordu. Fakat bu sırada da bir şey sürüklüyordu yanında. 

  Başımı yere eğdim. Ve aniden küçük çocuğun baygın bedeninin yanımdan geçtiğini fark ettim. Sonrası yine bir uyanma hali…Bir hastanede uyandım. Başımda korkunç bir ağrı vardı ve yaşlı bir doktor bilmediğim bir dilde benle konuşuyordu. Bu tuhaf rüya bitmek bilmemişti.  

  Şükür ki en sonunda gerçekten, gerçeklikte uyandım. Kafamdaki sızıyı hala hissedebiliyordum. Çok garip bir rüya görmüştüm. Yüreğim hala kapkara… Bu kabusa bir anlam vermeye çalışıyorum.

28 Temmuz 2023 Cuma

Cuma Yorgunluğu

 

  Kahvenin kokusu genzime işliyor. Duygusu hızla değişen gökyüzü ağlamak ile gülmek arasında gidip geliyor. İnsanlar da bu dengesizlik içinde kaybolmuş durumda. Bilmesi gerekenler bilmeyene soruyor çözümleri. Ben de içimde biriken sessizlik, yeniliklerin yarattığı, heyecandan öte, yorgunlukla sandalyeye çakılmış oturuyorum.

  Anlatmak istiyorum. Kamerayı açıp saatlerce boş boş konuşma hevesim var. Sonrasında kendimi izleyip sorularıma ve sorunlarıma cevaplar bulabilirim belki. Neden kendimi bu kadar boşlukta hissettiğimi, dolması gereken çatlakları, yani aslında kendime vermem gereken çokça nasihat ve sevgi olduğunu biliyorum. Kendimi özlüyorum. Sanki çok uzun zamandır kendimden kaçıyorum. 

 “Dilba, sana sarılmaya çok ihtiyacım var. Sana sıkı sıkı sarılmak, seni güldürmek, seni hissetmek istiyorum. Seni aramaktan vazgeçemem ben. Sen, bensin. Sana kızamam, seni görmezden gelemem. Bunu hiçbir şey için yapamam. Seni seviyorum.”

  Kendime bunları söylerken çok sık yakalıyorum kendimi. Tuhaf bir tıkanmışlığım var sanki. Şayet başlarsam arzu ettiklerimi yapmaya, kendimi tutmaya, sınırsız mutluluklar içinde yüzeceğim, biliyorum. İnsanlar, sevdikleri yanındayken en yüce dalgalara, harlanan yangınlara ve dağılan göğe karşı bile dimdik durabilirler. Ben, kendimin yanındayım işte. Ve benle olmaktan da inanılmaz keyif alıyorum. Sadece bedenen ve ruhen biraz yorgunum. Bu yorgunluğun çok normal olduğunu da biliyorum. Çünkü hiç durmadan savaşıyor, üretiyorum. Ayrıca bunların hepsini çevresel faktörlere, insanlara rağmen yapıyorum. Bütün bunları takdir etmem gerektiğinin farkındayım. Sadece özlem çok ağır olabiliyor bazen. Ve ben tutkuyla gülümsediğim anları, kahkahamın gümbürtüsünü ve varlığımı kutsadığım danslarımı özlüyorum. Kendime sarılıp uyumayı özlüyorum.

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Kajetana

 

 Sapsarı binanın içinde, kendimi iki tahta arasına sıkıştırmış, sessizce oturmaktaydım. Bembeyaz sütunlar, yüzü yerde, kanatları saklı heykeller ve mermeri gerçek yapan ustalık eseri çiçeklerle çevrelenmiştim. 

 Koskoca, abartılmış bir beyazlığın içinde üzeri ışıklandırılmış bir yağlı boya resim bir de pespembe giyinmiş ben vardım rengi olan. Turuncu, kahverengi ve kırmızının birbiriyle sakin geçişler yaptığı bu çarpıcı yağlı boya resimde inanılmaz derecede gerçekçi ve insani bir an betimleniyordu. Aşırılaşmış ilahiliğin içinde bu görüntü sırıtıyor, büyük bir çelişki yaratıyordu. Bense kutsal olanla zıtlığım sebebiyle çoktan komedisi yerinde bir tehlikeydim.

  Bir an için etrafta dolaşan, aynı derece soluk ve beyaza kaçmış insanların bu huzurlu izleyişin içinde var olmamasını istedim. Beni büyük bir sakinlikle gülümseten bu tasviri, kimsenin çirkin gürültüsü olmadan izlemek istiyordum. 

  Sessizliği büyük bir hınçla arzuladığım bir anda iç sesim bana, “Seninki nerede?”, diye sordu. Şaşırmıştım. Kendi kendime, “Benim ne?”, diye sordum. Normalde iç sesim benimle daha keskin konuşur, bana büyüdüğüm evin acımasız düşüncelerini yansıtarak emirler verirdi. Ama bu sefer naif, hatta tatlı denilebilecek bir şekilde ifade ediyordu kendini.

  “Seninki işte. Bak, bu kadının oğluna veyahut eşine, her neyiyse işte, bir otorite tarafından el konulmuş. Genç adam kadınla olduğu, kadından olduğu için önce yargılanmış ya da kendini yargılamış, sonra da baskılara karşı koyamayıp o otorite tarafından yanına alınmış, o otoriteye dönüşmüş ve bir daha kadına gerçekten hiç dönmemiş. Sen de bunu yaşamıyor musun? Bak, sen de oldukça insani ve dünyaya aitsin. Ne kutsal ruhla ne de baba olmakla alakan var. Terleyen etlerine bakılırsa bir kurum gibi de görünmüyorsun. Senin safında olmak günah! Cehennem gibi sonu bilinmez bir tehlike gibi durmuyor musun?”

  Tedirgin bir ifade ile elimi yüzüme koydum. Artık beyazlığın içinde kıpkırmızı, sımsıcak oturuyordum. Bilincimden şüphe duyduğum günler için pişman oldum. Kendimle bu şekilde iletişim kurduğum için varlığıma teşekkür ediyordum. Her ne kadar söylediğim bu doğrular kırıcı olsa da farkındalığımın kızgın bir demir gibi buzun içinde çıkardığı cızırtıları duyabiliyordum. 

   Yavaşça ayağa kalktım. Şaşkınlığımın içinde dağılıp bacaklarımı örtmeyi bırakan elbisemi yavaşça aşağı indirdim ve kiliseden çıktım.

17 Temmuz 2023 Pazartesi

Kafa Koleksiyoneri

 

 Depodaki son bedeni de başından kurtardığında yavaşça baş kesme tezgahından kalktı. Kopan başı hızlıca, keskin bir koku yayan ve içinde türlü kimyasalların bulunduğu baş şişeleme cihazına koyduğunda saat akşam yediyi geçmekteydi. Çırağına başsız bedeni işaret ederek ortalığı temizlemesini salık verdi. O gün olması gerekenden fazla çalışmışlardı.

 Cihaz hızlı bir şekilde, şık bir kavanozla şişelenmiş taze başı orijinal paketiyle hazırladı. Bu son teknoloji baş şişeleme cihazını üç yıllık birikimiyle almıştı. Kesik başı etrafına saçılan damarlardan ve türlü kalıntıdan kurtarmakla birlikte, koleksiyonerine şişeleme ve şık bir paketleme de sunan bu cihaz, son üç ayki kazancını üçe katlamıştı. 

  Acele bir şekilde, şişelenmiş başı dükkanın vitrinine, diğer erkek başlarının yanına yerleştirdi. Türlü takıntıları olan bu çalışkan adam, kadın başlarıyla erkek başlarını asla aynı vitrine koymaz, çocuklarınkini ise özel bir camekanda sergilerdi. Bu titizliği onu, diğer kafa koleksiyonerlerinden ayırıyor, müşterilerinin ona saygı duymasına neden oluyordu.

 Bay F., 20 yıldır kesintisiz olarak kafa koleksiyonerliği yapıyordu. İşinde ustalaşmasındaki nedenlerin arasında birçok kafa müzayedesine katılmasının, çalışkanlığının ve gelişmiş ticari zekasının yanında çocukluktan getirdiği özel bir yetenek de vardı. 

  Büyük Nefes Salgını başladığında 7 yaşındaydı ve ailesi şehrin kenar mahallelerinden birinde yaşadığından ölülerin toplanmadığı o uzun günlerde cesetleri evlerinin camından izleyebiliyor, güzelliklerine göre kategorize edebiliyordu. Bu sayede ölüler üzerinde epey kıymetli bir estetik duygusu geliştirdi. Salgının başlangıcından tam sekiz yıl sonra akıllı bir emlak baronunun milyonlarca ölüyü “sanatsal bir bakış açısıyla” değerlendirme fikri üzerine başlayan kesik baş koleksiyonerliği furyasıyla bu yeteneği değer kazanmış oldu. Kendisini çok seven ve yeteneklerinin farkında olan ebeveynlerinin de sayesinde insan ölümlerinin en fazla olduğu bölgelerde inceleme yapma ve koleksiyonerliği ustalarından öğrenme fırsatına erişti. Böylece “Bay F.’nin Süslü Başları” isimli kesik baş dükkanının temelleri de atılmış oldu.

 Bay F., diğer koleksiyonerlerin aksine, başları sadece müzayedelerden ve baş pazarlarından toplamıyor, aynı zamanda ve bugün olduğu gibi, seçtiği eşsiz cesetleri dükkanına toplatıyor ve müşteriye kendisi hazırlıyordu. Böylece başa çok zarar vermeden ve çok da çürütmeden şişelemeyi gerçekleştirebiliyor, başları karakteristik özelliklerine göre farklı parfüm ve kavanozlarda şişeleyebiliyordu.

 İş kıyafetlerini sakince çıkardı. Çalışmaktan boynu tutulmuştu. Onları dükkanın deposunda bulunan çamaşır makinesinin içine yerleştirdikten sonra, eşinin her sabah huzurla ütülediği gömleğini ve bej renkli pantolonunu giyip son kez dükkanı kolaçan etti. Üstünde altın işlemeler ve kendi ismi olan oksijen maskesini büyük bir gururla taktı. Bir sonraki gün yapılacak işleri kafasına kazıdıktan sonra dükkandan çıktı. 

  Hava oldukça soğuktu. Keskin rüzgarı, üzerindeki kalın palto güçlükle karşılıyordu. Kafa Koleksiyonerleri Caddesinde çok az kişi vardı. Turist sezonu kapandığından çoğu koleksiyoner dükkanlarında ancak güneş batana kadar duruyordu. Oysa onun müşterileri, sezon fark etmeksizin, dünyanın her yerinden geliyor, dükkanının duvarlarını şarkıcıların, politikacıların ve birçok tanınmış simanın kafa satın alırkenki fotoğrafları süslüyordu.

  Caddenin sonuna varıp şehri küçük bir kasabaya bağlayan köprüye doğru yürüdü. Bu köprünün altında, nadir de olsa, açlıktan veyahut salgından ölmüş evsizlerin arasında güzel cesetler bulabiliyordu. 

  Cesetlere ve cesetlerin yanında titreyerek uyuyan bedenlere dikkatle bakarak köprüye yaklaştı. Kayda değer bir ürün fırsatı görmüyordu. İç çekerek yürürken bir anda tiz bir sesin ağır ağır söylendiğini, hatta inlediğini duydu. Başını yavaşça sesi duyduğu yere doğru çevirdiğinde yüzü bembeyaz kesilmiş, güzel mi güzel bir kız çocuğunun ateşler içinde kıvrandığını gördü. Heyecanlanmıştı. Çünkü beyaz kız çocukları, satışını en çok yaptığı ürünlerden biriydi.

  Adımlarını hızlandırarak nefesinde boğularak öksüren zavallı çocuğa doğru yürüdü. Çocukcağız tüm gücüyle nefes almaya çalışıyor, ciğerlerinde hızla üreyen o yapışkan böcekler, her nefes verişinde daha da canını acıtarak ciğerlerinden sökülüyordu. 

  Koleksiyoner, çocuğun yattığı yere doğru yavaşça eğildi. Çocuk, hastalığı nedeniyle etrafında olanları, başında bekleyen adamı fark edemeyecek kadar acı çekiyordu. Zavallı bir süre daha kıvrandı ve içinde bulunduğu sefaleti kaldıramayan ruhu, küçük bedenini büyük bir huzurla terk etti. Bay F. de ölünün başında hızlıca bir dua okudu. Bu ritüeli asla aksatmaz, eriştiği her ürünü saygıyla kutsardı. Bu küçük kız çocuğu, taze bir şekilde şişelenecek ve ona piyasanın çok üstünde bir fiyat biçilecekti. Bu yüzden duayı diğerlerinden uzun tuttu.

  Saatini tekrardan kontrol ettiğinde akşam sekize yaklaşıyordu. Gün boyu çok yoğun çalışmasına rağmen bu ürünü tazeyken şişelemenin önemli olduğunu düşünerek cesedi sırtlanıp dükkana geri döndü. Çırağı çoktan dükkanı terk etmişti. “Dükkandan çıkmamı kolladın değil mi tembel hergele!”, diye söylenerek dükkanın kapısını açtı. Küçük bedeni hızla baş kesme tezgahına yatırdı. Üstünü değiştirmekle vakit kaybetmek istemediğinden çırağının çalışma masasının üzerine alelade bıraktığı önlüğü giydi ve cesedi masanın ucuna sabitlenmiş boyun kesme ünitesinin üzerine yerleştirdi. 

  Bay F., bu işlemin en fazla on dakikasını alacağını düşünüyor, homurdanan açlığına aldırmadan çalışıyordu. Lakin işler hiç de istediği gibi gitmedi. Her nasılsa boyun bir türlü baştan ayrılmıyor, sanki kesildikçe boyunla baş arasında yeni et ve damarlar oluşuyordu. Hayretle boynun her yanını inceliyor, başka açılardan kesmeye çalışıyor; fakat bir türlü başarılı olamıyordu. 

  Böyle saatlerce uğraştı. Çalışma masasının yanında duran, çok uzun yıllardır açmadığı, yalnızca müşterileri etkilemek için orada tuttuğu anatomi kitaplarını karıştırıyor, eskiden kullandığı cihazları deniyor, bir türlü başı gövdeden ayıramıyordu. Terler içinde, kokmaya yüz tutmuş cesedin yanında uyuyakaldı. Fakat sonraki gün soluğu diğer koleksiyonerlerin dükkanlarında ve baş kesim evlerinde aldı. Duyan duymayan cesedin başına üşüşüyor, türlü yöntemlerle başı gövdeden koparmaya çalışıyordu. Bu sırada ceset iyice çürüyor, değerini kaybediyordu. Böylece günler geçti ve baş sektörü, yaşadığı bu esrarengiz olayla birlikte küçük kızın boynuyla uğraşmayı bırakıp istediği ürünü alamadan cesedi öğütücülerdeki diğer bedenlerin yanına koyarak vazgeçti. Ne de olsa fakir başı tükenmek bilmiyordu. 




  

16 Temmuz 2023 Pazar

Kilisedeki Dehşet

 Dalgalardan sıçrayan damlaların yüzüme çarpması ile irkildim. Karanlık tüm şehri sarmış, bütün gürültüsüyle etrafta dolaşan turistler çoktan bir sonraki günün enerjisini depolamak için uykuya dalmışlardı. 

  Saatlerdir Zadar’ın ünlü Deniz Org’unda oturuyorduk. Arkadaşım yanımda uyuyakalmıştı. Kocaman elleri suyun içinde yüzerken güzel perçemleri alnına bir baygınlıkla yapışmıştı. Bir sonraki gün yapacağımız ada turu için dinlenmemiz gerektiğini düşündüğümden onu uyandırdım. Sarhoşluğu güneşten yanmış yanaklarına yerleşmişti. 

 Genç adamı yavaşça ayağa kaldırdım. O kadar sarhoştu ki, az daha denize düşüyorduk. Buna rağmen tütününün bittiğini, almamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Ona yarın alabileceğimizi söylesem de ısrar ediyordu. Lakin ben onu şehrin merkezine kadar bu sarhoşluğuyla taşımak istemiyordum. Bu yüzden ona, konakladığımız, oldukça eski ama sevimli, olduğumuz yerden beş dakika uzaklıkta olan  otele gitmesini, benim istediği tütünü hızlaca ona getireceğimi söyledim. Genç adam biraz dirense de vücudunda ağırlaşan uyku sebebiyle teklifimi kabul etti. 

  Sokak lambalarının altından sallanarak geçişini bir süre izledim. Otele yaklaştığına emin olduktan sonra Roma Forumu denilen şehrin tarihi bölgesine doğru yürüdüm. Burada milattan sonra 9. yüzyılda inşa edildiği düşünülen eski bir kilise, Aziz Donat Kilisesi, ve bir kule bulunuyordu. Ayrıca içinde sütunların da olduğu, 3. yüzyıldan kalma diğer tarihi buluntular ise kilisenin girişindeki alanda sergileniyordu. İnsanın kendisini geçmişin bir noktasında çakılı hissettiği bu meydandan geçtikten sonra sizi, şehrin olağan sokakları karşılıyordu. Tütüncü de tam burada bulunuyordu.
 
  Tütün dükkanın kapanmasından endişe ederek hızlı adımlarda tarihi bölgeye doğru yürüdüm. Gündüzün aksine, tüm o loş ışıklar ve denizin sesiyle bu bölge oldukça mistik görünüyor, eskinin estetiğinin büyüsü insanı mest ediyordu. 
 
 Yavaşça denizi izlediğim kaldırımdan uzaklaşıp caddenin karşısına geçtim. Turistleri kazıklamak için uçuk fiyatlara verilen birçok ürünün satıldığı tezgahlar çoktan toplanmış, sergilenen sütunlara uzanan merdivenler boşalmıştı. Merdivenleri ağır ağır çıkıp sütunların olduğu bölgeyi hızla geçtim. Kilise tüm bu alanın sol ucunda, kuleyle yan yana duruyordu. 

  Güzelliğine hayran kaldığım kiliseye yaklaşınca biraz yavaşladım. Duvarlarının tabanından yükselen ışıklarla insanı büyülüyordu. Tütüncüye doğru yöneldiğim sırada kilisenin içinden insana oldukça huzur veren ilahilerin yükseldiğini duydum. Bu beni çok mutlu etmişti. Belki de bir gece ayinine denk gelmiştim. Böylece tütüncüden alışverişimi yaptıktan sonra bu ayine katılabilir, bu güzel ilahileri dinleyebilirdim.

  Koşar adımlarla tütün dükkanına doğru yürüdüm. Dükkanda yaşlıca bir adam, sıcaktan bunalmış bir şekilde oturuyor, önündeki telefonda her ne izliyorsa ona odaklanmış bir şekilde iç çekiyordu. 

  Geldiğimi fark edince bozuk ingilizcesiyle ne istediğimi sordu. Konuşmaya pek de istekli olmadığından, aklımdaki soruyu, kilisedeki ayinin ne olduğunu sormadan hızla tütünün parasını ödeyip çıktım. Tütün paketini küçük çantama sıkıştırdım. Elimde tütünle kilisedekilere saygısızlık etmek istemiyordum. 

 Kiliseye doğru yaklaştığımda ilahi biraz önceki huzurlu halinden çıkmış, daha iç karartan bir mırıltıya dönüşmüştü. Yine de izlemeye değer olduğunu düşünüp kilisenin ağır kapısını yavaşça araladım. Kilisenin duvarlarına asılı mumlar girişteki daire şeklindeki alanı hafif hafif aydınlatıyordu. Duvar mumluklarını önceden fark etmemiş olmama şaşırarak heyecanla girişteki merdivenlerden çıktım. 

  İçeride bir tiyatro oynanıyor olmalıydı. Orta yaşlarda birçok adam Roma dönemindeki kıyafetleri andıran kıyafetler giymiş, şaraplar içiyor, ilahi olmadığını anladığım tuhaf müzikler eşliğinde sohbet ediyorlardı. Kalabalık sebebiyle kilisenin tam ortasındaki alanı göremediğim için bu tiyatroyu ya da kostüm etkinliğini daha rahat izleyebilmek amacıyla kilisenin yukarı katına uzanan beyaz, çıkması zahmetli merdivenlerden yukarı çıktım. 

  Bu sırada yanımdan geçen kostümlü adamlara gülümsüyor, Zadar’daki kültürel etkinliklere hayran kalmış bir şekilde, tüm bunları Münih’te neden yapmadığımızı sorguluyordum. Bu sorumun cevabını daha sonra, Münih’teki aklı selim zatlardan, yaşadığım çıldırıya bir çözüm bulmaya çalışırken alacaktım. 

  Merdivenleri nefes nefese çıktım. Basamakların bitiminde beni karşılayan, tellerle örülmüş, Zadar’ın güzel manzarasını önüme seren geniş balkonu geçtim. Bir çok adam, kilisenin orta alanını rahatlıkla izleyebilecekleri kat balkonundan aşağıya bakıyor, bir şeyler söylüyorlardı. 

  Bu etkinliğe hiçbir kadının katılmamasına şaşırmıştım.  Kilisedeki tek kadın olarak dikkatleri üzerime çekmekten biraz çekiniyordum. Lakin tuhaf bir şekilde insanlara gülümsememe, onlara selam vermeme rağmen bu katılımcılar tarafından görülmüyor gibiydim. 

  Tuhaf bir iç huzursuzluğuyla gümbürtüyü andıran bir müzik eşliğinde kat balkonundan aşağıya baktım. Gördüğüm manzara karşısında şaşkınlık içinde donakaldım. Yanlış zamanda, yanlış yerde olduğum açıktı. Kilisenin ortasında birkaç genç erkek, orta yaşlı veyahut yaşlı diyebileceğim birçok erkekle, insanı oldukça rahatsız edecek şekilde seks yapıyordu. 

  Bu sözlerimin yanlış anlaşılmasını asla istemem. Homoseksüel birlikteliğin, heteroseksüel olan kadar normal ve doğamıza ait olduğunun farkındayım. Lakin bu şey her neyse, bir cinsel birliktelikten çok, bir işkenceyi, bir istismarı yansıtıyordu. Öncelikle genç erkeklerin yaşı oldukça küçüktü. Daha yeni ergenliğe girmiş gibi görünüyorlar, içimdeki annelik içgüdüsünü uyandırıp onlara üzülmeme, acımama neden oluyorlardı. Yaşlı erkekler ise hayvani bir şekilde sıra sıra diziliyor, zavallı bedenleri sanki deşiyorlardı. 

  Büyük bir nefret ve kızgınlık içinde telefonuma sarılarak merdivenlere koştum. Hırvat polisinin veya devlet birimlerinin böyle korkunç bir istismara nasıl göz yumabileceğini düşünerek söyleniyordum. Varlığımı bile fark etmeyen ve fark etmemelerinden memnum olduğum bu pis insan mahluklarını aşıp kilisenin girişine doğru titreyerek geldiğimde kapıda gözlerini bana dikmiş bir şekilde bakan, çuval bezini andıran bir kıyafet giymiş, ürkütücü bir adamın varlığını fark ettim. Adam kapının önünde duruyor, griye çalan yüzü, tek bir mimik dahi göstermiyordu. 

  Oldukça kızgın olduğum ve başıma ne gelirse gelsin bir çocuğun istismar edilmesine göz yumamayacağım için sert bir hareketle adamı eskilikten dökülmek üzere olan elbisesinden tutup çekiştirdim. Yerinden kıpırdatamıyor, korkunç iniltilerin yükseldiği kiliseyi sarsacak şekilde çığlıklar atarak adamı kapıdan uzaklaştırmak için çaba gösteriyordum. Adamın soğuk ellerinin boynuma dolanmasıyla kaskatı kesildim. 

  Elleri öyle soğuktu ki tenimi yakıyor, kesilen nefesimden daha çok acı veriyordu. Artık beni görmezden gelen tüm o yaşlılar ve genç erkekler bana bakıyor, soğuk benizleri ve derin gözleriyle beni tehdit ediyorlardı. Boğazımı sıkan adamı durdurabilmek için o soğuk ellerinden birine dokunduğumdaysa kendimde asla çözemeyeceğim sorunların başlangıcı olan o korkunç olay vuku buldu. 

  Boğazımı sıkan o eller, üzerinde tek bir deri veya et parçası kalmayana kadar çözündü. Diğer erkekler de tüm canlılık belirtilerini kaybettiler. Kilisede dimdik ayakta duran iskeletler bana doğru koşmaya başladılar. Çığlıklarım artık anlayabildiğim bir dilde yankılanan tuhaf bir sözcük tarafından bastırılıyordu:

“Damızlık, damızlık, damızlık…”

 Üzerime çullanan kemik yığınlarını aşarak kapıyı açtım. Kiliseden çıktığım gibi şehrin içine doğru haykıra haykıra, gözyaşları içinde koşmaya başladım. Kaçmama rağmen iskeletlerin gürültüsü, aynı kelimenin ardımdan bağırılmasıyla beni takip ediyordu.

“Damızlık…”

 Bilinçsiz bir şekilde şehrin ara sokaklarını aştıktan sonra kaldığımız otele ulaşabildim. Ardıma bakmaya korkarak otel merdivenlerini hızla çıkıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak odaya girdim. Kapıyı öyle büyük gürültüyle kapattım ki, arkadaşım derin uykusundan uyandı. Korkunç bir titreyişe teslim olmuş, düğümlü boğazımı tuta tuta olanları arkadaşıma anlattım. 

  Oldukça alaycı bir ses tonuyla bana, “Ben sana, seni yalnız bırakmamam gerektiğini söylemiştim. Yanında bir erkek olmayınca dışarıda korkmuşsundur.”, dedi. Tüm bu sözler köken aldığı kültürün, sanıldığının aksine, acı bir şekilde hala bu şehirde, bu kıtada yaşamasından güç alıyordu. 
  


  

14 Temmuz 2023 Cuma

Kuyunun Dibinde: Bölüm 2

 

  Tekmeleyerek açtığım yarıktan karanlığa doğru hızla düştüm. Kapı yüksek bir platformun üzerinde olmalıydı veyahut belirsiz derinliklere uzanan bir merdivene açılıyordu ve ben tekmelemenin etkisiyle bu merdivene hiç kavuşamadan aşağıya düşmüştüm. 

 Her yer kapkaranlıktı. Kuyudan kendimi kurtarmadan önce duyduğum, o kabaran sesler artık duyulmuyordu. Önümde uzanan simsiyah boşluğun içinde yavaşça sürünmeye başladım. Dizlerimin acısı katlanılmaz bir haldeydi. Yine de bilinmezliğin içinde süzülmenin korkusu durmama engel olmuyordu. 

 Nerede olduğumu bilmiyordum. Böylece ışığın varlığını unutmuş bir şekilde aynı istikamete doğru süründüm. Kısa bir süre ilerledikten sonra bir duvara ulaştım ve taş yüzeyine tutunarak ayağa kalmaya çalıştım. Bacaklarım güçsüzlük içinde titriyordu. 

  Ellerimle yoklaya yoklaya duvarı takip ettim. Anladığım kadarıyla daire şeklinde kocaman bir salonun içindeydim. Bu daireyi tamamlayarak bir kapı bulmaya çalıştım. Bulmak zorundaydım. Çünkü bu yeraltı yapısından kurtulmanın tek yolu, kendimi büyük bir zorlukla kurtardığım o kuyu olmazdı. Olmamalıydı.

 Sadece kendi nefesimi duyduğum o ürkütücü karanlığın içinde duvara yaslanarak yürüdüm. Ellerimle her yeri yoklamaya çalışıyor, baş hizamın yukarısında herhangi bir açıklık, bir tünel olması ihtimaline karşın ellerimi yüzeyde gezdiriyordum. Ayaklarımı bir yükseltiye çarpmamla, daha başta tahmin ettiğim, kuyu kapısından salona uzanan merdivenin basamaklarının üstüne yığıldım. 

 Daireyi tamamlamıştım. Bu koca salon, insanda dev bir yaratığın yekpare bir taşı oyarak oluşturduğu küçük bir alan olduğu izlenimini yaratıyordu.

  Hızla merdivenin taştan duvarına dokunarak bir kapı aradım. Tek çıkışın geldiğim kuyu olmaması için dua ediyordum. Merdivenin her köşesini dikkatle kontrol ettikten sonra boğazıma büyük bir acıyla oturan ümitsizlikle yıkıldım. Kuyu bu korkunç karanlığın tek çıkışıydı. Ve bu çıkış beni, yerin altında ölmekle ile kuyunun ucunda bekleyen iki insan azmanı tarafından öldürülmek arasında bir seçim yapmaya zorluyordu. 

 Ölmekten başka bir kurtuluşun olmadığını tüm varlığımda hissederek inlemeye başladım. Yara bere içinde kalmış, belki çok da uzun süre hayatta kalamayacak bedenime sarılarak gözyaşı döküyordum. Hüznün üstüme bastırdığı o ağır uyuşma ile fütursuzca salonda yürüdüğüm bir anda, ayağımın kaymasıyla derin bir havuzun içine düşmem bir oldu.

 Korku içinde çırpınıyor, bir şeye tutunmaya çalışıyordum. Belki de dakikalarca telaş içinde debelendim. Yorgun zihnim bana sakinleşmem gerektiğini, şayet böyle devam edersem boğulacağımı söylese de kendimi duramıyordum. Karanlığın içinde kocaman açılmış ama işlevsiz kalmış gözlerim ve tükenen nefesimle yavaşça kendimi içinde bulunduğum sıvının kuvvetine bıraktım. Artık bir şeyin üzerinde yüzüyordum. 

 Bu sıvının su olmadığını anlamıştım ve tanımlamaktan korkuyordum. Yine de havuzdan yükselen kokunun tanıdıklığı, kaybolmuş düşüncelerimi toparlamama yardımcı oldu. Böylece dilimi yavaşça dudaklarıma değdirdim. Bir şarap havuzunun içine düşmüştüm.  

 Ağır ağır yüzerek tutunabileceğim bir yer aradım. Anladığım kadarıyla orta büyüklükte bir salonun içindeydim. Bu da bana havuzun çok da büyük olmadığını gösteriyordu. Lakin belliki telaşla çırpınırken havuzun ortasına doğru gelmiştim. Bu yüzden havuzun kenarlarını bulmakta zorluk çekiyordum. 

 Yavaşça yüzmeye devam ettim. Sakinleşmeye çalışıyordum. Kendime sakinleşme konusunda telkinde bulunurken şarapta hareket etmeye çalışan ayaklarımın sert bir cisme çarptığını fark ettim. Havuzun hala kenarlarına ulaşamamıştım. Ayağımı tekrardan o cisme dokundurmaya çalıştım. Ne olduğunu anlayamayınca temkinli bir şekilde kendimi şarabın içine ittim. Yüzeye saplanmış soğuk bir demir parçasına dokunuyordum. 

 Tekrardan yüzeye çıkıp derin bir nefes aldım. Bu demirin orada ne işi olduğunu anlamak, havuzun derinliğini öğrenebilmek için dalmaya çalıştım. Fakat bedenim çok yorgundu ve böyle bir manevrayı alabilmek için yeterli gücü gösteremediğimden sert bir şekilde demir parçasına çarptı. Bu hızlı çarpmanın, hayatımda bir daha asla unutamayacağım korkunç, tanımlaması imkansız manzaralar görmeme neden olacağını asla tahmin edemezdim. 

 Demir parçası yerin daha da derinine açılan bir başka kuyunun veya deliğin kapağını açıyor olmalıydı ki büyük bir çekim kuvvetiyle şarap havuzunun altına doğru çekildim. Çekildiğim bu delikten, havuzun taşıdığı şarap kütlesiyle birlikte, her yanı meşalelerle aydınlatılmış daha büyük bir salonun içinde uzanan geniş bir şarap ırmağının içine düştüm. 

 Bu ırmak tavandaki birçok delikten aşağı akan şarapla besleniyordu. Bu da bana, geldiğim salondan başka salonların da olduğunu, daha kötüsü bu salonlardaki havuzların, benim düştüğümün aksine sınırsız şarapla dolu olduğunu gösteriyordu. Çünkü ırmak, güçlü bir şekilde salonun içinde dolanarak sonunu seçemediğim bir yere boşalıyordu.

  Düşmenin etkisiyle dibine kadar ulaştığım ırmağın yüzeyine ağır ağır yüzdüm. Görebiliyor olmaktan mutluydum, fakat görünüyor olmaktan korkuyordum. Irmağın içinden köpek havlamaları duyuyor, bunun beni yaklaştıracağı sondan tedirgin, nefesimin son zerrelerini zorluyordum. 

 Yavaşça kafamı şarabın içinden çıkardım. Gözlerim vücudum gibi yanıyordu. Ayrıca gözlüğüm de şarabın içinde kaybolmuştu. 

  Bu koca yeraltı odasının -ki bir futbol sahası büyüklüğündeki bu alanı nasıl tanımlayacağım konusunda zorluk çekiyorum- taş duvarlarından aşağı sarmaşıklar uzanıyor, etrafı aydınlatan meşalelerin ateşi nereden geldiği anlaşılmayan bir rüzgar ile titriyordu. 

 Kendimi büyük bir ağrı ile ırmağın içinden çıkardım. Şarap vücudumdaki yaraları adeta pişirmişti. Etrafta benden başka kimsecikler yoktu. Sadece güçlü havlamalar duyuluyordu.   Birileri cesedimi arıyor, diye düşündüm. 

 Dakikalarca oturduğum yerde bulunduğum durumu anlamaya çalıştım. Tüm bu olanları neden yaşadığımı bilmiyor, bir çare bulmaya çalışıyordum. Bir anda izlendiğim hissine kapılarak irkildim. Öyle ki, bir şeyin ensemde nefes aldığını hissedebiliyordum. 

 Yavaşça arkamı döndüm. Simsiyah, kocaman bir köpek bana bakıyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Yüz hatları bir köpekten çok bir insanı andırıyor, vücudunun geri kalan kısmı güçlü bir köpeğin tüm özelliklerini yansıtıyordu. 

 Kendimi savunabilmek için ayağa kalktım. Fakat güçsüz kalan vücudumun bu iri yaratık karşısında kendini savunabilmesinin imkanı olmadığını biliyordum. Gözlerimi hayvanın gözlerinden ayırmadan hareketsiz kaldım. Şimdi düşündüğümde bu davranışın benim için ne kadar hayırlı olduğunu kavrayabiliyorum. Çünkü dikkatle baktığım bu gözleri çevreleyen deri, et ve kemiklerin gök gürlemesini andıran bir gürültüyle şekil değiştirmesini izlemenin beni daha büyük bir hezeyanın içine sürükleyebileceğini biliyorum. 

  Artık karşımda simsiyah saçlarıyla upuzun bir kadın yükseliyor, beni içinden çıktığı hayvan kadar korkutuyordu. Hareketleri anlaşılamaz, insan aklı tarafından çözümlenemez şekilde hızlıydı. Öyle ki, bu hızla vücudunun ne tarafa döndüğünü, yönünün neresi olduğunu kavramak mümkün olmuyordu. Sabit bir şekilde ayakta durmasına rağmen sanki bedeninin tüm uzuvları, kolları ve bacakları başının etrafını sarmış bir yılan ordusu gibi etrafında dönüyordu. 

  Yaratık hızlı varlığının içinden yavaşça bana doğru yürüdü. Duvarların ardından yükselen havlamalar kulak zarımı yırtıyordu. Buna rağmen gözlerimi kadının kıpkırmızı gözlerinden ayırmakta zorluk çekiyor, hareketsiz bir şekilde onu tanımlamaya çalışırken benliğimde oluşan bozulmayı hissedebiliyordum. 

“Aşağıda kalan parlak yarımızı yukarı taşı!”

 Korkunç suratını yüzüme doğru yaklaştırırken kıpırtısız dudakları bunları fısıldıyordu. Bana yaklaşmak için o uzun vücudunu o kadar eğmişti ki, yüzünün ardından yükselen kamburunda hızla hareket eden kemiklerini görebiliyor, griye çalan, simsiyah tüylerle kaplı derisinde nefes alan gözenekleri sayabiliyordum. 

 Yalvarır bir ifade ile gözlerinin içine tekrar baktığımda bana gülümsedi. Sonra bu gülümsemeyi ani bir şekilde yüzünden silip ağzını açmaya başladı. Ağzı genişledikçe genişliyor, beni yutacakmış izlenimini veriyordu. 

 Ağzı bir kulaç kadar açıldığında içinden çırpınan, kana bulanmış bir et parçası düştü. Titreyen et parçasına bakıp onun küçücük, siyah bir köpek yavrusu olduğunu fark ettiğimde dehşetle çığlık attım. Ben, çığlık çığlığa vücudumu yumrukladıkça, ağzından büyük-küçük, farkı türde tonlarca köpek cesedi düştü. Lakin yaşayacağım dehşet ölümümle değil, ömür boyu sürecek akli problemlerle sonlanacaktı. 

  Yaratık uzayan vücuduyla hızla bana yaklaşıp anlamsızlığı tükenmeyen bir geometriyle dönen kollarını bedenime doladı. Bedenimi öyle sıkıyordu ki, kırılan kemiklerimi duyabiliyordum. Yaratığın boyu kemiklerimi kırdıkça daha da uzuyor, şarap akan deliklerden yükselerek beni karanlık salonlardan geçiriyordu. 

 En sonunda beni şarabın daha güçlü ve bedeni parçalayarak aktığı deliklerden birinden yukarı fırlattı. Öyle büyük bir hızla sıvının içinden yüzeye çıktım ki, şaraptan suya geçiş yaptığımı anlamam zaman aldı.

 Kafamı sudan çıkardığımda ay ışığını tepemde görebiliyordum. Olimpiyat Gölünün içinde yüzmekteydim ve elimde kırık bir şarap şişesi vardı. 

 Yaşadıklarımı kimseye anlatamadım. Yine de bu dehşetin kanıtlarını görmek isteyenler, kitaplığımın ardındaki kırık şarap şişesine ve kullandığım tonla psikiyatrik ilaca bakabilirler.

  


  

13 Temmuz 2023 Perşembe

B***

 

Dinliyorum telefonun ardındaki cızırtılı sesi.

Bir rüyanın açıklamasını bulmak için aranmış olmalı ki

Sesler tuhaf bir şarkı gibi geliyor kulağıma. 

Şöyle diyor isyan eden dizeler gibi:


“Senden ilk ne zaman korktuğumu hatırlamıyorum.

Bunu bir hayvan gibi ürkütücü olmana rağmen masum görünmene bağlıyorum.

 Sürekli bir köpek gibi amacını hırlıyordun.

 Umrunda değildi ne olduğum, seni yarattığım,

 Önümde durup yerimi istiyordun.


Senden masum bir kız çocuğu olmanı diledim.

Halbuki sen sorarken bile ihtiyaç duymuyordun.

Bir parçam olmanı istedim,

Halbuki kendini benden sökerken bile yardım istemiyordun.

Sana yapman gerekeni söyledim.

Sen boyaların ve kaleminle oynayıp beni sinir ediyorsun!


Bana kim olduğumu söyle!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Seni ben yarattım!

Cennetten kovulmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 


Seni bir peygamber yapabilirdim yolumu izleseydin.

O zaman yücelerin yanında anılırdın sen de!

Neden kanatlarını sökmemi istedin?

Varlıklı ailenin fakir çocuğu, sürünüyorsun!


Lütfen demek zor değil,

Beni onurlandırırsan seni göğe geri yükseltirim.

Sadece kutsal ruhtan ve oğuldan önce,

Bu sıfat için kaç beden çivilerle çakıldı bilmiyor musun?


Bana kim olduğumu söyle küçük şeytan!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Seni ben yarattım!

Cennetten kovulmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 


Bana kim olduğumu söyle küçük küfür!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Bensiz varolamazsın!

Cehennemini yaratmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 





12 Temmuz 2023 Çarşamba

Utanç ve Küfür


 Eşiklerden büyük bir tedirginlikle geçiyorum. Bu şehri bir gidişe kadar mühürledim. Artık uğramayacağım istasyonlar ve kapılar var. Öyle ki, bir süre varlığım hayal bile edilemeyecek o yerlerde. Bu yüzden üstlerini büyük bir hızla örterek terkediyorum bağlantımın tükendiği kurumları.

 Dünün huzursuzluğu bugünün tiksintisiyle harmanlandı. Bu öyle bir tiksinti ki, önceden uğruna şiirler yazdığım şeyler, üzerinden irinlerin aktığı, şekli ve dehşeti tanımlanamayan nesnelere dönüştüler. Her birinin yarattığı bulantı, kendini yüzümdeki kabalaşan ifadede, fütursuzca yamulan ve bükülen yüz hatlarımda belli ediyor. İnsan olmanın bir takım uçlarından olabildiğince uzaklaşıyorum. Böylece kendimi güvende olduğum bir alana atıyorum, mekanların sessiz köşelerine ya da alışılmış bir tenin yatağına günahlardan arınabilmek için. Yüzümü kapatıyorum utancımı ve sonu gelmez bulantıyı söndürmek için. Midemin duvarlarına akrepler tırmanıyor sanki. İğrenç kabuklarını hissediyor, yarattıkları işkence bitmediği için küfürler ediyorum. Kemirmek istiyorum betonunu beni ben yapan sütunların.

 

25 Haziran 2023 Pazar

Buchloe İstasyonu

 “Ne yazıyorsun? Güneş alnını ıslatmış. Tanımıyorum. Adın nedir? Yazarken varoluyor gibisin. Benim gibi misin? Bembeyaz yüzün pespembe olmuş. Hangi dilde dizelerin? Sapsarı mı sözlerin saçların gibi?”

  İstasyonların birinde, genç bir adam oturmuş kolonun dibine, tavana baka baka sözlerinde. Kağıdı titrek… Güzel hatları kasılmış, istemez kimseyi. Şiir yazdığı açık, hırçın hırçın atlıyor satırları. İlham gelmiş besbelli. Bana geldiği gibi… 

  “Ey dostum, ne anlatıyorsun? Sen de mi duvarlara konuşuyorsun? Sen de mi tek yolu karalamakta buluyorsun? Utanma, bak bana. Sana da aynı acıları yoruyorum. Sen de konuşmadıklarınla boğuşuyorsun. Yaratarak diniyorsun.

  Göğe bakıp bakıp kimi görüyorsun? Hangi açlıkta saklı kafiyelerin? Ben trenin içinde, sen kolunun dibinde, kim daha hızlı oynuyor kelimelerle? Ki sen beni fark edince ve ben gözlerimi çekmeyince aynı suçun faili gibi gülümsüyorsun. Beni tanımıyorsun. Gözün dolarak gülümsüyorsun. 

  Hoşçakal yazan dostum. Beni tanımıyorsun. Şimdi sarıl bana birkaç satırında. Güven bana. Ben yabancıyım sana. Tanımıyorsun. Güven bana.”

24 Haziran 2023 Cumartesi

13.00

 

 Zihnimin iki ucuna bağlanmış dibi yanan bir teli gererek yükseliyorum. Halatlarımı bağladığım limanlar üstüme kıvrılıyor. Şehrin bu kadar ortasında, bu kadar her şeyin içindeyken duyguların bir ucu çok takılı kalmış gizli bir tarafa. Birinin sarsılmaz merakı üstümde kurtulamadığım baskısını yaratmış, kibrimi, gururumu zorluyor. 

 Yumrukladığım çatlaklarından sızıyorum bilinmeyenin, senin, içine. Korkutmak değil benim amacım. Kendini gerçekleştiremeyen bedenlerin hasetli tırnakları var üstümde. Kıvrımlarıma diktiği gözlerinden körelen birisinin şiddetli uykusuzluğu…

 Tutunuyorum kabaran okyanusun içinde gümbürdeyen bedenime. Bir yerden bir yere, tenden tene savrulmak değil benim niyetim. Güzelin dilinde hoşnutum ben gecelerimde ki sıcacık uzandım dün gece, bilmeden kim gıcırdattı dişini sinirle. Uzakta yakın, yakında uzak sevmiyorum. Göğsüm değmeli toprağa yağmur gibi düşmek istediğimde. 

 Mutluluğuma değersizlikle çıldırmış bir dostun veyahut korkulu kalmış bir ruhun dokunmasını istemiyorum. Kendimi sıkı sıkı tutuyorum dalgasında hayatımın. Seviyorum, seviyorum mutlu inleyişlerimi.  Zaten, ben de hak etmiyor muyum kahkahasını sıcak gündüzlerin?

 Kendini bulamamış karanlık düşlerin, dinlenmemiş çocuklukların isini kendime süremem. Kendimden keyif almak için büyüyorum. Böylece istemiyorum düşüncesini üstümde söyleyemeyenlerin. Benim sözlerimin de böyle delilikler için kıymetli olduğunu düşünmüyorum. İşkence olur sadece. Ben geride kalmaktan, unutulmaktan korkmuyorum. Kimse de korkmasın.



22 Haziran 2023 Perşembe

Şimdi

 

  Yatağın ortasına çakılı…Tavana asılı şekilde izliyorum bedenini. Kısık ışığın altında eriyen gölge gibi bir varlık izleyicisi keskin çene kemiğinin.

“ Ten üstünde eskimeyen inancımın simgesi var.”

 Dokunaçları boğazıma dolanacak şimdi. Titreyerek, sen, insan altımda, zikrin boğulan nefesin şimdi. Şimdin geren kadınlığın en yabani yanlarını. Kavuşarak dudağım yastığa, zamanın en belirsiz kısmında yüzüyorum şimdi!

 Yağmur tıkırdatıyor camı. Bu en ürpertici geçiş ayini! Ufacık ekrana girilen harflerin bitmesini bekleyen bir yüz uzanıyor uçlarıma. Ayaklarım havada kayboluyor. Ben iki hazzın kıyısında. İzleyen de, bilen de, dokunan da, deneyen de benim şimdi.

4 Haziran 2023 Pazar

Kuyunun Dibinde: Bölüm 1

 

  Boynuma asılmış zincirler etimin içine geçmesine rağmen çırpınmayı sürdürüyordum. Dolunayın ışığı, kuyunun üstüne konulmuş kırık tahta parçalarının ardından kısık kısık görünüyordu. Kuyunun başında bekleyen iki adam vardı. 

 Ayaklarımın altından yükselen korkunç bir kokunun etkisiyle kendime geliyordum. Dayanılması zor olan bu kokunun, dışarıda olsalar bile, iki koca adamı rahatsız edebileceğini biliyordum. Kokunun kaynağı ise beni, kendisinden daha çok dehşete düşürüyordu. Kuyu duvarının üç tarafına ustaca yerleştirilmiş zincirlerle boynum sabitlenmişti. Sıkıca bağlanmış eller ve ayaklarla yorgun bedenim ise üst üste dizilmiş bir ceset yığınının üzerinde duruyordu. Bu, aslında daha derin olduğunu tahmin ettiğim kuyunun görece yüzeye daha yakın bir konumunda olduğumu düşündürüyordu bana.

 Sesim çatlayana kadar bağırmış gibiydim. Kuyunun ucundan, ara ara tahta kapağı açarak maskelerinin ardından bana bakan bu iki iri yarı adamın beni buraya nasıl getirdiklerinden emin değildim. Tek bildiğim, insanı ürperten, Kuzeyli halkların eski lisanlarını andıran bir dil konuşuyor olmalarıydı. Küfürlerime karşılık vermiyor, çığlıklarıma tek kelimelik, hırıltıyı andıran seslerle yanıt veriyorlardı. 

 Cesetlerin üzerinde ayakta kalmaya çalışan bedenim, birbirine kalın bir iple kenetlenmiş ayaklarıma rağmen dengede durmaya çalışıyor, ayak parmak uçlarıma değen, sıcaktan jöleleşmiş etler, kurtuluş için bir yol bulmaya çalışan zihnimi darmadağın ediyordu. Oraya nasıl getirildiğimi hatırlamaya çalışıyor,  bir hezeyanın içinde karışmış, ümitsizlik içinde bölünmüş aklımı zorluyordum. 

 Bir süre zihnimi toparlamaya çalıştım. Tek hatırladığım Olimpiyat Park’ındaki tepelerden birinde yalnız başıma şehri izlerken duyduğum tuhaf mırıltıydı. Parça parça da olsa o mırıltıya, daha doğrusu iniltiye doğru tedirgin bir şekilde gittiğimi anımsayabiliyordum. 

 Mırıltı öyle uzaktan ama öyle keskin bir şekilde zihnimde çınlıyordu ki, parktan yeraltı tren istasyonuna kadar uzanan otopark alanına, sesi takip ederek yürümüştüm. Sonrasını hatırlayamıyordum. Sadece amansız bir boğuşmanın sızısını boğazımda hissedebiliyordum. Bu sızı boynuma asılı zincirlerle her saniye daha da ağırlaşıyordu. Ağrıyan vücudumu yukarıdaki canavarlara fark ettirmeden zincirlerden ve bağlardan kurtarmak zorundaydım. 

  Ellerimdeki ipleri gevşetmek için yavaş yavaş hareket ettirmeye çalıştım. Bağlar çözülmek yerine etimi kesiyordu. Karanlığın içinde uzanabileceğim kesici bir alet aradım. Böylece ipleri kopartabilirdim. Lakin şişmiş ölüler dışında bir şey görünmüyordu.

 Boynuma dolanmış zincirlerin düğümleri olabildiğince keskindi ve boğazıma saplanıyordu.  Bu bana, şayet zincirlerden birine ellerimdeki ipi sürtebilirsem ipi çözebileceğimi düşündürdü. Lakin bunun için arkadan bağlanmış ellerimi zincirlere, gövdemden yukarı doğru uzatmam ve bunu yukarıdaki adamlara hissettirmeden yapmam gerekiyordu. 

  Korkunç bir ağrıyla ellerimi yukarı kaldırabilmek için öne eğildim. Bunu yaparken boynumdaki zincirleri aşağı doğru çekiyor, ipin herhangi birine değmesini kolaylaştırıyor olsam da, boynumdaki hasarı daha da artırıyordum. Bu şekilde ne kadar debelendim bilmiyorum. Fakat kendimi yaralayarak da olsa ellerimdeki ipi çözmeyi başardım. Bu sırada sürekli yukarıya bakıyor, izlenip izlenmediğimi anlamaya çalışıyordum. 

 Ayaklarımı ve boynumu kurtarmanın daha zor olacağı kesindi. Fakat ellerim serbestken daha rahat hareket edebiliyor, boynumdan sızan kanı yırtılmış kazağımla bastırabiliyordum. 

  Uzun bir süredir adamlar beni kontrol etmemişti. Bu beni, izleniyor olduğuma dair çaresiz bir duygunun içine sürüklüyordu. Fakat kurtulma çabam, büyük bir afiyet ile izleniyor olsa bile hayatta kalmanın o küçük ihtimalini kaybetmek istemiyordum

  Karanlığın içinde etrafı görmeye, ayaklarımı bu iplerden kurtaracak herhangi bir keskin uç bulmaya çalıştım. Aniden, gecenin karanlığında sahip olduğum net görüşün sebebinin hala gözlüklerimi takıyor olmam olduğunu hatırladım. Gözlük camlarımı kırıp bileklerimin arasına yerleştirebilirsem ayaklarımdaki ipleri çözebileceğimi düşündüm. Ama bu oldukça tehlikeliydi. Çünkü hem görüşümü kaybedecek hem de ayak bileklerimi kesip kendimi kısa yoldan öldürme riskini göze almış olacaktım. Yine de başka bir çarem olmadığını biliyordum. Bu yüzden gözlük camlarımdan birini çerçevesinden çıkardım. Böylece tek bir gözle de olsa görebilecektim. 

 Güçsüz ellerimle kalın gözlük camını kırıp bileklerimin arasına bıraktım. Ayaklarıma boynumdaki zincirler yüzünden eğilip ulaşamadığım için camı bileklerimin arasına alıp parçalamadan, ufalamadan ipe sürtmem gerekiyordu. Neyseki ayaklarımdaki ipleri çözmek ellerimi bağlardan kurtarmak kadar uzun sürmedi. Bacaklarımın ve ayak bileklerimin içine ufalanmış cam parçaları dolsa da ayaklarımdaki bağı çözmeyi başardım. 

  Bütün bu çabaya rağmen hala boynum zincirliydi ve hala çok iyi hareket edemiyordum. İçimdeki kurtulma ümidi bu farkındalığa yenik düşüyordu. Hem zincirlerimden kurtulsam da kuyudan yukarı nasıl tırmanacaktım? Tırmansam bile bu bitap bedenle dışarıdaki devasa adamlarla nasıl mücadele edecektim? 

  Gözyaşlarım acı ile sızlayan boynumu ıslatıyor, yakıyordu. Öyle çaresizdim ki, daha fazla o tuhaf ölü yığını üzerinde durmaya dayanamadım, tüm ağırlığımı boynuma vererek zincirlerin arasında asılı kaldım. Dışarıdakilerin ağlayışımı duymasına aldırmıyordum. Zaten en küçük kıpırtı dahi hissedilmiyordu. 

 Zincirlerle asılı bir şekilde acılar içinde ağlarken ölü bedenlerin arkasında, kuyu duvarının bir kanadında ahşap ile örtülmüş, kapıya benzer bir şey olduğumu gördüm. Belki de ölülerle doldurulmuş bu kuyunun yeraltında bir çıkışı vardı. Belki de burası bir kuyu değil, yeraltına gizlenmiş bir yapının girişiydi. 

  Aniden yükselen bir umutla doğruldum. Boynuma geçirilmiş zincirler tenime yapışmış olsa da doğrulduğum yerden zincirleri çekiştirmeye başladım. Zincirler kuyu duvarına çakılmıştı ve tüm o geçirdiğim saatlerin aksine daha güçsüz görünüyorlardı.

 Tüm gücümle zincirlerden birine asıldım. Çekiştirdikçe boynum daha fazla hasar alıyor, fakat bu acı beni durdurmuyordu. Kollarımda güç kalmayana dek zinciri çekiştirdim. O zamana kadar inanmadığım tanrının bir hediyesi midir, bilinmez, hınçla asıldığım o tek zincirin gösterdiği dirençle yıkılmam, diğer iki zincirin yuvalarından kopmasına neden oldu. 

 Şaşkınlık içinde, yerinden sökülen iki zincire baktım. Kalbimde hayatın tüm coşkularına karşı büyük bir özlem uyanıyordu. Bu sefer o tek zincire çakıldığı yerden asılıp çekiştirdim. Çok ufak da olsa zincirin tutunduğu çivide bir hareket hissedebiliyordum. Defalarca çekmeye, hırsla, hatta hırlar gibi inlemeye devam ettim. Ve en sonunda o son zinciri de olduğu yerden söktüm. Artık boynumda sallanan üç zincirle ölülerin üzerinde uzanıyordum.

 Dişlerimi sıka sıka duvarın ahşapla örtülü kısmına doğru süründüm. Gerçekten de kokusuna alıştığım insan kalıntılarının arkasına saklanmış bir kapı bulunuyordu. Önce, o kapı olarak nitelendirdiğim şeyin arkasında başka bir duvar olup olmadığını kontrol etmek için ahşabı hafifçe tıklattım. Sessiz olmaya özen gösteriyordum. Çünkü kuyunun ucunda bekleyen o “şeyler” tarafından yakalanmak, en önemlisi tekrardan bağlanmak istemiyordum. 

  Kapının arkasında hiçbir şey olmadığını tıklatmalarımdan anlasam da onu nasıl açacağımı kestiremiyordum. Kapının ucu görünen kısmını tekmeleyerek açabilirdim. Lakin bu, kuyunun ucundan duyulabilecek bir sese neden olurdu. Böyle bir riski göze alamazdım. Bir süre çürümüş vücutlara dayanıp düşündüm. Artık kendi canlılığımdan şüpheli, lakin yaşama isteğimden emin hale gelmiştim. 

  Kapının varlığı, o kapıyı açacak bir anahtar deliği ya da bir kapı kolunun varlığını da işaret ediyordu benim için. Ya da ben ümitsizce buna inanmak istiyordum. Kapının koluna veyahut anahtar deliğine ulaşmak için ölüleri, önüne yığıldıkları kapının aksi tarafa dizmem gerekiyordu. 

 Tüm yorgunluğuma ve vücudumda kanamakta olan yaralara rağmen doğruldum. Ve yavaşça, o saatlerdir yüzlerine odaklanmamak için çaba gösterdiğim cesetleri taşımaya başladım. Fakat cesetlerde fark ettiğim bir şey beni başka bir dehşetin içine düşürdü. Cesetlerin hiçbiri bedeninin orijinal kafasını taşımıyordu. Kilolu bir kadın bedenine zayıf bir erkek başı dikilmiş, kocaman bir erkek vücudu ise bir bebeğin başını güçsüz dikişlerle taşımaya zorlanmıştı. 

 Bir an gözlerimi sıkıca yumdum. Göz kapaklarımın arkasından, alelade başka bedenlere dikilmiş başların esrik bir ifadeyle gülümsediğini görüyordum. Yüzlere, uyumsuz boyunlara dikilmiş başlara odaklanmadan bedenleri kapının önünden çekmeye devam ettim. Cesetleri taşımaktan çok onların arasına gömülüyormuş gibi hissetsem de kurtulma hırsıyla sırtlanıyordum hepsini. Kan ve terle karışık vücut sıvılarım tenimi yakıyordu. En sonunda kapının bir kulpu olmadığını görecek kadar çok beden taşımıştım. 

  Güçlü ahşabın üzerinde küçücük bir anahtar deliği vardı. Anahtar deliğine boynumdaki zincirlerin duvara çakıldığı çivileri sokmaya çalıştım. Lakin kalın çiviler tüm çabalarıma rağmen anahtar deliğine girmiyordu. Kapıyı kırmaktan başka bir çarem yoktu ve bu, içimi daha derin bir korkunun kaplamasına neden oluyordu. 

 Olduğum yerde nefesimi tutarak yukarı baktım. Hiçbir hareket göremiyordum. Fakat bir şekilde tüm bu mücadelenin izlendiğini düşünüyordum. Aklımı hızlıca kullanmalıydım. Vuruşlarımın sesini nasıl en aza indirebileceğimi düşünüyordum. 

  Rasgele dikilmiş başlardan biriyle göz göze geldim. Anlamını yitirmiş gözler ve çürümüş dudaklar bana hiç olmak istemediğim, olmanın ruhuma çok erken geldiği bir hali yansıtıyordu. Hızla, ölüleri kapının önünden alarak oluşturduğum ufak çukurun içine girdim. Cesetleri üstüme çekerek hiçbir boşluk kalmayacak şekilde kapattım. Böylece dışarı gidecek sesi belli bir oranda azaltacağımı umut ediyordum. Çok yakın bir mesafede olduğum kapıyı tekmelemeye başladım.

  Ne kadar tekmelediğim konusunda hiçbir fikrim yok. Fakat bacağım parçalanmak üzereyken yukarıdan gelen boğuk sesler kalbimin daha hızlı atmasına ve daha fazla tekmelememe neden oldu. Böylece kapıda geçebileceğim genişlikte bir delik açmayı başardım. Ve üstüme binen cesetlerin arasından sıyrılıp karanlığa daldım.

  



29 Mayıs 2023 Pazartesi

.

 

  Gönül rüzgarı kesmiş selamını ruhlarımızdan. Bir güzel saçın, bir taze sözün ardından bakarak tutunmuşuz toprağa. Sayfalar, şiirler zamanın içinde çöküp ağırlaşmış. 

  Kalbin odaları daralıyor düşündükçe kaynayan zamanı. Kötülükte ilerlemeyen, sende hızla tükenen o zamanı… Işıklı bir günün özlemi ve o günlerin dehşete kapı açmaya müsait tavrı baskılıyor nefesi. Herkes evine koşturuyor. Sen evine koşturuyorsun. 

  “Sen”, dediğimde, aslında sen kimsin bilmiyorum. Kafam karışıyor seslenişlerimde. Kendimle konuşuyorum belki. Kişinin kendisiyle konuşmasının sağlıklı bir eylem olduğunu öğrendiğimden beri hiç susmuyorum. Zaten olanları başkalarına nasıl anlatabilirim ki? Kendimi rüzgarda savrulurken buluyorum. 

  Lovecraft’ın rüzgardan, soğuktan tiksinen bir tabiatı vardır. Her şeyden izole bir çocukluğun, anneden kopamamanın bir hezeyanı olsa da her hikayesinde takip eder o pis kokulu rüzgarı. Olgun bir adam olmak için bir direniştir bu. Halbuki benim direnecek bir şeyim de yok. Ben zaten rüzgarın kalbindeyim. İşin aslı ben, umutsuzluğun içinde gülümsemekteyim. Belirli bir hızda ilerlemekte, ki dursam “ben” kalmaz gibi geliyor bazen. Lakin bazı sanrılarım beni yolu sağlam adımlarla yürüdüğüm konusunda şüpheye düşürüyor. Kendimi hayalkırıklığına sık uğratmam. Fakat bazen, bir akıl durgunluğu ki, süresi geliyor uzun zaman ve silikleştiriyor her gerçeği. Fark ettiğimde çokça gece, çokça gün yitirilmiş oluyor. 

  Gerek var mı bunlara? Bilmiyorum. Kendimi yargılıyor değilim elbette. Her şeyi tek başına inşa etmiş genç bir kadın için yargılanmak haksızlık olur. Kendimden başka kimseyi acıtmadım sonuçta. Ne komik böyle söylemesi… En büyük günahı işliyorum aslında. 

24 Mayıs 2023 Çarşamba

Karanlık Tüneller

 

Temas etmediğim her şey, üstünden yayılacak türlü kurgulara açıktır. Buna insanlar da dahil. Uzaktan saklar her şey, içinde çalkalanan karanlığı. Kuşkuyla dolu ve hayalidir sıfatlar. 

Bazen işe giderken insanların yansımasına bakıyorum da trenin camından, varlıklarını dahi sorguluyorum. Akan tünelin içinde bir hayalet gibi duruyorlar. Böyle yerleştirebiliyorum her birini dehşetli hikayelere. Belki izleyenin anlayabileceği şekilde kemiklerim gerilerek camları kana buluyorum. Katliamlar, karşılaşma vakaları uyduruyorum. 

Çok uykuluyum. Çok çalışıyorum. Ve kan kaybetmekteyim her ay sonu gibi. Kemiklerim zihnimi yaydığı yorgunlukla insanları ve yolları algılamada daha karanlık hale getiriyor. Ve yüzeyde yüzüme çarpan rüzgarlar, bir taşı yumruklar gibi sarsıyor titrek bedenimi. Böylece daha derinine iniyorum uyku ile uyanıklık arasında kalmanın. 

 İnsanları vagonlarda uçarken, tren raylarını ayin yapar gibi kıvrılırken görüyorum. Şu an büyük bir merakla ve sebebini anlamadığım bir hasetle bana bakan genç kadını bu ayinlerin merkezine koyuyorum. Bir İsis rahibesi gibi ışıldıyor mavi gözleri. Ve ben tüm kanamasıyla bu ayinleri tünelin tepesine yapışarak izleyen ufacık bir göz, bir delik oluyorum. Kanım kurguyu güçlendirerek damlıyor yere. Kadınlığımla korkuyu besliyorum.

21 Mayıs 2023 Pazar

Bir

 

 Yıkık duvarın arkasından, tepeyi sarmış sise baktığında içindeki heyecana, korkuya ve ruhunu bedeninden koparan o ağır  çarpıntıya direnmeye çalışıyordu. Şanslıydı ki ayak izleri kalmıyordu arkasında. Kokusu silikleşmişti. Dudaklarının kıpırdanışı, keskin nefesi sessizleşmişti. 

 Ses çıkaramadığı gibi sesler de duymayınca yarısı dökülmüş duvarın ardından çıktı. Hemen karşısında vadiye inen ince bir yol vardı. Her yer yemyeşildi. Vadiye uzanan nehir yoğun yeşilin içinde kapkaranlık görünüyordu. 

 Birkaç kez arkasına baktı. Kimseyi göremeyince yavaşça yürümeye başladı. Karnı sıcak, göğsü tok, zihni bulanıktı. Düşünmeye gerek duymadığı, sadece güdülerini takip ettiği bu yerde sorumluluk adına bir iz, bir şüphe yoktu. Doğa olabildiğince sade bir biçimde kaçmasına izin vermişti.

 Takip edilmemenin verdiği kaygısızlıkla yürürken aniden önünden geçen bir bedenin rüzgarıyla irkildi. Duraksadı. O her neyse ses çıkararak korkutmaya çalıştı. Fakat sesi yoktu. Etrafına bakındı. Simsiyah bir tüy yığını gördü. Sonra da parlayan gözler… Bir kurt yavrusunu ağzına almış yuvasını terk ediyordu. Hayvanı ürkütmemek için kıpırdamadı. Kurt yavrusunu kaptığı gibi gözden uzaklaştı. 

 Bir süre kıpırtısız bekledikten sonra karanlık vadiye doğru yürümeye devam etti. Çıplak ayakları yemyeşil çimenlerin üzerinde ıslanmış, renk değiştirmişti. Fakat bu değişimi seçebilmek zorlaşmıştı. Çünkü gözleri her adımda daha az görüyor, bütün heybetiyle uzanan ağaçlar bulanıklaşıyordu. 

 Dakikalarca bu az görüşle yürümeye devam etse de bir süre sonra her yer kapkaranlık oluverdi. Göremediği ve duyamadığı için korkuya mahal verecek bir bilinmezlikle karşılaşamazdı. Bu yüzden içi rahattı. Ayaklarıyla toprağı yoklayarak yürümeye devam etti. Lakin yüzünü serinleten rüzgar hafiflemiş, ayakları uyuşmaya başlamış, hissizleşmişti. Sadece, bedenini saran çok derinden bir soğuğun boynuna kadar yükselişini hissediyordu. Ama bu his de yavaş yavaş kayboldu. Düşünmeyi, bilmeyi bıraktı. Battı…


15 Mayıs 2023 Pazartesi

Çam Ormanları

 

Demirden bir atlı süzülmekte derininde gövdemin.

Demirden bir atlı yerin altında…

Ve ben kendi benliğimde yırtılırken daha

Eskinin duvarlarını tırnaklarım parçalamakta.


Gözlerimi yumarak bu sefer çığlık çığlığa

Bir yemin ediliyor karanlığımda.

Seferleri, döngüleri sorgulamadan bir daha

Bir yemin ediliyor karanlığımda.

Ve küflü merdivenler ses olurken hortlaklara

Bir hezeyan canlanıyor kulaklarımda.

Hezeyan sevgileri götürüyor alanlarında

Alanlar savaşta!

Alanlarım kendine dönmez,

Bir daha asla.

14 Mayıs 2023 Pazar

Bulantı

 

“Gökte özgürlüğün kandilleri yanarken

 Vücudum gergin bir tel gibi fırlatmakta yüreğin en derin hislerini.

 Şarkılar söyleniyor çıldırmış doğanın gölgesinde

 Ve ben İstanbul’u duymaktayım vuruşunda şişelerin.

 Bir sevinç, bir yeniden doğma ile dostlar topluyor tahta bavullarını,

 Bense sorunun kalbinde olmaya inat ediyorum.”

  Ben, sen sorununun, görmezden gelişlerin ve bu derin ikiyüzlülüğün içinde ışığı üstünde bir yüz olarak dikilmekteyim. Bu susuşlar ve bir toprağı, her sorunun kaynağı ve döneceği, varacağı yer olarak görme hali  bana gösterilen tepkisizlik ve görmezden geliş ile aynı. Nasıl olsa bir  eve bakışımız o evin içindekileri görme halimize de sirayet edecektir. Tiksinti içinde baktığımız bir duvarın yıkılışıyla ezilenleri umursamaktansa en derin arzularımızın gerçekleşmesini, başarılarımızı kutlarız belki de.

 Tarihsel bir iç sıkıntısının böylesi bir yansıması olacağını bugün fark etmiş bulundum. Ve bunun midemi bulandırmadığını asla iddia etmeyeceğim.

10 Mayıs 2023 Çarşamba

Yolda Biri

 

 Masmavi sisin kucağında, korkuları, savaşları ve hayal kırıklıklarıyla yürüyordu. Upuzun saçları, soğukta ter içinde kalmış alnına yapışmıştı. Lakin üstüne kar düşmüş asfaltta ayakkabısız, çorapsız yürüyen ayakları donmak üzere ve yaralanmıştı. 

 Bitişler, başlangıçlar onu artık korkutmuyordu. Kendine dair sorguları onu yolun bu raddesine; tepeler, ovalar boyu takip etmişti. Yine de bu sorgular onun ilerleyişini durdurmamıştı. Durduramazdı. Çünkü bu yolların ardında onu nefes aldığı anda bırakan bir güneş, bir yaz esintisi vardı.

 Geride kalanları, onu geride bırakanları yargılamıyordu. Kendini acıtmayı bıraktığı gibi içinde yarattığı kişileri de yaralamamayı öğrenmişti. Anlıyordu koşulları, duygusal açmazları, yıkılmaz bariyerleri ve özgüvensizlikleri. Bu hallerin hepsi onda da vücut bulmuştu ve ara sıra buluyordu. Hayat kendini veya bir başkasına kırmak için çok kısa, sevmek ve saygıyla anmak, şiirler yazmak için dolu dolu ve uzundu. Gözlerini ıslatan, verdikleri ilham ve gösterdikleri dostluk için minnettarlık duyduğu insanları düşündükçe gülümsüyor, göğe asılı, üstünde gözyaşlarının donduğu çiçekleri selamlıyordu. 

 Alınan tüm yaralara, yamaçlardan yuvarlanmalara ve açlığa rağmen bu yol tutkuyla yürünüyordu. Ve bu yürüyüşün ismi de, varlığı da hiç kimsenin sahip olamayacağı bir güçtü. Titreyen bacaklarını, cızırdayan sesini, yorgun gözlerini güçlü buluyordu. Kalbinde binlerce atlı savaşçıyı taşıyan küçük bir kız çocuğu gibiydi bedeni. Yağmurlarda şarkı söylüyor, güneşte ısınıyor ve fırtınalarda kendini serbest bırakıyordu.

 Hastalıklı boynundan akan yaşları silip dedi, “Nedir benim vazifem?”. Elleri gülümsedi bu deyişe. Gözleri gülümsedi. 

 “Kendimle gurur duyuyorum!”

 Şimdi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Uykusuzdu. Şefkatten uzaktaydı. Belki o şefkati hiç bulamamıştı. Ama kendisi vardı yanında. Çekik gözleri, kalkık burnu, geniş kalçaları, sonu gelmez arzuları, küçücük elleri ve sesli kahkahası vardı. 

 “Kutlamalı bu bitişi! Minnettarım herkese. Başlangıçlar kutlanmalı!”, dedi ve yürümeye devam etti. Yürümeye devam etti kendiyle. Üstüne yağan taşlara, yüzüne tüküren düşüncelere ve kendisiyle yaptığı derin hesaplaşmalara rağmen yürümeye devam etti yolu bitene kadar. Yürüdü yolun vadesi dolana kadar…

6 Nisan 2023 Perşembe

Yeşil Ev

 

 Kafamdaki siyah plastik poşeti çıkardıklarında, nefes nefese kalan göğsüm acıyla bedenimi çevreleyen soğuk havayı içine çekti. Saatlerdir karanlıkta kaldığım için gözlerim hiçbir şeyi seçemiyordu. Savrulmanın etkisiyle poşetin içinde kırılan gözlüklerimin camları yanaklarıma batmış, kaşımı yarmıştı. Gözüme damlayan kan, azalan görüşümü engelliyor, dolunayın altında hareket eden figürleri kızıla boyuyordu. 

  Ellerim çok eski olduğunu anladığım, üzerinde aklıma getirmek istemediğim eylemlerden kalmış izleri olan bir iple sıkı sıkı bağlanmıştı. Susuzluktan kurumuş dudaklarım korku içinde titriyor, yüzümden akan kanın gazabından kurtulmaya çalışıyordu.

 Gözlerimi kısarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Balkonundan kocaman bir gölün ya da denizin göründüğü, çok uzun süredir bir arabanın bagajında bağlı kaldığım için hangi ülkede olduğunu bilmediğim bir yerde öylece kalakalmıştım. Etrafımda,  hayvan derisi ve kürklerinden alelade yapılmış kıyafetler giyen uzun boylu insanlar vardı. Hepsi, hatlarını tam anlamayamadığım, kırık doğrularla çevrili bir daire maskesi takmış, odanın içinde belli bir hızla dönüyorlardı. 

 Korku içinde titreyen vücudumun acısıyla başa çıkmaya çalışıyor, bu korkunç hezeyanın ne zaman başladığını hatırlamak için kendimi zorluyordum. Kafamın arkasında hissettiğim ağrı bana ciddi bir darbe aldığımı gösteriyor, algımın bulanıklığının nedenini bir şekilde açıklıyordu. Belli belirsiz kesitler zihnimde canlanıp bazı sorulara yanıt vermek istese de beynimin çalışmasındaki aksaklığı gidermiyordu. Tek hatırladığım şey akşamüstü yaptığım yürüyüştü. 

 Her zamanki gibi temiz hava almak ve ilham kaynağı bulmak için evimin önündeki büyük parka çıkmıştım. Hava yeni yeni kararmaya başlamış, parkın ortasındaki insan yapımı gölün üzerinde süzülen ördekler parkta benden başka kimsenin olmadığı izlenimini uyandırarak beni tuhaf bir rahatlamaya sürüklemişti.Tepenin üstündeki yalnız, kudretli ağacın rüzgarın etkisiyle sallanışı aklımda kalan son parçaydı. Sonrasını hatırlamıyordum. 

 Ellerim ve bacaklarım bağlı bir şekilde uyandığım, doğrulmaya çalıştığımda küçük bir alana sıkıştırıldığımı ve bu alanın bir arabanın bagajı olduğunu anladığım, haykırdığım, yalvardığım, çaresizce üstüme işediğim o korkunç anlar dışında hiçbir şey hatırlamıyordum. 

 Birkaç kere doğrulmaya, balkona doğru sürünmeye çalıştım. Etrafımdaki insanlar tepkisiz bir şekilde beni kavuşmaya çalıştığım, dolunayın aydınlattığı gökyüzünden alıkoyuyor ve etrafında döndükleri o tuhaf salonun ortasına her defasında geri getiriyorlardı. 

 Bu kocaman salon sütunlarla bezenmiş, bembeyaz duvarları bir önceki yüzyıldan gelen yüzleri içinde saklayan resimlerle donatılmıştı. Salonun siyah mermerden yüzeyi, yapıldığı materyalden midir bilinmez, dolunayın ışığıyla bir altın gibi parlıyordu. 

 Her şeyi aklıma kazımaya çalışarak inceliyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Bir süre etrafımda kendini kaybetmişcesine dönen insanların da farkında olduğunu bilerek salonu inceledim. 

  Kafamı yukarı kaldırdığımda tepemde sarkan kocaman siyah küreyi gördüğümde bazı parçalar yerine oturmaya başladı. Bu sürekli üstüne getirildiğim kırık doğrularla çevrili daireyi ve giydikleri maskeleri de açıklıyordu. Mermerin üzerinde bir altın gibi parlayan bu sembolün rahatsız ediciliği, arkasındaki bilincin oldukça sığ, cahil ve zalim doğasından geliyordu. 

  Yerle mi, gökle mi ilgilendiği kesin bir şekilde belli olmayan, çıktıkları deliği dünyanın merkezinde arayan tuhaf yansımalardı bunlar. Bir önceki karşılaşmamızdan kaçarken, o ormana yalın ayakla dalarken kimse tarafından fark edilmediğimi düşünmüştüm. Yanılmışım. 

  Biraz daha incelediğimde bu sembolün önceden de gördüğüm bir adanın haritasıyla çevrelendiğini fark ettim. Gördüklerim bana hiç de uzakta olmadığımı, şehrin biraz dışında bir yerde olma ihtimalimin yüksek olduğunu gösteriyordu. Ne de olsa ilgi alanlarım beni  karanlık tarihi okumaya teşvik etmişti.

 O tuhaf günde, gökten indiğini gördüğüm o biçimsiz şeylerin bir şekilde bu aklını kaybetmiş kitleye faydasının dokunduğunu anlayabiliyordum. Bir önceki karşılaşmaya nazaran sayıklayışları daha kuvvetli, hareketleri daha keskindi. Bu da bana çok kısa bir süre içerisinde öldürüleceğimin bilgisini veriyordu. Ülkeyi karış karış gezip dinlediğim o orman kültlerinden ve şimdinin halkının toplu hareket etmedeki çekincesinden anladığım şey şuydu ki, böylesi bir senkronizasyonun sadizmi beraberinde getirmemesi imkansızdı. 

  Sonumun geldiğini bilerek kendimi sakinleştirmeye, vücudumda hissetmek üzere olacağım acının ağırlığını hafifletmek için güzel anılarımı, aşklarımı ve ilham aldığım her şeyi düşünmeye başladım. Bunların arasında bir figür öyle sıkça gözümün önüne geliyordu ki, bana verdiği ilhamdan duyduğum şükranı düşünerek kendi kendime ismini mırıldanmaya başladım.

 Başta bunu yapmamda ölüme gidişimin getirdiği tuhaf huzurdan başka bir neden yoktu. Lakin bir süre sonra bu mırıldanışlarım, tepemde yükselen çılgınlığın karşıt bir duruşu, bir başkaldırının ya da ölmeden önce gösterilen inadın işareti olarak daha yüksek sesle tekrarlanmaya, gerçek bir tapınmaya dönüşerek içinde bulunduğum karanlık ayinin sesini bastırmaya başladı. 

 Öyleki, kalınlaşan ve gürleşen sesimin bedenimi, salonu ve etrafımda durgunlaşan nefesleri etkilediğini hissedebiliyordum. Bu sırada kapalı olan gözlerim etraftakilerin korkularını göz kapaklarımın karanlığından seçiyordu. 

 Artık sesim, göğe dayanmış bir borudan yükselen yaman bir rüzgar gibi gürlüyordu. Kulaklarım çığlıklar, koşuşturmalar ve kırılan birçok kemiğinin sesini duyuyor, dilim yakarmaya devam ediyordu. O büyük su kütlesinden kocaman bir yığın yükselip beni buraya getirenleri dehşete düşürüyor, uzayarak yükselen kasları her varlığa zarar veriyordu. 

 Kendimden emin olarak, artık kimsenin uykusunda beklemediğini haykırdım. Sona yakın olsam bile benden sonra geleceklerin, omzuma binip göğe yükseleceklerin çağrısıydı bu. 

 Haykırışlarım, kaçışan çığlık çığlığa bedenlerin durulmasıyla sakinleşti. Kaybettiğim kanın etkisiyle yavaşça, sayıklamalarımı sürdürerek uykuya daldım. Uyandığımda yaşlı bir güvenlik görevlisi gözüme fenerini tutarak ziyaretçiye kapalı bu eski yapıya nasıl girdiğimi soruyordu.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Arpayı Sallayan Rüzgar

 

 Yüzüme çarpan soğuk rüzgar dişlerimi titretirken benim gibi sallanan kuru dalları izliyorum. Aklıma, bir zamanlar İrlandalı bir sarhoştan duyduğum şarkı geliyor. Eski aşk ve yenisi hakkında olan o karanlık şarkı…

 “Eski olan onun için yeni…”

 Eski olan bir başka kadın, bir başka kurum, bir başka yer için yeni ve bana ait değil. Bir ilişki, bir duygu, bir ülkeden ötekileşmenin en keskin hali bu. Önceleri bana ait olan bir şeyden uzaklaşmanın, bir zamanın “kendi” sine yabancılaşmanın yansıması aslında. O yüzden hislerim göğsümün en boş alanlarını koparırcasına daraltıyor nefesimi. 

 Boğazın soğuğuna siyah, kıvrımlı saçlar sarılıyor. Galata’nın gözlerinin altına hoş bir iz yerleşiyor. Kendi kokum silikleşiyor. Kokumu alamıyorum artık. Bir değişik aksan gibi geliyor fısıltısı İstanbul’un. Dönememenin, hiç deneyememenin ve ümit edememenin rahatsızlığı oturuyor yüreğime. Öğretecek bir şeyi de kalmıyor geridekinin, eski arzuların ve şiirlerin. Benden bir şey kalmıyor ki içlerinde.

 “Her şey kendimi keşfetmekse eğer ve yol benden ibaretse bu arkada kalan şeyler anlamsızlaşmıyor mu?”

 Islak çimlere dokunuyorum bu kopuşun acısını hafifletmek için. Toprak, bu ağır gök çoktan ben olmuş. İnsanlar hep buradaymışım gibi davranıyor. Sevgilim sonsuzluktan beri yanımda uyuyor sanki.

  Peki beyaz tende siyah noktalar? Onlar hiç olmamış,  yosun kokusu ciğerime hiç dolmamış ve bir korkaklığa hiç kızılmamış gibi. Hayat şu an durduğum noktadan, tam bu andan başlamış gibi.

 

20 Mart 2023 Pazartesi

Yansıma

 

 Ayaklarını eğilmiş sehpaya uzatmış, daha iyiye ulaşmak isteyen benliğinden tetiklenmiş bir halde kısık ışığın aydınlattığı duvara bakıyordu. 

 “Peki beni bu gece, böyle canımdan can sökülürcesine düşündüren ne?”

 Sorguları boş odanın köşelerinde yankılanırken kendine cevap vermekte asla gecikmiyordu. Bir ruhu çözmüş olmanın ağırlığı onu bütün beklentilerinden, gizli arzularından ve bu arzulardan beslenen ilhamından soğutmuştu. 

 “Bu kadar apaçık önümdeyken peki ben… Ben nasıl anlamadım? Her şeyi daha fazla yazmak için mi kurdum kafamda? Ya da her şeye rağmen bir yol arkadaşı, gizli bir sırdaş mı oldum? Ben kaoslarımı, yaratma hırsıyla kovalıyor olmalıyım.”

 “Stanley Kunitz’in dediği gibi, şair şiirlerini öfkesinden çıkarıp yazıyorsa benim ulaşılmazlarım da bu amacı taşıyor olmalı. Kalp kırıklıkların ilham alabilme amacını…”

 Viskinin bardakta süzülen bacaklarına, damlaların yavaşlığına bakarak iç çekti. Rahatlamayla karışık tuhaf bir suçluluk duyuyordu. Hayatındaki tek tutkunun yazmak olduğu açıktı. Yazabilmek için suni acılar yaratacak kadar bağımlıydı. Fakat o yine de bazı kelimelerde, bazı hikayelerde takılıyordu. Ve bir gün o kelimeler ve hikayeler bitmeyen sorumluluklarda kayboluyordu. Yaratımda kendini sorgulayan, kendiyle barışmayan bir yapı vardı. 

 Pencereye döndü yüzünü. Yansımasında tuhaf yaratıklar, binlerce kuş ve  yazan eller vardı.  Cama daha çok yaklaştı. Yaklaşınca göğsünde uzanan erkeğin yansımasını da gördü. 

 Upuzun bedeni, ok gibi kirpikleri ve pespembe dudakları vardı. Hafif uykusunu aşığının göğsüne taşımaktan mutluluk duyduğu belliydi. Bu taze beden yazmanın dışında kalan tek şey olarak orada, öylece nefes alıyordu.  

 “Bu tutku kendimi en sevdiğim, kendimi yaralayışlarımdan en uzak olduğum halimle, kucağım salt sevgi doluykenki cesaretimle gerçekleşmeyi hak ediyor.”, dedi. Ve tekrar dönüp yansımasına, “Kaosların gölgesinde yaşanan bu eylem sahte bir görsellikten öteye geçemeyecek. Ben hiç beklenmeyen uçlar ve başkaldırılarla zaten donanmaktayım, ben ilhamın kendisi olmalıyım.”, diyerek ışıkları söndürdü. 

16 Mart 2023 Perşembe

Kabus

 

 Upuzun parmaklı bir çift elin açık camdan içeri girip boynuma uzanmasıyla sıçradım. Yatakta yavaşça doğrulup hemen başucumuzda duran pencereye baktığımda kimseleri göremedim. Bulutların arkasına saklanmış dolunayın cimrice aydınlattığı ağaçların dalları dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Ayrıca pencere de kapalıydı. 

 Hızlı hızlı çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak bir süre sağ yanımdaki soğuk duvara yaslandım. Sevgilimin yüzüne vuran ay ışığı, huzurlu bir uykunun en güzel sahnesini bana sunuyor olsa da görmüş olduğum rüyanın etkisinden çıkamıyordum. 

 Tatlı tatlı nefes alıp vermelerle süslenmiş hafif bir uykuyu bölmemek için ufak hareketlerle yataktan çıktım. Uzun koridoru geçip kapkaranlık mutfağa vardığımda eski buzdolabının rahatsız edici sesi dışında hiçbir şey duymuyordum. 

  Kendime biraz su doldurdum. Hala titreyen ellerimi ıslatan su damlalarını boynuma sürerek serinlemeye, içtiğim her yudum suda mantığımı geri kazanmaya çalıştım. 

 Bir süre eviyeye yaslanıp boş boş karanlık mutfağı izledim. Yatak odasından gelen tıkırtıları duyduğumda sevgilimi uyandırmış olduğumu düşünerek mahçup bir tavırla yatak odasına doğru yürüdüm. Çok hafif bir uykusu olan bu genç adamın uyanması için ufacık bir hareket yeterliyken hala uyanmamış olmasının şaşırtıcı olacağını biliyordum. 

 Yatak odasından içeri girerken ağır ağır mırıldanıyordum. Fakat sevgilimin hala yatakta, bıraktığım pozisyonda uyuduğunu, mutfağa gitmeden önce kapalı olan pencerenin tamamen açıldığını fark ettim. 

 Donakalmış bir şekilde odanın her köşesini süzüyor, sevgilimi uyandırmak için sesleniyor; fakat hemen karşımda uyuyan adama sesimi duyuramıyordum.

 Bir süre öylece ayakta, kaskatı kesilmiş halde bekledikten sonra sırtıma binen koca bir ağırlığın gövdemi yere eğdiğini hissetmemle sarsıldım. Her saniye gövdem daha da ağırlaşıyor, vücudum tarifsiz bir hızla uyuşuyor ve bağırsam da sesim çıkmıyordu. O upuzun eller artık yüzümün etrafında dolanıyor, bu göremediğim korkunç varlık sırtımın arkasına olağanca gücüyle bastırıyordu. Bunu yaparken boğuk, iniltiye benzeyen bir ses çıkarıyor, bilinmeyen bir lanetin türküsünü söylüyordu. 

 Dolunay tüm ışıklarını bulutların arkasında yitirip bedenim tamamen bu korkunç ağırlığın altında ezilerek yere uzandığında sevgilimin yanında uyuyan bir kadının varlığını belli belirsiz görebildim. Artık bu direnç ve uyuşmaya alışmalıydım. Çünkü huzur içinde, kıpırtısızca uyuyan o kadın bendim.