27 Şubat 2024 Salı

Dostum A.’ya

  “Bu uykusuzluğun sebebi nedir? Kayboluyor mu isimlerim başka başka dillerde? Yok olan isimler için mi dipdiri bu beden gecenin bir köründe?”

 Şimdi yine kilisenin birinde bağıra bağıra ağlayacağım. Ama bu sefer ulaşamadığım sevgiler veya başarılar için değil. Kendi gücümü ve tutkumu kaldıramadığım için... Bir de uzun zamandır yazmıyorum. İstediğim kadar konuşayım, yazmadıkça ifadelerim kısırlaşıyor. 

A., söyle bana, yine mi katılıyorum kendini yok eden, o tükürük saçarak konuşan hırs dolu insanlar kervanına? Yoksa kendimi mi gerçekleştiriyorum? 

 Benim güzel şahidim, ben de aynı senin gibi uyumuyorum. Farkımız şu ki, sen kaygı duymuyorsun. Bense korkudan titriyorum. Kendim, bu ben, koskoca, şekli tanımlanamaz bir canavar gibi dikiliyor önümde. Onunla savaşırdım eskiden. Şimdiyse önünde eğilmeyi, istediklerini yapmayı ve onu dinlemeyi seçiyorum. 

 Keşke karşılıklı oturup tartışabilseydik bu hezeyanımı. Şimdi, tam şu anda yaşansaydı bu tartışma ve sen hep haklı olsaydın. Çünkü biliyorsun, bir başkasının daha çok bilmesi kadar güven veren bir duygu yok dünyada. Dinlemek isterdim şimdi, tüm o daha çok bildiklerini. Benim bildiklerim dışında her şeyi... Her neyse, seninle aynı yerde olmayı özlüyorum. Seni özlüyorum.

26 Şubat 2024 Pazartesi

Ses

 Birilerinin anlamını bilmediği, benimse kendimden korku içinde sakladığım, benliğin amansız yakarışı geldi yine. Nasıl bastırıldığını anlattı hırstan gözümün döndüğü gecelerde ve gündüzlere nasıl yok olmuş uyandığını.

 Oturdu göğsüme elleri bağlı, gözleri kimi özlüyor kestirilmez halde. Yakaladım omuzlarından. Yatağın en derinine bastırdım. Çığlıkları kaybolmadı, yıldım. Usulca göğsüme, yerine geri bıraktım. Yastığım sırılsıklam, gözlerim kanlı bekledim sabahını susmasının. Bütün acılarım yüzüme yağdı. Bunlar kabul ettiklerimdi sadece. Görmezden geldiklerimse onu daha çok azdıran... Sabah oldu. O uyudu. Ama çığlıklarının yankısı susmadı. 

Yitik Zaman

 Görünmemek ya da karanlık bir odanın köşesinde, donuk bir hisle beklemekle ilgili… Çökmüş yanakları, bembeyaz suratı ve üstüne kuru bir ışığın yansıdığı şekilsiz saçlarıyla biçimsiz bir beden. İçi bomboş…Varlığımdan çokça özgür… Ve özgürleştikçe korkunç, acımasız, duygusuz…

19 Şubat 2024 Pazartesi

Hoş Sohbet

 Kendime dokunmaktan yorulduğum ve karanlıktan baktığım anları alaya alır bir gülümsemeyle karşılıyorum. Ne korkunç bir levhaymış bu üstüne en derin aşağılamaların kazındığı. Hiçbiri benim fikrim değildi ya da benim şiirim. Aslında benim tuvallerim canlı renklerle dolu olur. Birbirine karışan bu renklerin bir düzeni yoktur. Ama bir o kadar da doğal görünür ışıklı günlerde. 

 Bu tuhaf acıtmayı neden nadir de olsa yaparım, biliyorum. Bildiğim için eskisi kadar yaralayıcı değil. Sadece komik… Kazınan düşüncelerin benim tarafımdan görünüşü komik olan. Kazıyanların tarafı anlaşılmaz ve anlaşılmaması yararlı… 

 Benim tanrılarım en acımasız olanlardı. Gözlerine bakan yaşamazdı, ben hayattayım. Halbuki ne çok kazınmak istenmiştim başlangıç dolu mağaraların duvarlarından. Bu mağaraların girişindeki o tuhaf, dehşetli isteğin varlığından gölge bile göremedim yaşamı yansıtan. Varolduğumda amansızca yabancıydım. Eğitilmemiştim “olmak” için. Günah gelmişti bana nefes alıyor olmanın güzelliği.

 Şimdi yavaş yavaş, ıkına ıkına kendimi doğuruyorum. Hissediyorum yüzümde, sırtımda kendi duvarlarımı. Daha sıcak ve gerçekçi geliyor merhameti kendimin. Başlangıçların ve gülmenin annesi gibi hissediyorum. Güneşin doğuşunda hoş sohbet bir çocuğu dinlemek gibi hayatı deneyimlemem. Kendimi ara ara acıtsam da bu oyuncu çocuğun gülümsemesinden kaçamıyorum. 

17 Şubat 2024 Cumartesi

Tanrısız

 

 Dün sabaha kadar uyuyamadım. Uykuya daldığımda titriyordum. Bir tuhaf korkuydu beni uyandıran. Saçma bir kabus, içinde bilinmez yaratıkların beni rahatsız ettiği ve bedenimi ele geçirdiği…Havadaydım dualar okurken. Beni neyin büktüğünü bilmiyordum. Sadece her yer kıpkırmızıydı ve görüntüler bölük pörçüktü. Bozuk bir televizyonun cızırtıları duyuluyordu.

 Tüm gücümle, beni kaybetmemek için dua ettim değişik dillerde ve dinlerde. Kendimi bırakmak istemiyordum. Hayatım benle, elimde olmalıydı. Ama korkuyla savruluyordum.

 En sonunda, duvarları camdan bir ofisin içinde buldum kendimi. Uçsuz bucaksız bir denizin önüne inşa edilmiş camdan bir yapıydı bu. Su oldukça berraktı ve gün aydınlık. Ofisin halıları koyu maviydi. Ve en uçta, ufuğun göründüğü odada, ki odalar da cam duvarlarla birbirinden ayrılmıştı, babam ahşap masasının başında çalışıyordu. Acıyla eğildim önünde. Ve kurtarılmayı diledim. Yalvardım. Böylece anlıyorum şimdi, tanrısı olan insanların neden daha rahat uyuyabildiğini. Ben artık uyumuyorum. 

7 Şubat 2024 Çarşamba

Rüzgar ve Yağmur

 

 Rüzgar kılıcını hınçla çekmiş, en büyük yarasını almadan önce savsak bir hırsla saldıran o genç savaşçı gibi… Halbuki ben, tüm bu kuvvetler içinde kendini sessizce süzülmeye bırakmış bir küçük toz tanesiyim. Karanlık tünelleri, ıslak yolları ve kokusu genzi yakan o sokakları geçtim. Ve şimdi, rüzgarla beraber o savaşçının ruhunda ve zamanında tekrardan yolculuk ediyorum.

  Yağmurun gökten inişine bu cesur savaşçının omzunda şahit olmam gerekmez. Yağmurlar zerrelerimde saatlerini ve yükseldikleri yerlerdeki insanların anılarını sakladılar. Böylece vakur bir anlayışla aktım hayatlarından. Onları en çok neyin hasta ettiğini öğrendim.

 Eğer şimdi bu genç vücut, kılıcı sıkı sıkı kavramış beden dikilirse en şeytani yüzlerin önüne ve bilinçsizce parçalarsa gerilen o güven perdesini, ben geçmişimi izler gibi onu izliyor olacağım. Değiştirilemez ve pişmanlığı duyulamaz o geçmişi… Ve tüm o yağmurların, yas tutan insanların seslerini bindireceğim omuzlarına. Süzülmeyi ve yitmiş zamanlara bakmayı zorlayıcı bir bilgelikle öğrenebilsin diye.

4 Şubat 2024 Pazar

Tüm Zamanların En Derin Korkusu

 

 “Bu tarihin en korkunç hissi olmalı. Seçtiğim ailenin o özel ve en hassas ferdini böyle bir hezeyanda kaybetmek… Hem de daha derin bir dostluğun kapıları açılmamışken… Aslında bilmeden hissediyordum ne kadar yansıttığını en kırgın yerlerimizin birbirini ve ne kadar zorladığımı kendimi, anlatmamak için ona bulunduğu esrimenin etkisini.”

 Upuzun saçları kan ve derinin içinde öyle uzun bir süre yoğrulmuştu ki, bir et yığını veyahut nefes alan bir yara gibi taşlaşmıştı. Korkunç bir gecenin ışığını bir salı günü yakmıştı. Zavallı dostunu eski korkuların saklandığı bu karanlık ormanda, söylencelerin azılı kaynağında bulmuştu. Çam ağaçlarının, arasından umarsızca yükseldiği bir kayalığın kanın göl olduğu akıl ermez havuzunda yüzüyordu genç beden. Dümdüz siyah saçları ve nazik hatları kızıla karışmıştı adamın. 

 İlk bakışta geri durmayı denedi. Uzaklaştı hala nefes almakta, baygın bedenden. Yaralanmış bir ruhun bilgisini kaldıramadı. Tenine dokunan temasından kaçtı aniden. Onu hissetmeyi bırakmak istedi. Delikanlının karmaşayla kurduğu ilgiyi inkar etti. Renkli örnekler, canlı anılar sayıkladı bilmeden. Başka bir hatıraya uzanmak için yalvarıyordu içinden. 

“Benim kendi ruhumda bile daha bitmedi vazifem. Kaybolduğun bu dehşetin havuzuna şahitlikle savruluyor gövdem! Sana sırtımı dönmem en güzeli…”

  Dostunun bedenini et parçalarına basa basa taşıdığı havuzdan çıktı. Farkında olmasa da demirde yoğun bu çukurda fazla kalmıştı. Kimin bu vahşeti yarattığı açıkça okunuyordu. Sezgilerin ve değişen boyutların o ıslak canavarı, yuttuğu yerden tükürmüştü bir gövdeyi. Belli ki bu karanlık yaratık uzunca bir süredir yaralamaktaydı baygın bedeni. Bir çarpılma veyahut çözümü imkansız büyü gibiydi. Aklı en uç noktalarına kadar bulandırmış, şekil değiştirerek çıkmıştı faninin karşısına. Ama aynı yerden doğuruyordu öfkesini. Reddetmenin hezeyanını bir korku kılığında zihninde uyandırıyordu.

  Kadın, gözlerini acıyla inleyen dostundan alamıyordu. Görmezden gelmek, susmak veya terk etmek ona göre değildi. Ama bu yüz, bu kanla sıvanmış gövde ona çok tanıdık bir başkasını, gece karanlıkta onu kovalayan bir gölgeyi anımsatıyordu. 

 Kaşlarından sarkan deri parçalarını tiksintiyle sıyırdı. Gitmeye yöneltti yüzünü. Fakat duyguların dalgalar gibi başka uçlara köprü olduğu insan aklının gazabından kaçamadı. Kayalığın çamurlaştığını, havuza saçılmış deri parçalarının ve kanın toparlandığını gördü aniden. Kıpkırmızı bir et gibi kabardığını, nefes alıp verdiğini toprağın ve bir dudak gibi iki parçaya ayrılıp bir ağız gibi arkadaşını yuttuğunu…

 Gövdesine saplanan bulantı ve aklını karıştıran korkuyla çığlığı bastı. Koşmak için direndi ama kasları ayakta durmaya alışmamıştı sanki. Hareket edemiyordu. Emeklemeye başladı. Her şeye yeniden başlamış gibiydi. Konuşmak, bağıra bağıra yardım istemek geliyordu içinden. Ama anlamsız sesler dışında bir şey çıkmıyordu dilinden. 

 Toprak iyice kabarıyor, bir ağızdan tümseğe, tümseklere dönüşüyordu. Kan kokusundan uyuşmuş bilincinde et yığınını andıran figürler, güçlü kollar ve kemikler oluşuyordu. O ise korkuyla titriyor, kontrol edemediği kasları onu işetiyor ve kusturuyordu. Yükselen kan kırmızı toprak etrafını sarıyor, avucunun içine alıyordu onu. Yavaş yavaş yerine oturan silüetler bir yüzü ve kocaman iri gözleri inşa ediyordu karşısında. Bu korkunç yaratık onu yutmaya hazırlanıyordu. Tanımak için avını, o devasa gözlerine yaklaştırıyordu zavallı kadını. Gözlerinden evrenin bilinmeyen bir köşesinden, hiç tanımlanmamış, daha ürkütücü, başka bir varlık yansıyordu.