28 Aralık 2022 Çarşamba

Kafedeki Adam

 

 Kahvenin boğazı ısıtan sımsıcak dokusu, yükselen kahkahalar ve konuşmaların arasında kendisini bulmasına sebep oldu. Birçok yaşlının sıklıkla uğradığı, Münih’in göbeğinde bir mekandı burası. Bu yüzden o, içeri girdiğinde sorgulayıcı gözlerle karşılanıyor, sonrasında çizgili yüzler ona içten gülümsemeler dağıtıyordu. Seksen iki yaşına yeni basmış, kibar ses tonuyla insanı büyüleyen bir hanımefendi ile de tam burada tanışmış, dost olmuştu. 

 O gün çok yakın bir arkadaşının dans dersini izlemeye gidiyordu. Her zaman olduğu gibi bütün yolu yürümüş, yorulan bedenini dinlendirmek için bu kafeye girmişti. Kahvesini yudumlarken geçmişi bir sünger gibi çekmiş bu yüzleri izlemek istiyordu. Hiç yaşlanmayacakmış gibi izlemek…

  Hastalığı yüzünden titreyen küçük elleriyle kocaman kahve bardağını boğazını ısıtabilmek için kaldırdığında hemen karşısında oturan genç adamı fark etti.  Genç adam büyük bir telaş ve kaygı içinde kendi kendine konuşuyordu. 

 Onu görenin sadece kendisi olduğuna şaşırdı. Çünkü meraklı yaşlı kalabalığının ilgisini çekmiş gibi görünmüyordu. Böylece onu izlemeye karar verdi. 

  Genç, çok hararetli bir şekilde boşluğa bir şeyler anlatıyordu. Aslında daha çok, kendisini savunuyor, hayalinde karşısında oturan kişiyi ikna etmeye çalışıyor gibi görünüyordu. Dakikalarca onu izledi. Adama acımıyor, aksine hayalinde konuştuğu kişinin nasıl biri olduğunu anlamaya çalışıyordu. 

 Bir an saatine bakmayı akıl etti. Geç kalmıştı. Telaşla ayağa kalktı. Kapıya doğru hızla yürürken genç adamın konuştuğu kişinin kim olduğunu duymuş ve neden bu kafede buluştuklarını anlamış oldu. Adam, annesiyle konuşuyordu. Böylece yokluğunda bile insanı yargılayıp delirtebilecek bu hezeyanın izini açık bir şekilde görmüş oldu. 

27 Aralık 2022 Salı

Kadın

 

 Bacakları birbirine vur, zaten istasyon boş. Gün güzel… Gözler yorgun olsa da güzel… Bu hoş his yayıldığında, daha fazla sallayarak kıvrımlarını seni çevreleyen sıcak havadan başkasını görme. İnsanlar kırıtan doğandan korksa da görme. 

 Kadın şehveti… Ne güçlü…  Aldırış etmeden yayıyor tutkusunu.  Kadın şehveti ve yeni bir gün… Her ne kadar uyumasa da burada, benimle. 

 Bir tuhaf süzülüyor gençler. Bacaklarım mı yoksa gülünce çözülen iki dişim mi bu kadar baygınlaştıran ortamı? Daha fazla, daha fazla sallıyorum oraları. Beni bir kadın olarak iyi hissettiren bu, beğenilsin, beğenilmesin. Benim bedenim bu, zevklerin en güzeli beraber tattığım… 

 Kadın şehveti… Ne güçlü…  Aldırış etmeden yayıyor tutkusunu.  Kadın şehveti ve yeni bir gün… Her ne kadar uyumasa da burada, benimle. 

 Kadın şehveti… Ne güçlü…  Aldırış etmeden yayıyor tutkusunu.  Kadın şehveti ve yeni bir gün… Her ne kadar uyumasa da burada, benimle. 


26 Aralık 2022 Pazartesi

Uyku

 

 Belki daha erken bir saatte başlamış olsaydım yazmaya, şimdi uykuda olacaktım. Ama kendimi gecenin karanlık ve ürkütücü yansımalarına bıraktım. Öyle yansımalar ki, yüzüme büyük bir dehşetin izi, derinlikten uzak, bir hezeyanın son hali gibi bakıyorlar.

  En sevdiğim karanlıkta, herkes uykudayken ben insanlığı takip edemiyorum.  Uykuda ne oldu bilmiyorum. Bana uykumda ne oldu? Hastalıklı duyguların, hastalıklı gözlerin fısıltıları bir tekinsiz karartıya dönüşüp önümde durdu sadece. 

 Gündüzleri dinlemiyorum onları. Ancak geceleri şahlanıyor olmalı arzuları kirli zihinlerin. O halde uzak olmak istiyorum belirsiz varlıkların ilgisinden. Kendimle karanlıkta, yıldızlara ve şehrin ışıklarına bakarak uyuyakalmak, kendime sarılmak istiyorum. 

 Ben  sadece kendimi istiyorum ve kendimle mutlu olduklarımı. Yasakları, zorlamaları, olmayışları, homurdanmaları ve sonu gelmeyecekleri değil, sadece kendimde olanları. Hayatıma büyük bir harmoni içinde girenleri, çok uzak bir ihtimal bile olsa çok olağanmış gibi yaşananları, doğalında duran durumları… Ben uğruna yıpranmadığım, bana ait duyguları, mutlulukları istiyorum. Çünkü bunu hak edecek kadar açıklıyorum, dinliyorum, seviyorum ve üretiyorum. 

  O yüzden şimdi uyuyacağım. Yazdıktan sonra uyuyacağım. Uykuda ne olursa olsun, kendimle güvende olduğum için uyuyacağım. Benle uyumak huzurlu ve güzel olduğundan…

24 Aralık 2022 Cumartesi

Hoşnutsuzluk

 

 Otobüsün bu köşesi soğuk…  Biraz yalnızlık biraz da heyecan gibi kokuyor. Evden çok uzakta, karmaşık kokuların birleşimi gibi…

 Arkamda bir adam ağır bir aksanla hayata sövüyor sarhoşça. Bir kadın, hemen kapının yanında ninni söylüyor uykulu çocuğa. Bense keyifsizliğin ağrıyan yerlerini yazarak dindirmeye çalışıyorum kuşkusuz. 

 Kıymetli dostumla yaptığın ilham verici bir akşam yürüyüşünden sonra herkesin evine dönmesinin hoşnutsuzluğu olabilir bu yaşadığım. Ya da gecenin karanlığında hunharca savrulan otobüsün hiçbir yere varmayacak gibi zamanda öylece yol almasıdır sebep.

 Belki de insanlara açılan o kapıları, içeride bekleyenlerin olduğu o sımsıcak evleri kıskanıyorum. Neyseki geceleri yolda olmayı seviyorum. Yine de şehrin ışıklar söndüğünde doldurduğu en gizli açıklar dindirmiyor içimdeki o kesif rahatsızlığı.

 

22 Aralık 2022 Perşembe

Bana

 

Bir titreyiş alıyor bedeni,

Bir titreyiş, sessiz mizacın ardında kederiyle

Sinsi bir tuzak gibi 

Sende ve uzakta.

Şimdi söyle bana, 

Şayet bensem tutku dolu merakının nesnesi,

Ve uzattığın başını tanrına yaslanıp öylece

Karmaşık bir zihin olan bana,

Bana borçlanırsın aslında. 

Bu yüzden benden aldıklarını sakın hatırlatma! 

Ya da veremeyeceklerini hatırlama, ey tatlı yanım!

Çünkü uyanırsam bu dinmeyen açlığıma

Sevgiden yoksun, vahşi bir köpek gibi 

Geri almak zorunda kalırım.

Geri almak zorunda kalırım varlığının en güzel  anlarını.




20 Aralık 2022 Salı

As Above, so Below

 

 Uyumayı pek beceremediğim ya da uykuya daldığımda derinlere kaybolduğum için sık rüya görmem ya da gördüğüm rüyaları hatırlamam. Bugün gördüğüm bir rüya, yani kabus, beni, hakkımda geliştirdiğim inançları, aslında gizli korkuları, düşünmeye itti. 

 Görece geç bir saatte uykuya daldım yine. Rüyamda, gözlerimi açıp yukarı baktığımda beni izleyen küçük ve karanlık bir silüetin, onu fark etmemle kaçtığını gördüm. Bu, tüm vücudumun aniden felç olmasına ve kaslarımın korku içinde kasılmasına neden oldu. 

 Gerçekten uyandığımda çenemin ve yüzümün kaskatı kesildiği fark ettim. Rüyam öyle etkiliydi ki, herhangi bir inanç sistemine bağlı olmayan biri olarak oradan buradan duyduğum duaları tekrar ederken buldum kendimi. Kuran’dan bazı sureler okuyor, beni koruması için İsa’ya yalvarıyor, bir yandan da bazı pagan ilahilerini peş peşe sıralıyordum.  

 Her nasılsa beynim, bu ürkütücü yaratığı yazdığım tezle bağdaştırıyordu. Bu yüzden zihnim gün içinde düşündüğüm konuları tekrarlıyordu. Vücudum bu sarsıntıdan bitap düşmüş olacak ki aynı korku ve sayıklama içinde uykuya daldım.

 Şimdi, saat çok erken olmasına rağmen uyandığımda, hala etrafa korku dolu bakışlar atarken yazıyorum bu yazıyı. Ve kendimde gördüğümü kendime itiraf etmek istiyorum yeni güne başlarken. 

 Öncelikle yazdığım yazılardaki korku öğelerini beslemek için takip ettiğim bazı okült akımların beni etkileyip bu rüyayı görmeme neden olduğu korkak düşüncesiyle kendimi kandırmadığım için kendime teşekkür ederim. Bu düşünce doğru olsa bile, yıllarca insan hayal dünyasının geniş bir ürünü olarak hayranlıkla izlediğim bu fantezilerden şimdi etkilenip rüya görüyor olmam bu durumu farklı şekilde ele almam gerektiğini gösteriyor bana. Hatta kendime karşı biraz daha sert bir eleştiri olması bakımından Okült düşüncenin içinde tekrarlanan bir sözü hatırlatayım kendime: “Aşağıdaki yukarıdakine, yukarıdaki aşağıdakine benzer.”

 O yüzden tek bir soru sormak istiyorum ürkmüş zihnime: Nedir seni bu kadar korkutan? Aşağıda titreyen o genç ve yaratıcı potansiyelin ışığı mı yoksa yukarıdaki mükemmeliyetçi hırsın kendini bitiren o küçük, çirkin karanlığı mı? Hangisi? 

 Kaos dolu zamanlarda hayatta kalmak için zorlu mücadeleler vermiş olabilirsin. Ama iyi giden şeylerden, güzel zamanlardan korkmak zorunda değilsin! Her türlü korkan da sensin, korkutan da sensin! Yapma!

 

19 Aralık 2022 Pazartesi

O ve Ben

 

 Tüyleri ve nefes alışı hafiften çıkmış karnının… Uzun saçları belinde ve gözlüğünün ardında kaybolan yüzü… Çok hızlı ve büyük bir kavga ile büyüdü. Ormanın içinde, ufacık… Ve dostları vardı hiç vazgeçemediği. Yıkmadığı düzenleri vardı. 

 O, yaratma cesaretini doğadan, sessizce izlediği insanlardan ve yazarken hissettiği heyecandan alırdı. Ve aşk vardı tabii cebinde. Aşık olmayı çok severdi. Ama çok az kişiye tutkuyla bakardı. 

 Sokakları kilometrecelerce yürürdü. Tanımadığı insanlara gülümser, aşık olduğunda susar ve hiç çekinmeden yazardı. En iyi çalıştığı zamanlar geceleriydi. Herkes uyuyunca uyanırdı onun zihni. Kanatları çırpınırdı her anladığında daha derin bir anlamı. 

 Kendiyle kavgası olan, hasetle dolu insanlardan farklı olarak öğrenmenin yolu kesildiğinde kızardı o. Bilgili kadınlara hayran kalır, onlara ayrı teşekkür ederdi içinden. Bir gün hepsinin bir olup en güzel günlere yürüyeceğine inanırdı. 

 Sevilmemekten korkmaz, barışır; özlemez ama hatırlardı. Asla geriye dönmek istemedi. Her yer değişmiş, ev hiç olmamış ve yeni zamanlar doğmuş olurdu. Bu yüzden o, çok ayrıntılı hayaller kurar, eskiyi şimdiye katardı. Eskimiş tanrıları olurdu hayallerinin. 

 O, hayatta en çok sevdiğim kişi. O sadece bana ait ve bende. Benimle… Ayrılamayız birbirimizden. Herkesin birini böyle sevme ihtiyacı fikrimce bu yüzden. Hayatı daha iyi yapabilme ve yaşanılabilir kılma gerekliliğinden…

17 Aralık 2022 Cumartesi

Cumartesi

  Başardığım şeylerden konu açılıyor. Sanki çok önemliymiş gibi. Yolda naif, titreyerek yürüyen bir adam var. Benim dişlerim kamaşıyor. Takip etmek varken kahve kokusunda vakit kaybetmek niye? 

 Karanlık bir ifadesizlikle odaklanmış halim ilgi çekebilir. Ama ben kuşları çizmediğim zamanlar o adamın kıvrımlarını düşünüyorum. Çapkınca oyunlarda karşıma oturanlar çok da önemli değil. “İsterseniz hep beraber kalkıp onun yanına gidelim?” Hiçbir şey yapmadan bu durumdan zevk alması gereken benim. 

 Aydınlanmış şahit, bazı şeyleri topluma aykırı bir şekilde ifade ettiğimi söylüyor. Kadınlıktan güç alıyor olmam özel değil miydi? Bugün cumartesi. Özgürse bir zihin, fışkıran şelalelerin parçası olmak dışında ne düşünebilir. “Sessizliğiyle dengelerimle oynayan şeyler var.”, dedim. Gözün hemen altında, asice sırıtan bir ben ve serseri siyah saçlar… Tabiki de çevremde kıvrılan bedenlerin ardında tek bir şey göreceğim. 

 Yirmi beş, biraz daha ileri sayım, başka sayıların özü… Gerekliliklerini yapıyorum ve utanmadan belli ediyorum. Yazdığım şiirleri ezbere söyleteceğim bir dudak var. Şimdi söylentiler olup onun yanına gidelim. Umarım, yeterince öğrenmiştir. Onun için kaçak bakışlarını bir yerlere saklama zamanı. Çünkü bu sefer şiirleri soran benim.

 

 

14 Aralık 2022 Çarşamba

Kim?

 

 Ey göçen göz,

 Sen bu dilleri soğukta buz, kararda keskin bellemişsin.

 Halbuki siste parlayan yıldızlara sorsan

 Nankörlüğüne sövüp seni güneşten mahrum ederlerdi.

 Kaçan sen, korkan sen, mahkum sen,

 Sensin olamayan, sızlayan yürek!

 Şiirler tutamaz seni, silinirler ancak ardından

 Seçen sen, susan sensin!


 Denizlerin dibinden, kuşların renginden haykırsa biri ne fayda?

 Us bu dehlizinden kurtulamayan,

 Bir yaz esintisi yüreğime hiç kavuşmayan.

 Bu esintili bekleyişler yersiz bana!

 Duran ben, yolda susuz ben,

 Sensin dokunamayan, dertte yürek,

 Kibir de sen, inkar da sensin! 

 

22 Kasım 2022 Salı

Ev

 

  Boğazda dalgalanan deniz, hiç söyler mi adını uzakta titreyen bedenlerin? Çocuk çığlığıyla yırtılan göğü İstanbul´un, bir lütufla yabancı toprakların üzerine yağar mı? Geride ev, masumiyet kalmadı. Bu derin köksüzlük kesmek üzere gerilen boyunda çırpınan nefesi. Özlemek de, dönmek de işkence benim için.

 Ben, arzuladığım, yüzümü döndüğüm karanlığın içimde dağılmış binlerce parçayı nasıl sakladığını biliyorum. Kimi koklamak istediğim, hiç duymadığım bir kokunun yalnızlığına bağlı. Saçta kömür, tende beyaz, bir ev benim yitirdiğim. Dumanı hiç tütmemiş, ocağında aş pişmemiş, tuğlası örülmemiş bir ev… 

 İşte bu yüzden aranmakta bu beden. Fakat adımda yoksun, bulmada beceriksiz, söylemede tutuklu. Zaten az şey var  acıyla yıkılmasını engelleyen. Yalnız bir adanın ortasında eğilen kupkuru bir çınarın parçası… Işıltılı kaldırımlarda onuruyla süzülen bir tülbent… Ve kavgasında başını eğmeyen dik bir yokuşun gürültüsü… 

 

 

 

19 Kasım 2022 Cumartesi

Ters

 

 Beli öyle bükülmüş, göğsü öyle geriye itilmişti ki, kafasının arkası topuklarına değmeye başlamıştı. Halbuki o tepesinde yükselen ayı görmek istiyordu. Gökteki o bembeyaz, o en uzak ama en yakın olanı… 

 Gözleri sımsıcak kırmızılıkla kaplanırken o, kanı ile ıslanan alnında ve saç diplerinde hissediyordu çözünmeyi. Damağından genzine kadar uzanan bakır iğne ağırlaşarak kafasını toprağa bastırıyordu. 

 O, iki ayağını yavaşça havaya kaldırdı. Şimdi amuda kalkmış bir pozisyonda duruyordu. Madem kafasını topraktan kaldıramıyordu, ayakları göğe uzanmalıydı. Böylece tepe taklak çevrilen dünyayı bir minare gibi yükselen ayaklarından görebilecekti. 

  Gözleri burnundan akan kanla kaplanmıştı. Kırmızılığın ardından görmeyi bıraktı. Gözlerini sıkı sıkı yumdu. Öyleki, ikisi birden derinin altında kayboldu. Geriye sadece ağız ve burundan oluşan bir yüz kaldı. 

  Derinin altında kaybolan gözler vücudunda bölüne bölüne göğe doğru ilerledi. Ayak tırnakları, tırnak derisinde ayrıldı. Her ayak parmağında, deri ile tırnakları arasında birer göz oluşuverdi. Ters yüz, üzgün bir ifade aldı. Çünkü gülüyordu. 

 Kargalar tersine duran bedenin etrafına toplanmaya başladı. Her biri kafasını toprağa yapıştırmış, kendi etrafında dönüyor ve göçlerde gördükleri nice kuşun hikayesini anlatıyordu. 

 Ters beden, bacakları uzaktan havada uçan bir üçgen gibi görünecek şekilde birleştirdi ayak tabanlarını. Birbirine yaklaşmış on tane göz, dimdirek aya bakıyordu böylece.Ay öyle parlak, öyle güzeldi ki, gözleri yaşarıyor, ayaklarından gözyaşları süzülüyordu. Bu gözyaşları çıplak bedenine damlıyor, özellikle apaçık görünen kadınlığını ıslatıyordu. Islaklık şekerli bir koku yayarak ormandaki diğer hayvanların, bedenin etrafında toplanmasına neden oluyordu. 

 Tilkiler kafaları toprağa yapışık şekilde kendi etraflarında dönerken kuyrukları sert rüzgarlar yaratıyor, yılanlar kafaları üzerinde dikelerek tersine bedeni taklit ediyordu. Kadınlığı ışığın altında sırılsıklam göğe çekilmek için tüm katmanlarını zorluyor, etli vajina yüzeyiyle titreyerek suyun dibine süzülen bir ahtapotun birine yapışık uzuvlarını andırıyordu. Zar zor nefes alan kafası ise burnuna kadar toprağa batmıştı.

 Tüm hayvanlar delicesine inliyor, o ise kahkahalar içinde mırıldanıyordu. Ormanın ortasında yükselen sesler göğü bile büyülüyor, onu, bir mıknatıs gibi yüzeye, denizlere, şehirlere ve cadıların gizli gizli toplandığı dağlara doğru çekiyordu. Kurtlar yaklaşan o koca maviliği gördükçe kendinden geçiyor, her bir kurt kafasını vajinanın üstüne koyup yıldızlara bakıyordu. Toprak gerildikçe geriliyor, gök parçalanarak evrene savruluyordu. Böylece evren, ayaklardan süzülen gözyaşları ile sulanıyor, sırılsıklam oluyordu.

 

8 Kasım 2022 Salı

Korkma

 

Gözleri trenin bir köşesine akmış,

Baharın mumları sökülerek sönüyor,

Sönme, dostum sönme.


Bir yerlerde yitirilmiş sevgisi

Kanatarak olmayan anıların en eskisini,

Kanama,dostum kanama.


Bak, bu yıkılmalar senelerin izi,

Hep sendin güneş yüzünü çeviren karanlığa,

Şimdi titreyince bacakların

Söküp atar gibi boğazını

Yılma, dostum yılma.


Şarhoş bir adam inler trenin kirli yerlerinde,

Senin de mecalin yok kaldırmaya ölmüşleri

Ölüleri unutma, dostum unutma.


Sayıklayınca yaşlanan dostlar keşkeleri,

Hatırlayıp da genç bedenin yarım kalmış hislerini,

Pişman olma, dostum pişman olma.


Geriye bakmanın kalbine dertten öte ne zulmü var,

Zulmü içip aç karnına bir ekmek sokamadıktan sonra.

Ki senin açlığın ensenin en masum kokusunda gizli,

Bu sevgisizlikte korkma dostum, korkma.

6 Kasım 2022 Pazar

01:14

 

 Şayet bilmenin telaşı uyutmuyorsa beni ve “ben” i  öğrenmenin yorgunluğuyla sararıyorsam içimde savrulan kavgalarda da, yüz çevirene küstüğüm sorgularda da haklıyım. 

 İnsan kendini öyle kolay kazımıyor, kazanmıyor hiçbir zaman. Sanrılarını da korkularını öyle alelade yüklenmiyor sırtına. Ben hatalarıma verdiğim tepkileri elbette ki savunmuyorum. Kafa karışıklıklarım, arzuların ardından gösterdiğim acelecilik ve çabuk dağılan dikkatim beni yanıltıyor. Fakat bir konudan, bir odaktan asla kaldırmıyorum gözlerimi. Asıl beni, daha örtülmemiş ve üstüne yazılmamış olanı bulmaya çalışmaktan asla vazgeçmiyorum. İnsan yalancı bir dosttan, sıkıcı bir işten, onca emekten ya da görmezden gelen bir sevgiliden kolayca vazgeçer. Ama kendinden anca ahmaksa gider. Kendime birçok sıfat takabilirim olumsuz. Belki bu olumsuz sıfatları destekleyecek bir sürü insan da bulurum. Ama ahmak değilim. 

  Kendimi bulma çabam birilerini, bazı toplumsal değerleri, sevgileri ya da beklentileri çiğniyor, görmezden geliyorsa afaroz edilme onuruna hemen, şimdi erişebilirim. Ama kendinden giden bir ahmak olmayacağım. Hatta gözlerimi daha çok, daha daha çok açacağım kuşkusuz. Her hareketimi, kolay kandığım sevgileri, umarsızca kurduğum hayalleri ve kızınca kızaran kaşlarımı denetleyeceğim. “Neden?”, diyeceğim ben de. Neden? Nedir beni, bu amansız kırgınlıklara, terk edilişlere ve terk etmelere iten? Hangi güç delicesine düşündüren bir kuşun kanadının eşsiz güzelliğini? 

  İnsan davranışınlarını yorumlama cüretini, ne kendinden zayıfların bacak arasında ne de yüzlerce satırdan sayılarda aramalı insan. Aklı olan insana  hatadan muaf ilk veri, “kendi” dir. Kendim hakkında gösterdiğim merakı ve tutkuyu, kendini başkalarının gözünden izlemeye alışmış kimseler sorgulayacaksa ben o yanlış sorgunun içinde olmam.

27 Ekim 2022 Perşembe

Mektup

 

 Ve yabancı karanlıkta yürümeye devam etmiş. Sokak lambaları eskisinden kısık, insanlar cıvıl cıvıl sokaktaymış. Sakin bir müziğin çaldığı, duvarları ahşapla çevrelenmiş kahveciye girdiğinde yabancı, çoktan yorgun ve susuzmuş.

  Kahvecinin en uzak köşesine, kimsenin kolay kolay görmediği bir yere yerleşmiş. Elinde kirli, uzun süredir beklediği için dışı sararmış bir mektup varmış. 

 Yabancı zarfı büyük bir sabırla açmış. Yüzünde anılara hürmet eden bir hal varmış. Zarfın içinden kırmızı renkli bir kağıt çıkarmış. Kağıdın üzerinde oldukça muntazam bir el yazısıyla bir tek cümle yazılıymış. Yabancı cümleyi hızla okumuş. Yüzünde hüzünden uzak, beklediğini almış bir kişinin ifadesi varmış. 

 Mektubu kahvecinin masasına bırakmış. Üstünde dumanı tüten, kibar bir kadın garsonun getirdiği kahveyi içmeden masadan kalkmış. Ve kahveciden çıkmış. Mektubun üzerinde, “Hiç deneyimlemediğin, ihtiyacın olan o şeyin karşılığını elbette ödemeliydin”, yazılıymuş.

 

26 Ekim 2022 Çarşamba

Yetersizlik Hissi ve Kendilik

 

 Son günlerde yazmaktan çok kendi kendime kalıp bütün düşüncelerimi belli bir düzleme oturtmaya çalışıyorum. Fakat bazen, belki de yoğunluğumdan, düşüncelerimi doğru bir sıralama ile incelemek zorlaşıyor. Bu sebeple yazmamın daha doğru olacağını düşünüyorum.

 Kabul etmeliyiz ki sonsuzluğun içinde eksik bir canlı, anne memesinden koptuğundan beri yalnız bir varlık olarak insan, her zaman içinde bulacağı boşluk ve yetersizlik hissiyle boğuşmak zorunda. Bu hislerin tamamen yok olmasının ihtimali yok elbette. İnsanın yaradılışı maalesef buna izin verecek çözümleri ortadan kaldırıyor. Fakat kişi kendi varlığının bu çetrefilli yapısıyla barışabilir, bu yapıya rağmen hayatı yaşanılabilir kılacak bir metot geliştirebilir. Bunu tabiiki de tam anlamıyla başaramayabilir. Lakin buna çabalamak, “yolda olmak” bir insanın, “Bu hayatı layıkıyla yaşadım.”, diyebilmesi için yeterlidir. 

 Kişinin geliştireceği her metot tamamıyla öznel ve salt bir şekilde kişiye has problemlere çözüm olduğundan bu yolculukta “kendi” ile olabilmek önemlidir. Burada kişiye has problemlerden kastım, her kişinin eksik varlığına gösterdiği tepkinin farklı oluşudur. Bu noktada “kendi”, “kendilik” hayati bir yere sahiptir. 

 Bizler ailelerimiz ve toplum tarafından yöneltilen yargılarla kirletilmiş, saf halinden uzaklaştırılmış ve bastırılmış sözde “kendilere” sahip insanlarız. Açık olmak gerekirse hepimiz bir noktada sahte benliklere sahip olabiliyor, asıl “kendimiz” dediğimiz şeyin, biz bile farkında olamayabiliyoruz. 

  Ben kişinin oluşturduğu sahte benliklerin farkında olup bu benlikleri neden oluşturduğuna dair düşünmesi taraftarıyım. Özellikle travmalar karşısında aldığımız yarayı yalarken büyük bir korku ve belki öfkeyle oluşturduğumuz bu sahte benlikler yolculuğumuzun en büyük engelleridir. Travmalarımızı objektif bir şekilde inceler, onları konuyla alakalı okumalarla ile çözümlemeye çalışıp sezgilerimizin gösterdiği yoldan ilerlersek daha çabuk bir şekilde başarıya ulaşabiliriz. 

  Bu yol size ait. Yöntemler, savaşlar, başarısızlıklar da… Önemli olan şeyin “yolda olmak” olduğunu unutmamanız ve yitirdiğiniz kendinizi en hızlı şekilde bulmanız dileğiyle… 



 

Yabancı, Genç Kadın, Yaşlı Adam ve Sarhoş

 

 Bir gün upuzun saçları ve çatık kaşlarıyla bir yabancı, Münih’in altında gıcırdayan o koca trenlerden birinin içine hışımla girmiş. Burun delikleri büyük bir hırsla açılıp kapanıyor, kıpkırmızı gözleri ve ısırdığı dudaklarını ıslatan kan, görenleri ürpertiyormuş. Nereye oturacağını bilemeden trenin sonuna kadar hızla yürümüş. Bu sırada onu yetmişlerinin sonlarında yaşlı bir adam izliyormuş. 

 Yabancı kendini sanki kocaman bir kütleyi yıllardır taşıyormuş da artık kaldıracak gücü kalmamış gibi atıvermiş kahverengisi solmuş deri koltuklara. Yabancının yığıldığı koltuğun hemen karşısında kıvır kıvır saçlarıyla oynayan genç bir kadın varmış. Bu yığılışın gürültüsüyle irkilmiş kadın. Kadının irkilmesini fark eden yabancı daha çok hiddetlenmiş ve başlamış içinde sadece kendisinin, uyuyan bir sarhoşun, genç bir kadın ve yaşlı bir adamın olduğu treni inletmeye. 

 “Anlamıyorum neden olduğunu bu boşluk hissinin

  Ve beni kemiren bu yetersiz düşüncelerin!

  Şayet böyle yaratacaktıysa, böyle beceriksizse bu Tanrı

  Ne gereği vardı doğurtmaya bu eksik canlıyı!

  Ey şehirlerin bir eskisi,

  Ben yitirdim raylarında bu kendiliği!”

 Bu sözler karşısında gülmesini tutamamış genç kadın, basmış kahkahasını. 

“ Siz, ‘kendilik’ mi dediniz? Siz kendiliği ne bilirsiniz? Baksanıza dudaklarınız soyulmuş kaygıdan, belki kibirden. Kendine işkence eder mi kendini bilen? Var mı kendiliği bulup da yitiren? Siz sadece koptuğunuz memeye hasettesiniz!”

 Yabancı eliyle yoklamış göğüslerini. Kendinden uzakta oluşunun ne kadar süredir farkında olduğunu ve bunun ne kadar acı verdiğini düşünmüş. “Belki de doğduğumdan beri…”, diye geçirmiş içinden. Ayrıca bir memeye hasette olmadığını, kendi göğüsleri dışında başka bir memeyi hiç görmediğini düşünüp üzülmüş. Süt tadı eksik gelmiş ağzına. Bu haset değil, hiç bilmemekmiş.

 O bunları düşünürken yaşlı adam, yabancının karşısında oturan kıvırcık saçlı genç kadının sözünü kesip başlamış konuşmaya. Yabancıya akıl verenin genç, güzel bir kadın olmasından rahatsızlık duyduğu belliymiş. 

 “ Siz küçük hanım, genç ve güzel, lakin bu konuda fikir beyan edemeyecek kadar cahil ve deneyimsizsiniz. Bu kendilik safsatası psikologların heyecanlı kalplerinde sayıklayıp duyduğu bir söylencedir. İnsan, savaştığı ve kendi yarattığı, hissettiği son haldir. Ve bu son halin en yüce şekliyle kendini ifade edebilmesi için dövüşmeli, yücelmeye engel olacak duygular yenilmeli ve çok çalışılmalıdır. İnsanoğlu yüzyıllardır bu zayıf, naif, sezgisel saçmalıkları kendi içinde yenip mantığın ışığında yürüyenlerin hikayelerini anlatır durur. Etrafınıza bakınız! Bizi üstün kılan budur! Bizdeki ne eksiklik ne de boşluktur. İnsan, aklıyla gücün ve iktidarın en büyük temsilcisidir.” 

  Bu sözler karşısında hiddetlenen genç kadın daha çok konuşuyor, parmakla adamı gösteriyor, izleyen birileri varmış gibi adamın üstten bakan tavrını tüm dünyaya göstermeye çalışıyormuş. Yaşlı adamsa kadının güzelliğine ve deneyimsizliğine sürekli vurgu yaparak bir yere varmaya çalışıyor gibiymiş.

 Yabancı onların arasında, dalgınca sadece iki sözcüğü sayıklamış.

  “Sezgi, mantık. Sezgi, mantık…”

 Yabancı yavaşça ayağa kalkmış. Artık eskisi gibi kızgın ve tedirgin değilmiş. Hararetle tartışan o iki insanın ya da iki yanın arasından geçmiş. Koltuklardan birinde kusmakta olan sarhoşu kucaklamış ve trenden inmiş.


8 Ekim 2022 Cumartesi

Bir Tuhaf Anı

 

  Yağmurun ıslattığı kaldırımda boylu boyunca uzanmış, gri göğe bakıyordu. Evlerin çatılarının döküldüğü bu sokakta, kuruyup çatırdayan ağaçların ardında, balkonuna rengarenk süslerin asıldığı bir evdi beyninin her köşesini uyuşturan. 

 “Hafif kumraldan sarıya çalan upuzun saçların tuhaf kokusu… Yemyeşil gözleriyle biri her şeyin farkında. Uzaklarda bir başkaları da…”

 Gürüldeyen midesini eliyle bastırmaya çalıştı.  Beli öyle korkunç bir şekilde ağrıyordu ki, bacakları vücudundan ayrılıyormuş gibi hissediyordu. Ağzında tuz tadı vardı. Saçlarının üzeri de beyaz beyaz tuz olmuştu. Tuzla olan ilişkimin bu kadar çarpıklaşmasının sebebi bu olabilir mi, diye düşündü. 

 Sarsılarak doğrulmaya çalıştı. Yağmur bacaklarının arasından yola kıpkırmızı bir hat açıyordu. Kadınlığına dokunduğunda derin bir nefes aldı. Bu rahatlamanın ardında korkunç ağrılarının sebebi vardı. 

 Vücudundaki titreyişlerin yanı sıra zeminleri titreten bir başka şey de onu sarsıyordu. Sanki çok büyük bir kütle, kocaman bir canavar, ortalıklarda umarsızca koşturuyordu. Bu yaratık, her sözüne ve benliğine işleyen o koca kanatlı, uzuvlarını aşağı çekiştirince pürüzsüz bir vajinayı andıran dostu değildi. O kütle öyle bir şeydi ki, onu tepkisiz bırakıyor, bazen de tüm geçmişini unutmasına sebep oluyordu. 

  Burnuna keskin bir ter kokusu geliyordu. Açlığı ise boğazına bir asit gibi uzanmaya başlamıştı. Balkonunda süslerin olduğu, balık porselenlerinin asıldığı evden gelen makarnanın kokusu, ciğerlerine dolup zihnini bulandırıyordu. Sert bir ses tonuyla, “Bana yok!”, dedi. Her harfe hınçla bastırarak tekrarladı.

  “Bana yok!”

  Yavaşça doğruldu. Rüzgar öyle hiddetlenmişti ki yağmura engel oluyor, o evin balkonundaki süslerin duvarlara vurmasına neden oluyordu. Kaynayan makarnanın sesinin geldiği yöne doğru yürüdü. Eve yaklaştıkça ter kokusu daha şiddetleniyordu. Bu koku onu öyle kızdırdı, öyle bir hezeyanın içine soktu ki, vücuduna sinen her zerresini kokunun kazımaya çalıştı. Evi çevreleyen çitleri tekmeleyerek parçaladı. 

  Evin bahçeye açılan kapısından çıkan beyaz tüller, rüzgarda delicesine dans ediyordu. Bahçedeki taşlar onda tuhaf bir şekilde sek sek oynama isteği uyandırsa da o, hedefine, kapıya kitlenmiş bir şekilde yürümeye devam etti. Kapıdan içeri girmeden ayaklarını daha çok çamura buladı.

 Kapı doğrudan mutfağa açılıyordu. Mutfak çekmecesinden tahta saplı, sapının üzerine kırmızı çiçeklerin resmedildiği bıçağı aldı. Mutfaktan içeri yürüdüğünde ahşap merdivenleri, merdivenlerinin hemen karşısındaki küçük sediriyle evin girişini gördü. Girişteki telefonun çalmasıyla irkildi. Telefonun sesi yitirdiği umutların seremonisi gibiydi. Telefonun ahizesini yavaşça kaldırdı. Sessizce diğer uçta konuşan kişiyi dinledi. 

  Genç bir kadın anlamsız konulardan bahsediyordu. Kadının konuşmalarını dinlerken gözlerinden yaşlar süzüldü. Boğuk bir sesle telefonun ardındaki kişiye, “Ne zaman geleceksin?”, diye sordu. Gelen cevaba alaycı bir şekilde gülerek kapattı telefonu. 

 Elindeki bıçağı büyük bir öfke ile sıkıyordu. Merdivenlere doğru yöneldi. Duvarda çiçeklerin ve folklorik figürlerin işlendiği birkaç resim vardı. Merdivenlerden çıkarken sayıkladı: “Yarın değil, sonraki gün değil, sonraki gün…”

 Üst kata çıktığında odalardan birinde inleyen, homurdanan biri olduğunu fark etti. Homurtuların yükseldiği odaya yaklaştıkça keskin ter kokusu daha başka bir kokuya, vücut salgılarından korkunç bir esintiye dönüşüyordu. 

  İniltilerin geldiği odanın kapısı kapalıydı. Kapıya dokunduğunda elleri yapış yapış oldu. Kapıyı dirseğiyle açtı. İçeride plastik, şişme, siyah bir yatağın üzerinde jölemsi bir yaratık, yemyeşil suratıyla homurdanarak yatıyordu. Bıçağı yaratığın yattığı şişme yatağa savurdu. Yatağın havası bir ıslık ile inmeye başladı. Jölemsi oluşumsa havası inen yatağın üzerinden kayıp tüm tabanı kapladı. 

  

  

 

4 Ekim 2022 Salı

Üç

 

 Bugün çok yakın dostum olan bir beyefendinin söylediği bir söz beni oldukça düşündürdü. Öncelikle bu dostumu dinlemekten ne kadar zevk aldığımı belirtmek isterim. Her muhabbette algılarımı daha da genişletiyor oluşunu işindeki profesyonelliğinden çok, kendi iç görüsüne bağlıyorum. Bu yazıda kendisinden bahsettiğimi anlayabilmesi için ona “Aydınlaşmış Şahit” diyeceğim. Kendisi, yazılarımı okumadığında darıldığım tek kişidir. 

 Aydınlanmış Şahit bana, bir aşk ilişkisini diri ve iri tutan şeyin üçüncü bir kişi olduğunu söyledi. Bu noktada ilk olarak bir aşk ilişkisini veya bir ikiliyi partner yapan şeyin, üçüncü bir göz, yani toplum olduğu düşüncesi geldi aklıma. Yani iki insanın bir bağlılık, bir ilişki ya da bir dinamizm içinde oluşu ancak bir başkaları görüp onayladığında gerçek olabilir sonucuna vardım. Bunu net bir şekilde evlilik kurumuyla görüyoruz zaten. Kişilerin bir bağlılığı veya bir ilişkiyi kendi zihinlerinde belli bir temele oturtması için kendilerini toplum içinde açıkça deklare etmeleri gerekiyor. Bu düğünler, yüzükler veyahut tuhaf tuhaf adetlerle taçlanıyor. 

  Aydınlanmış Şahit sözünü bitirir bitirmez vardığım bu sonucu kendisine söyledim. Bu düşüncemi onaylamasına karşın bana, ilişkinin dışındaki gerçek üçüncü kişilerden ve çok eşlilikten bahsetti.  

 Dostum konuşmaya devam ederken aklım beni, başka bir boyutta, kimsenin aşkının mülk gibi edinilmediği ya da tüm erkeklerin aşkına sahip olduğum bir küçük hayali ortama götürdü. 

  Bu ortamda mavili morlu loş ışıklar, üstüne farklı farklı kuşların işlendiği sütunlar, sütunların diplerinde mozaiklerle süslenmiş merdivenlerin indiği havuzlar vardı. O havuzlarda ve sütunların nahoşça indiği taşlı yollarda sarışınından esmerine, her çeşit bedende ve güzellikte erkekler dans ediyordu. 

 Aydınlanmış Şahit’in konuşmaları boğuk boğuk soğuk taşlarda yankılanırken o güzel erkeklerin danslarından sıçrayan ılık terler yüzüme vuruyordu. Bütün bu sallanan ya da kıvrılan güzelliğe rağmen, ışığın kısıldığı ve nefeslerin sustuğu o en uzak köşede bir tek beden tüm dikkatimi kendi üzerine çekiyordu. Üstüne üçüncüler, güzel erkekler, toplumlar ya da sözler yansıyan bir tek beden… Tüm bu güzellikler etrafı sardığından özel olabilen bir tek yüz… 

  Böylece Aydınlanmış Şahit’in sunduğu argümanı kendi nezdimde doğrulamış oldum. Bir başkaları etrafı sardığında, o bir tek kişi için olan aşk iri ve dirileşiyordu. 

 Bir anda kendimi gerçeklikten kopmuş hissettim. Bu hayaller tüm bu penguen güzellemelerine ve o büyük sözlere aykırı düşüyordu ki gerçek etrafımı çevreleyen şeydi. Neyseki dostumun sorduğu zekice bir soru sayesinde bu hayali ortamdan ayrılabildim. Yine de o sütunları izlemeye birçok kez gidecektim. 

  

29 Eylül 2022 Perşembe

Soru

 

 Bira festivalinde hastalığı kaptığım ve öksürmekten uyuyamadığım için dün aklıma takılan bir soruyu burada kendi kendime konuşur gibi cevaplamaya karar verdim. İlgilerini beğendiğim ve saygı duyduğum bir kadın, “Eğer kanıtlamıyorsam zeki olmanın ne anlamı var?”, yani “Eğer bir gerçekliği kanıtlayamıyorsam zeki olmanın anlamı yoktur.”, önermesinin tersinin ne olacağını sormuştu. Önermenin tersi basitçe, “Eğer bir gerçekliği kanıtlayabiliyorsam zeki olmanın bir anlamı vardır.”, şeklindedir. Burada “anlamı olmak” fiilini “işlevlilik” olarak ele alırsak zeki olmanın bir işlevi olduğu, görece daha zeki olmanın farklı sonuçlar yaratabildiği düşüncesi oluşuyor kafamızda. Buna göre, zekamız, ancak bir gerçekliği kanıtlayabildiği ya da o gerçekliği doğru bir şekilde fark edebildiği sürece işlevlidir. 

  Bu noktada “fark etmek” ve “kanıtlamak” kelimeleri önem kazanıyor.  Bir gerçekliği kanıtlamak için onu önce fark etmek gerekiyor. Beni en çok düşündüren soru şu oldu:  Zekaya işlevlilik katan şey bir gerçekliği fark etmek mi yoksa kanıtlamak mı?

 Bunu irdelemek içi yerçekiminin keşfini ele aldım. Yerçekimi önümüzde bir apaçık gerçeklik, bir olguydu. Ve biz bu gerçeği fark edip buna göre hayatımızı şekillendirmeye başladığımızda elmanın yere düşüşünü izleyen herhangi bir canlıdan farklı bir işlev kazanmış olduk. (Burada herhangi bir canlıdan bizi farklı kılan şey zekamız.) Böylece fark etmek zekanın anlamlı olması bakımından önemli. Fakat bu her zaman için geçerli değil. Herkesin farkında olduğu, fakat kanıtlanmasının ya da kanıtlanması için geliştirilen metotların zekayı işlevli yani anlamlı kıldığı birçok örnekle çevriliyiz. Böylece farkındalığın zekayı işlevli kılmada önemli bir faktör olduğunu; fakat,  işlevi katan asıl gerekliliğin bir gerçekliği kanıtlayabilmek olduğunu görmüş oluyoruz. 

  Bu önermenin karşıt-tersi de hoş  anlam çıkarıyor. Ben önermenin karşıt-tersinin, “ Eğer zekamın anlamı varsa bir gerçekliği kanıtlayabilirim”, olacağını düşündüm. Yine “anlamı olmak” kelimesini işlevlilik bakımından ele alırsak bir gerçeğin bir kişi tarafından fark edilmesinin, tartışılabilmesinin ve bunların sonucunda kanıtlanabilmesinin kişinin zekasına bağlı olduğunu görmüş oluruz. Aynı örneği düşünelim. Yerçekimi önümüzde yüzyıllardır duran bir gerçekti, fakat kanıtlanması için Newton’un zekası gerekti. 

  Sonuç olarak önermenin tersi ve karşıt tersi bize, zekaya işlev kazandıran şeyin, fark edebilme ve kanıtlayabilme yeteneği olduğunu; fakat, bir şeyin fark edilebilmesi ve kanıtlanması için zekanın bir işlevi olması gerektiğini gösteriyor. Daha fazla düşünmek isterim. Ama saat dört oldu. Öksürüğüm de kesildi biraz. Sıkılmış da olabilirim, bilmiyorum. Size iyi uykular.

Not*: “Anlamı olmak” fiilini işlevlilik üzerinden ele almamın sebebini sormanız ya da sormam gereken kişi ben olmayacağım. 

Not**: “Eğer kanıtlamıyorsam zeki olmanın ne anlamı var?”, sözünü, “Eğer bir gerçekliği kanıtlayamıyorsam zeki olmanın anlamı yoktur.”, şeklinde yazmamın sebebi sözün, geçtiği yerde bir soru olarak değil, benim yazdığım şekilde ima edilmiş olmasıdır. 

4 Eylül 2022 Pazar

Mit

 

  Ormanın kuru yapraklarla kaplanmış ufak bir gölünün ortasında, kalınca bir kütüğün üstünde sırılsıklam oturuyordu. Gölün etrafını sarmış onlarca kedi parlayan gözlerle onu izliyordu. Sırtına vuran rüzgardan üşüyen tüyleri diktatörünü selamlayan çılgın bir halk gibi dikelmişti. O ise kendisini izleyen gözlerden tedirgin, bedenini buraya savurarak fırlatan o büyük mitini bekliyordu. Bu koca yaratık korkutmuyordu onu artık. Bu yüzden kaçma ihtiyacı da duymuyordu. 

  Şekilsiz tanrının ağaçları yıkarak kendisine doğru gelişini duyduğunda Jung’un sözlerini sayıklayarak oturduğu kütüğe yapıştı.

 “Mitsiz ya da mitlerin dışında yaşayabileceğini düşünen kişinin, tıpkı köklerinden uzaklaştırılan biri gibi, geçmişiyle veya onunla yaşamaya devam eden atalarının hayatıyla, içinde bulunduğu toplumla gerçek anlamda bir bağlantısı yoktur.”

  Yemek pişirirken yanan ocaktaki alevin onu ne kadar evinde hissettirdiğini düşündü. Bu açıdan bakılırsa Jung’un değindiği bu bağlantısızlık çabucak ortadan kaldırılmalıydı. Bu yüzden yüzleşmek, yaşamak kadar önemliydi. En azından yaşlı birkaç testis birbirine sürtüp, “Sadece masal anlatıyorsun!”, dediğinde o, ıslak kalabilmeliydi. ( Tabii ki testisler, çünkü vajinalar o kadar kibirli olmuyor.)

 Gürültü yaklaştıkça sayıklamaları artıyordu. Çığlığa dönüşen bu dil hezeyanı, ancak birkaç ağaç daha devrilip o koca canavar karşısında belirdiğinde sona erdi. Bu yabancı yığın her zamanki gibi renkler saçıyor, kocaman kanatlarıyla göğü kaplayıp bulutları savursa da ayın o güzel ışığı gözlerinden yansıyıp ormanı aydınlatıyordu. 

 Bir süre sessizce bakıştılar. Bu bakışma Eros ile Thanatos’un birbiriyle çarpışmasından hemen önce geçen birkaç saniyeden daha çok, iki tarafın da hangi konumda olduğunu bilmediği, fakat birbirine karışmış varlıklarını ayırmaya çalıştıkları bir anda gerçekleşiyordu. Bu hali yaratığın boğuk sesi bozdu.

“Yüzleşmek konusundaki görüşlerine katılıyorum. Birbirimizden ayrıymışız gibi kavga etmeyi sürdürmemeliyiz. Fakat biliyorsun, suçlamayı bırakmadığın sürece seni kemiklerini kırana kadar savuracağım.”

 Kadın yüzleşmek istemesine rağmen yaratık bunları söyledikçe kütüğe daha çok sarılıyor, üstüne kazınmış bütün aşağılamaları bir şarkı gibi mırıldanmaya devam ediyordu. Bu mırıltılar yaratığı daha çok sinirlendiriyor, onu ve sarıldığı kütüğü yerden yere vuruyor, kadının kırılan kemiklerinin sesi tüm ormanı inletiyordu. Canavar devam eden sayıklamaları bastırmak için daha kuvvetli bağırıyordu, “Zor büyüyordun, zaman kayıplarına ve hatalara ihtiyacımız vardı! Çok bilmiş aptal adamlar gibi kendini yargılamayı bırak!”. 

  Kadın cinlenmiş gibi ağzından köpükler çıkararak titriyordu. En sonunda yaratık onu boynundan yakaladı. Uzun uzuvlarıyla sıkıyordu boğazını. İnce bir hat şeklindeki gözbebekleri büyüyerek eğildi kadının üzerine.

 “Seni kendi evinde, çıktığın delikte, boğazındaki yaraları çeke çeke öldürürüm.”

  Kadın çaresizce çırpınıyordu artık. Büyük bir güçle yere fırlatıldı. Sarıldığı kütük paramparça olmuş, boğazındaki şişlik daha da belirginleşmişti. Kediler etrafını sarıp onu yalamaya başladı. Yaratık ise ayın karşısında  uzuvlarını savurarak kendi etrafında dönüyor, tuhaf bir dilde şarkılar söylüyordu. Bu sırada kadının kırılan kemikleri hızla kaynıyor, yeni bir hırpalanışa hazırlanıyordu. Yorgun beden dudaklarını büyük bir güçlükle aralayabildi.

 “Ben, sadece bendim. Ve çocuktum.”

 Bu fısıltı öyle kuvvetliydi ki tüm ormanda, hatta göğün en eril yanlarında bile yankılandı. Bu sözlerde suçluluk değil, derin bir sorumluluk vardı. Büyümenin ve hayatı kavuştuğu son haliyle kabul etmenin sorumluluğu… 

 Canavar duruldu. Dokunaçları çoktan farklı tende, farklı mizaçta yüzleri andırır olmuştu. Her bir yüzüyle kadına sevgiyle baktı. Ayın ışığı kadının kasıklarının üzerinde olabildiğince parlaktı. Canavar gökte süzülerek oradan ayrıldı. 


26 Ağustos 2022 Cuma

Büyü Filmi Üzerine

 

 Bugün yatağımda öylece uzanmış, bana ilham verecek, ufkumu açacak bir film ararken “Büyü” isminde bir korku filmiyle karşılaştım. Filmin tanıtım videosunda Orta Asya şamanizminden tanıdığım bazı öğeleri görmem, filmi izlememe sebep oldu. 

 Yazı ve çizimleri korkudan sıklıkla beslenen biri olarak korku filmleri izlemeyi severim. Açıkçası bu film, hikayesi ve işlenişi bakımından beğenimi kazanan bir yapım oldu. Özellikle Uzak Doğu öğretileriyle Orta Asya şamanizminden tanıdığımız çeşitli ritüellerin güzel bir sentezini izlemek oldukça zevkliydi. Tanrıların yüzlerinin örtüldüğü maskeler, filmin başlangıcında, şeytani yaratığın ilk olarak buzdolabındaki sütü dökmesi (şaman ritüellerinde, gelen ata ruha ilk olarak süt ikram edilmesi geleneğini hatırlayacak olursak), vb. detaylar,  Türk ve Moğol şamanizminin film üzerindeki etkisini görmek bakımından özeldi. Fakat bunlardan daha çok ben, filmin alt metninden etkilendim.

  Film bize babalık sorumluluğunu almak istemeyen sevgilisi tarafından terk edilmiş, hamile olduğunu geç fark ettiği için gebeliğini sonlandıramamış ve doğurduğu kız çocuğuna karşı annelik duyguları besleyememiş genç bir kadının yaşadığı bunalımı anlatıyor. Film ana karakterin, uzun süre devlet yurdunda kalmış kızını yeniden eve getirmesiyle başlıyor. Bu noktada kadının anneliğinin başka kadınlar tarafından sorgulandığını görüyoruz. Bu da bize, birçok yeni anne olmuş kadının maruz kaldığı zorbalığı hatırlatıyor. 

 Bilmeyenlere hemen anlatmam gerekirse ilk çocuğunu yeni kucağına almış birçok kadın, çevrelerinde çoktan anne olmuş diğer kadınlar tarafından beceriksizlikle suçlanmaktan veyahut başkalarının kendi çocuklarını nasıl büyütecekleri konusunda ahkam kesmesinden şikayetçidir. Hatta bu durum, zaten lohusa olan kadını daha derin bir bunalıma sürükleyebilir, kadın çocuğunu emzirmeyi, hatta çocuğunu reddedebilir. Sonuç olarak, ana karakterimizin kızıyla bağ kurabilmesine engel olacak koşullar hep oradadır.

  Bir diğer nokta ise kadının, çocuğunun tüm sorumluluğunu tek başına üstlenmesi, sevgilisinin bu sorumluluktan kaçmasıdır. Film boyunca çocuğun babasının karakterini adamın kuzeninden dinliyoruz. Kuzeni onu, “playboy” veya sorumsuz olarak nitelendiriyor sık sık. Hatta aynı kuzen, çift arasında herhangi bir iletişim kanalı oluştuğunda bu kanalları sürekli kesiyor.

 Erkeğin özelliklerinin ve çiftin ilişkisindeki mesafelerin, erkeğin bir akrabası veya akrabaları tarafından tanımlanması ya da belirlenmesi asya toplumlarında görmediğimiz bir durum değil elbette. Özellikle karı-koca arasındaki ilişkinin erkeğin ailesi tarafından çokça müdahaleye maruz kaldığı, kadının tamamıyla erkeğin ailesine hizmet eder bir pozisyonda olduğu aileleri bugünün Çin’inde görmek mümkün. 

  Filmde kadının sevgilisine, yani çocuğun babasına antitez olarak oluşturulmuş, belki de sadece ana karakterin hayalinde şekillenmiş başka bir erkek modeli daha var. O da çocuğun devlet yurdundaki öğretmeni. Kendisi çocuk sahibi olmak isteyen, fakat çocuk sahibi olamamış ve kız çocuğunu, kendi deyimiyle, gerçek bir baba gibi seven bir adam. Bu, Liaudet’in sıklıkla yinelediği, modern dünyanın evlerinde aile babasının rolünün azalıp devletin bir baba figürü olarak yükselişinin bir tasviri olabilir. 

  Filmin asıl önemli noktası, kadının içinde bulunduğu durumu, terk edilişini ya da istemeden çocuk sahibi oluşunu, kadınlığına bir saldırı ve bu saldırının taşıyıcısı olarak da kızını görmesi. Bu durum, Anne-Buddha isimli tanrıça ve bu tanrıçaya karşı yapılmış bir hakaretin korkunç bir lanet olarak nesilden nesile aktarılması üzerinden anlatılmış. 

  Öncelikle Ana-Buddha için hazırlanmış bir tapınağına kadının sevgilisi ve kuzeninin girdiğini görüyoruz. Bu sahnede adamın kuzeni, tapınak dışındaki taşlardan birine penis çiziyor. Mağaramsı tapınak tasviri ve kapı sembolü, girişe çizilmiş penisin aslında vajinaya girdiğini anlatıyor bize. Bu giriş yıllardır öfkesi ve yıkıcılığı çeşitli adaklarla bastırılmış tanrıçaya yapılmış bir hakaret olarak işleniyor filmde. Bu, birçok toplumda, yüzyıllar boyunca kadın orgazmının zararlı, hayvani ve şeytani görülmesinin anlatısı olabilir. Ayrıca iki erkeğin tapınağa, tapınak kapısını kırarak girmesi, ana karakterimiz olan kadın ve sevgilisinin bir çocuk dünyaya getiren birleşmesinin, kadının rızası veyahut hazır olmadığı bir anda gerçekleşmiş olabileceği ihtimalini de aklımıza getiriyor. Bu istemsiz giriş ya da hakaretin Anne-Buddha aracılığıyla ana karakterin kadınlık algısına ya da vajinasına olduğunu, lanetin kaynağı olduğu için üzeri örtülen Anne-Buddha’nın yüzünün, vajinaya çok benzeyen bir delik olarak filmde alenen gösterilmesi ile açıklayabiliriz. 

 Burada, Avrupa’da birçok kadının cadılık suçlamasıyla yakılmasına neden olan şeytanla anlaşma yapan kadın, şeytani vajina, vb. batıl inançları hatırlıyoruz ki bu dönemden kadınların vajinasının soğuk, ıslak ve şeytani; erkeğin penisinin temiz, kuru ve sağlıklı olarak tasvir edildiği birçok kayıt kalmıştır günümüze. Bu ıslak, tekinsiz ve soğuk vajina tasviri, iki erkeğin girdiği Anne-Buddha tapınağının da özelliklerini oluşturuyor. 

 Lanetin bir sonraki nesile, yani bir sonraki kız çocuğuna aktarılması ise hepimizin tanıdık olduğu,“ Kız çocuğunun kaderi, annesinin kaderidir.” sözünü hatırlatıyor. Yani kadının gözünde kendi kızı bu hakarete ya da saldırıya maruz kalacak bir sonraki kişi. Hiç de adetim olmayarak, çok etkilendiğim bu filmi kendi bakış açımdan sizlere aktarmaya çalışmamın sebebi, beni okuyan kız kardeşlerimin, kadınlıklarını tanıma yolunda, bir şekilde kendilerine ışık tutabilecek bir kaynağa ihtiyaçları olabileceğini düşünmemdir. Hiçbir laneti üzerinizde taşımamanız dileğiyle…


  

24 Ağustos 2022 Çarşamba

Tünel

 

  Rayların üzerinde çıplak ayaklarıyla dans eden kadına sordu:

  “ Sen kimsin?”

  Bu soru, kocaman bir taşın çok yüksekten düşüp düştüğü yeri sarsması kadar sarsıcı gelmişti ruhuna. 

  Kadın, dağınık gür saçlarının arasından esrik bir gülümsemeyle hırıldadı. Bu sırada vücuduyla anlamsız hareketler yapıyor, kemikleri rahatsız edici sesler çıkarıyordu. Konuşmaya başladığında ise sesi, çok uzaklardan, okyanusların altından geliyor gibiydi. 

  Gözlerini kırpıştırarak ve tuhaf bir sevimliliğe bürünerek,  “Ben kötülük yapmak isteyen lakin her seferinde iyilik yapan bir meleğim!”, dedi. Bu sözler onu dinleyen genç adamı düşündürmüştü. O ise düşüncelere boğulan adama sokuldukça sokuluyordu. Adam, tam kadının bacaklarının arasından gelen kokunun etkisiyle kadını sıkı sıkı saracaktı ki, karşısında devasa bir yaratık belirdi. 

 Tüm tüneli kahkahalarıyla inleten yaratığın uzuvları her yeri kaplıyor, vücudu, ter gibi şeffaf ve yapışkan bir  sıvı salgılıyordu. Adamsa içinde bulunduğu şokun etkisiyle titriyor, kendisine küçümseyerek bakan o ürkütücü, varlığını tam olarak tarif edemediği canlıdan uzaklaşmak için elinden geleni yapıyor; fakat başarılı olamıyordu. Ürkek bedeni canavarın uzuvları arasında sıkışıp kalmıştı. 

   Yaratık, alaycı bir tonla, “Ben kötülük yapmak isteyen lakin her seferinde iyilik yapan bir meleğim.”, diye tekrarladı. Bu sırada güldükçe gülüyor ve her defasında zavallı gencin bedenini daha çok sıkıyordu. Bu durum, adamcağız acıyla inlemeye başlayana kadar devam etti. Uzuvları arasındaki beden tüm gücünü kaybettiğinde canavar, kapladığı zayıf  vücudu serbest bıraktı. Gözlerini kocaman açarak titreyen ruhun üzerine eğildi ve haykırdı: 

  “ Ben, ben olanım!”

23 Ağustos 2022 Salı

Notlar 3: Uyku

 

  İfade etme konusunda tıkanmış gibiyim. Bu esintili akşamda tuhaf bir can sıkıntısı oturuyor masamda. Kısık bir sesle çalan müzik beni daha da çekiyor bu bıkkınlığa. Nerede olmak istediğimi bilmiyorum. Konuşmak istemiyorum. Ama anlatmam gerekiyormuş gibi de hissediyorum. Beklendiği üzere, aslında ortamı şenlendirmek için, otomasyon, işçi ücretleri, eşitsizlik vb. kelimeler kullanabilirim elbette. Fakat ona bile mecalim yok. Gündemime, “Kışın kendimi mi yakıp ısınacağım?”, sorusu eklendi zaten. 

  Uyku problemim yeniden hortladı. Üç gündür doğru düzgün uyumadım. İş yerinden eve kadar yaptığım, aslında şehri baştan uca aştığım, yürüyüşler beni yorgun düşürse de bedenimi uyutmaya yetmiyor. Uyuyamadıkça daha çok sinirleniyorum. Bu beni, dinlenme yetisi olan insanlardan nefret etmeye zorluyor. Örneğin, bugün üniversitenin önünden geçerken bankın birine uzanmış genç bir adam gördüm. Büyük bir huzurla kapatmıştı gözlerini. Öyle hasetlendim, öyle istedim ki yaşadığı huzuru, onu oracıkta  dövecektim. 

 Kısa boylu, etine dolgun bir kadın tarafından beş dakika uyukladığınız için dayak yediğinizi hayal edin.  Düşündükçe gülüyorum. Kavga etme konusundaki yetersizliğimi ve donuk yüz ifademi hesaba katarsak dövülen kişi tarafından bile eğlenceli sayılabilecek bir aktivite aslında. 

   

 

18 Ağustos 2022 Perşembe

Yağmur

 

  Ne güzel yağmurlar ıslatıyor yarınlarımızı. Damlaların ardında kesik kesik parıldayan o sokak lambası, tramvayın gürültülü sallantısıyla eğiyor başını. Rakıda dozu fazla kaçırıp kahvenin dibine tükürdüğüm bu yaz akşamları beni itiyor ifadesine duyguların. 

  Bir telaş içinde olmak güzel. Bazen tek düze bu yaşamın içinde hezeyanlarda kaybolmak da eğlencelidir. Maalesef toplumumuz daha çok acılar içindeki yükselişleri seçiyor şiirlere konu olarak. Bunun beni sıktığını belirtmem gerekiyor. Bir katliam mağdurundan veyahut çaresiz bir aşıktan daha fazla söyleyecek sözü olabilir gevşek, ağzı bozuk dillerin. 

 İnsanlar, tuhaf bir biçimde, ırkçılığın veyahut hem cinslerime yöneltilen şiddetin üzerimde yarattığı travmaları okurken kadınlıkla yoğrulmuş şiirlerimi okurken olduğundan daha fazla zevk alıyorlar. Halbuki, üstü örtülü de olsa, arzularım bana yazma şevkini veren. 

 Kabul etmeliyim ki çok mutlu bir çocukluktan ya da refah içinde bir ülkenin devlet tarafından desteklenmiş zevklerinden nasibimi almadım. Ülkemdeki birçok genç gibi ben de hem devlet “baba” hem de ailem tarafından görmezden gelinmiştim. Lakin, sanat dediğimiz şey ya da bilim niye var? Fakat bu iki uyuşturucunun kesintisinin diğerlerinden daha tehlikeli sonuçlar yaratacağını unutmamak gerek. Bu bilinçle “her şeyle” meşgul olmadığım zamanlar durmadan yazıyor ya da çiziyorum. Rimbaud gibi “ailenin” yolunda ve “ailenin” istediği koşullarda kıvranarak ölmeyi istemem.

 Nedense yağmurlu günlerde daha canlı oluyor hayal gücüm. İlk Sendai Tanabata’yı, beni uzun zamandır takip edenler kaç tane yazdığımı sayamamıştır bile, yine yağmurlu bir günde yazmıştım. 

 Sokak lambasının ışığı beni uyuşturdu. Eylemler canlanıyor gözümde. Gençliğin de verdiği etkiyle çoğunlukla tenler, kokular ve nefeslerle ilgili olanlar… Perşembe günü olmasaydı tam da sokakta olma vakti aslında. Lakin şimdilik keskin bir zekanın hayaliyle yetineceğim. Balkonun bir köşesine saplanmış halde, rüzgarla kısılan ışıkları izleyerek uykuya dalacağım. Umarım artan soğuk, bu yaza alışmış bedeni yormaz. Kim ister ki haftasonu hasta olmayı? Hele de dışarıda birçok olasılık varken mutlu olmak için… 

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Hashimoto

 

  Çok hızlı atıp beni yorgun düşüren kalbim,

  Yanlış işleyen bedenin aylak sesi,

  O uzun yürüyüşlerde senden daha güçlüsü mü vardı?

  Bir ufak bahar rüzgarı esse ağırlaşıverirdi atışın.

  Halbuki kamçılıyor yükselişlerini

  Üreyişi boğazındaki sessiz seslerin.

  Ve beden taşıyamayacağın bilerek bu dikenli yükleri,

  Ağırlıyor yangınlarını artan hücrelerin.


  Yutkunuşum,

  Yalvardığım gecelerdeki o ani yok oluşlarını bir yana kaldır. 

  Bir kez daha gecenin ruhlarıyla karşılaşacak cesaret!

  Sen, karanlık zamanların lanetli kadını,

  Bir zırh gibi uyandığın o sabahlar ulaşamaz artık en üretken zamanlarına.

  Son kez selam durarak işveli kıkırdayışlara  

  Uyutmaya bak boynuna kenetlenmiş o tuz dolu deliyi.

  Ve dua et merhametine genlerindeki derin sapmaların.

  

  

5 Ağustos 2022 Cuma

Ağırlık

 

  

 Yağmurun içinden gelen gürültülü nefes tüm sokağı kaplamıştı. Gökten inen ışık selinin ardında kadın, bir hezeyan içinde koşuyordu. Tüm kapılar sıkı sıkı kapatılmıştı. Doğanın bu şekilde kükreyişi, yükselen kent yaşamını susturmaya yetiyordu. 

  Yağmur bastırmadan önce ormanının içinde sessiz sessiz kitabını okuyordu. Aniden bölünmüştü esenliği. Okumaktan uyuşmuş bedenini bir tedirginlik sarmıştı. Hızla eşyalarını topladı.

   Tüm devran okyanusun dibine gömülmüş gibiydi. O bu hali gelecek olan fırtınaya yordu. Fakat tepesinden, hayal edemeyeceği kadar yüksekten tuhaf sesler geliyordu. Göğe dikkatlice baktığında dehşet içinde sarsıldı. Uzayın derinliklerinden yeryüzüne bir şeyler süzülüyordu. Şekli belli belirsiz bir yaratık ordusu uzun uzuvlarıyla bulutları dağıtıyor, kudretli böğürtüleri etrafı sarıyordu.

  Üstündeki baygınlığa aldırmadan koşmaya başladı. Her yanı ağaçlarla kaplı olsa da gökte tuhaf renkleriyle parıldayan bedenleri görebiliyordu. 

 İçinde koştuğu rüzgar sert bir kaya gibi yüzüne çarpıyor, kıvılcımlar çıkarıyordu. Pişme halindeki bedeninin izlendiğini hissediyor, izleyenlerin tepkisizliği onu rahatsız ediyordu. Bozuk yumurta kokusu gibi iğrenç bir koku takip ediyordu kaçışını. Koşmaktan kesilen hastalıklı nefesi gövdesini doğruyordu.  

  Ormanı aşıp şehre vardığında çaresizce inledi. Varlığı tamamen yabancı, geometrisi çözülemez bu garip ordu, ışıkları yükselen arenanın üstüne iniyordu. Köpeklerin acı dolu havlayışları yükseliyordu evlerden. O ise gördüğü her kapıyı yumrukluyor, yardım istiyordu. 

  Evine ulaşabilmesi olanaksız görünüyordu. Çünkü o uzun, şekilsiz uzuvlar, şeffaf, yapışkan bir sıvıyı arkalarında bırakarak ilerliyorlardı. O, bu sıvının içinde bata çıka, zar zor hareket ediyor, güçlükle nefes alıyordu. Korkunç akın, diğerlerinden daha büyük bir yaratığın, şehrin ortasına  inip kanatlarıyla tüm göğü kaplamasıyla sona erdi. 

  Heyula öyle büyüktü ki, yeryüzündeki tüm varlıkların üzerine binmişti. Evrenin, her şeyin üzerinde oturuyordu. Kadının gövdesi de altında kalmıştı. Ağırlıktan kemikleri çözünüyordu. Bozuk yumurta kokusu gitmiş, yerini ter kokusu almıştı.

4 Ağustos 2022 Perşembe

Cadı Dağından Gelen Sesler

 

   Güneşin etrafında dönen küçük kelebekler gibi çırpınan göğsünü, arzuların keskin günahkarlığı içinde izledim. İçeriye baktım sinsice. Senin de sahip olduğun içeriye, aksanlı sesler çıkaran deliklerine. Gevşemek istedim altında varlığın. Dudaklarımın kenarları ıslandı. Dişi beynin hayasızlığına hayran kaldım.

  Etik, etkin… Öyle gizlenmesi büyük bir yalan ki, her an süzülebilir dar yollardan kadınlığın hasta sıvıları. Yüzyılların hasta olarak gördüğü o sıvılar… Halbuki ben defalarca suladım ormanları yağmurlarımla ve sürdüm göğsümü defalarca toprağa. 

“Ayın karşısında, kocaman bir şehrin ortasında, çıplak bir beden… Kimse duymadan, kimse görmeden… Şeytan katılmadan… Ama en şeytani olan çocuk masallarında...”

  O merhem vücudumuza sürdüğümüz ve bizi yükselten göğe, ne bir günahsız etinden ne kurbağa başından ne de karanlık büyülerden. Tanrısallık veyahut bilgelik değil, kalın ve uzun bir süpürge üstüne binip uçtuğumuz büyülü gecelerde.

  Şimdi o daracık, sıcak, nefessiz yerde kapıyı açacak, seçecek olan kişi benim. Ya dua et, kutsal ruhu titreten kadının ardından kaybettiğin adın ve devletin senden çaldığı o ünvan için ya da sessizce süzül içeri kapımdan. Savaşmadan bende ol. Bize dua et.

9 Temmuz 2022 Cumartesi

Öteki

 

 Lütfen söyle bana. O yerlerde doğmuş olmakla bir günaha başvurduk mu? İnsanlar sana uzun uzun baktıkça sinirleniyorum. Ama susmaktan alamıyorum kendimi. Benim güzel dostum, sakın eğme başını. Bu kavgalar beni ve nesilleri telef etse bile kimse gösteremez özgürlükten güzelini. 

 Tanrıça bela olsun o ırkçılara, o medeniyetten bahseden, üstten bakan beyaz mankafalara! Yoğrulduğu cehaletten başını kaldırmayıp eril medeniyetin taşşakları altında kalana… 

  O soğuk rüzgarlarda savrulmuş kuzgunlar senin sıcaklardan uçup gelen renkli fikirlerini anlayamaz. 

 “Medeniyetin altında ezildiği tek bir ırk vardır.”

  İşte çözümsüzlüğün açık ucu. 

  O bakışların elektriğini hissediyorum. Midem bulanıyor gizli gizli. Ümidin soluğudur o bulantı. Tıklım tıkış bir tren ve kinlenmiş mavi gözler… Bitmedi nefreti, dinmedi, dinmeyecek. 

 Siz kendine bunu layık gören koyunlar, kapatın kulaklarınızı daha fazla. Bir tekliğin, bir erkeğin motoruna bağlayıp kendinizi, sürükleyin gençliğini taze ruhların! Açlığın, sefaletin kederine varın! Sığının göklerden gelmeyen kararla o hırsız yuvalarınıza! Ve işte sizin gibi yığınlar saldırıyor belleklere, sokaklara. Sapık arzularıyla örtüyorlar kadınların yüzlerini. 

  “Yolunuzu kendiniz aydınlatın, ey düşmüş halklar! Eskiye olan o çirkin bağımlılıktan kurtulun.”

  Parmağını havaya kaldırarak dedi, “Tanrı sefaletle sınar!”. O zaman tanrı kimin yanında? 

   Bir gençliği umarsızca harcadılar.

  İstanbul… Sessiz şiir… O güzel bedenini bu hayvanlara asla sunmaman gerekirdi. Evimdin döndüğüm ve özlemdin eski günlerde. Hatıramda, her parçamda senin o sessiz çığlığının ve kendinden çıkarılmanın izi var. Şimdi bir ölünün uyandırılması seni eski günlerine döndürebilir mi? Beni sana döndürebilir mi? Bir tek rüzgarın yeterdi bana, o güzel şehir. 

  Hiç kimse düzeltemez hasarını bu iğrenç hiçliğin! Saramaz yarasını evi terk etmenin. Yine de üzüntü ve ötekiliğin saklayıp o kekremsi hissini, sonsuz bir keder içinde, İstanbul, seni unutacağım. Seni unutacağım.

3 Temmuz 2022 Pazar

3 Temmuz, Pazar

 

  Çocuklukta kodlanmış değersizlik duygusu, bireyin gelişimindeki en büyük engel, varlığına saldıran en büyük düşmandır. Deneyimlerimden elde ettiğim kadarıyla hayatımda en imtina ve sevgiyle yaklaştığım şeyleri baltalamaktan çekinmiyor, hataların fark edilişi sonucu ise hasta oluyorum. Bunu engellemek için kendime kızmamaya, bu hataları yapmakla kendi potansiyelimi ve değerimi azaltmadığımı kendime telkin etmeye karar verdim. 

  Bir süredir bir politika özeti üzerine çalışıyordum. Sabahları işe gidiyor, geceleri bu özet üzerine çalışıyor, genellikle uykusuz kalıyordum. Politika özetinin tesliminden önce bir grafikte önemli bir hatamı görmüş ve değiştirmiştim. Lakin politika özetini düzenlememe ve daha iyi bir hale getirmeme rağmen yanlışlıkla eski versiyonu teslim ettim. Ve ben bunu bir hafta sonra fark ettim. Halbuki özeti belirtilen tarihten önce teslim etmiştim. Defalarca kontrol etmeme rağmen o ayrıntıyı göremedim. Ben bu hatanın sebebinin kendimi bir şeyleri doğru bir şekilde yapmaya yeterli görmemem olduğunu biliyorum. 

 Ben başarılı ve disiplinli öğretmen bir anne ile mükemmeliyetçi mühendis bir babanın çocuğuyum. Çok okuyan büyük ablamın ve yetenekli ortanca ablamın aksine ben, aceleci, okumayı sevmeyen, okula gitmekten nefret eden bir çocuktum. Okumayı çok geç öğrendim. Dikkatimi çok uzun bir süre toplayamadım. İlkokul öğretmenim, kendi öğretmen arkadaşı olan anneme ne kadar başarısız ve tembel olduğumu söyleyip durdu. Bana hiç sevgi göstermedi. Annem de kendi öğretmen arkadaşını kırmamak için beni o sevgisiz ortamdan kurtarmadı. Ancak beşinci sınıfa geçtiğimde, büyük kavgalarla kendi okulumu değiştirip çok sevgi dolu bir öğretmenin sınıfına kaydolabildim.

 Yirmi beş yaşında bir kadın olarak hala o günlerdeki gibi kendimi değersiz hissettiğimi, bunun hedeflerime ulaşmakta bana ne kadar büyük bir engel oluşturduğunu görebiliyorum. Hoş, şimdi bana bu değersizlik duygusunu aşılayanlar böyle hissetmemin ne kadar saçma olduğunu söyleyip duruyorlar. Fakat kimse bu saçma duygunun üstesinden gelmek için ne yapmam gerektiğini söylemiyor bana. Yazdığım politika özetindeki bir grafikteki küçük bir hatanın, benim değerimi ve yeterliliğimi belirlemeyeceğini kimse anlatmıyor. Böylece benim mideme bıçaklar saplanıyor, uykusuz kalıyorum. Ama kendime hem köpek gibi çalışıp hem de okumanın ne kadar zor olduğunu, iyi bir iş başardığımı asla söylemiyorum. Ben kendime yaptığım bu işkenceden çok sıkıldım. Ve artık buna devam etmek istemiyorum.

 Yağlı boya ile resim yaptığımda yanlış bir fırça darbesinin ne kadar güzel bir şeye dönüşebileceğini defalarca kez gördüm. Artık bunu kendi hayatımda da yapmak istiyorum. 

29 Haziran 2022 Çarşamba

Münih Metrosunda Dehşet

 

  “Metronun camına sümüksü, şeffaf bir şey sarılıyor. Yansımamın, karanlık tünelin içinde belli belirsiz bir hal aldığını görebiliyorum. Kafam ağırlaşıyor, gözlerim kapanıyor. Uykudayım.”

  Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığım ve okul ile iş arasında savrulduğum için baygın bir şekilde yürüyordum. Her ne kadar yorgun da olsam evde olmaktan kaçınıyor, işyerine olabildiğince erken ulaşmaya çalışıyordum. Bunun sebebi evimdeki ağır kokuydu. 

  Az katlı bir binanın giriş katında oturuyordum. Bina sakinlerinden yaşlı bir adam ölen köpeğini banyo küvetinde unutmuş, hayvan küvette erimiş ve her bir katı kesif bir koku kaplamıştı. Bu öyle bir kokuydu ki, geceleri sık sık beni uyandırıyor, eve envai çeşit temizlik malzemesi dökmeme, burnumun içine parfüm şişesi sokmama neden oluyordu. Binanın diğer sakinleri her yeri küçük küçük kurtçukların sarmasına, yaşlı adamın kendi dairesinde çığlıklar içerisinde sayıklamasına bu koku kadar aldırış etmiyordu. Çünkü binaya yaklaşır yaklaşmaz o iğrenç, insanın algısını ve yaşama isteğini paramparça eden kokuyu alıyordunuz. 

 Metronun gelmesine üç dakika vardı. Ve ben istasyonun bir ucundan diğer ucuna yalpalayarak yürüyordum. Metronun sesini  duyduğumda yüzümü geldiği yöne doğru çeviriyor, o koca yığınla birlikte gelen serinletici rüzgarı hissedebiliyordum. 

 Benim olduğum istasyon hattın başlangıcına daha yakın olduğundan genellikle metroda az kişi oluyordu. Ben de vagonun en sonundaki köşeye yerleşiyor, kafamı cama yaslayıp karanlık tüneli aydınlatan kısık kısık ışıkları, numaralandırılmış kapıları ve genellikle karanlığı izliyordum. 

 O gün de aynı ritüeli gerçekleştirip vagonun en sonundaki koltuğa, en köşeye yerleştim. O kadar yorgun ve uykusuz hissediyordum ki, bedenim sidik kokan deri koltukla buluştuğunda anne rahmine dönmüş gibi rahatladım. Metro iki dakika kadar bekleyip haraket ettiğinde ben çoktan gözlerimi tünelin duvarlarına dikmiş, kulaklıklarımı takmış, o çok sevdiğim müziği dinlemeye başlamıştım. Müziğin genel hatlarını şamanik dualar, doğuşkan sesiyle insanı büyüleyen vokaller ve zihni uyuşturan ritimler oluşturuyordu. 

 Çok yorgun olduğum için ne haftalardır yanımda taşıdığım ve kapağını bile açmadığım kitabı okumak ne de telefonuma bakmak istiyordum. Bu yüzden tünelde gördüğüm çıkış kapılarını saymaya başladım. Bu sırada metronun içerisi tuhaf bir şekilde soğuyor, yüzüme nemli bir rüzgar çarpıyordu.

  Kapılar arasında yedincisi uyuşuk halimden çıkmama neden oldu. Kapı diğerlerinden farklı bir materyalden yapılmış, yer yer parıldayan yeşil bir sütuna benziyordu. Garipsedim. 

  Trenin ani bir şekilde durmasıyla içinde yüzdüğüm merak yerini karmaşık duygulara bıraktı. Bir sonraki istasyona daha gelmemiştik. Karanlık tünelin içinde hareketsiz duruyorduk. 

  Diğer insanların ne tepki verdiğine bakmak için kafamı çevirdiğimde herkesin uyuduğunu fark ettim. Bilgisayar çantası elinde beyaz yakalılar, öğrenciler, işçiler, çocuklar… Her biri derin bir uykunun içinde haraketsiz yatıyordu. 

  Vagonun diğer ucuna yürüyüp kirli camdan bir sonraki vagona baktığımda  tüm bedenim gördüğüm manzara ile sarsıldı. Vagonun her bir köşesi sümüksü bir sıvı ile kaplanmıştı. İnsanlar bu sıvının içerisinde, yüzlerinde yuvarlar yuvarlak yaralarla cansız yatıyorlardı. Tuhaf sıvıdan değişik renklerde ışıklar çıkıyor, ölüler içinde ağır ağır eriyordu. 

  Yavaş yavaş olduğum vagonun kapılardan birine yönelip var gücümle kapıyı açmaya, bu sırada olabildiğince az ses çıkarmaya çalıştım. Lakin kapı açılmıyordu. Camlara tekmeler, yumruklar atıyordum. Kırılmıyordu. Bir süre debelendikten sonra yere yığıldım.

  Oturduğum yerde çekmeyen telefonumun acil durum çağrısını kullanmaya çalışırken boğuk bir sesin hemen önünde durduğum kapının ardından mırıldanmasıyla irkildim. Anlamadığım bir dilde, çok yaşlı biri boğuk boğuk söyleniyordu. Sesin kaynağını öğrenebilmek için cama doğru yavaşça uzandım. Tünel tamamen o şeffaf sıvı ile kaplanmıştı. Fakat hiçbir canlı belirtisi görünmüyordu. 

  Aniden vagonun tüm kapıları açıldığında ben olduğum yere saplanmış, beni bekleyen sona hazırlanıyordum. Işıklar saçan sıvı içeri doğru doluyor, beraberinde rutubet kokusunu getiriyordu. Ciğerlerimin nemle dolduğunu hissediyor, nefesimi kesik kesik verebiliyordum. 

  Homurdanmalar arttıkça titremeye başladım. Bu sırada o yapışkan sümüksü şey çoktan bacaklarımı kaplamış, göğsüme sarılmaya başlamıştı. Bu yabancı madde her ne ise vücudumu sıkıyor, yuvarlak baloncuklar oluşturup o baloncuklarla üstümdeki kıyafetleri eritiyordu. 

 Maddenin tenime ulaşmasıyla çığlıklar içerisinde kıvranmaya başladım. Derim korkunç bir şekilde yanıyor, ben hareket ettikçe sıvı vücuduma daha çok yayılıyordu. Boynuma ulaştığında artık hareketsizdim. Ve etlerimin çoğunu yitirmiştim. Yüzüm o belirsiz maddenin esiri olduğunda şeffaflığın ardından görebildiğim tek şey ise vagonun demirlerine yorganla asılmış yaşlı bir adamın sakin sakin sallanması oldu.

 

25 Mayıs 2022 Çarşamba

Bataklık

 

  “Yükselir deliliği benliğin, 

    Çınladığında dişleri yüceliğin.

    Gıcırdat ölü kemikleri ey yüce rahim,

    Baş verdiğinde emaresi kendiliğin!”

  Nefes nefese dans ediyordu çıplak beden. Islaklığının kokusu geliyordu bacaklarından. Saçları savrulurken rüzgarında esrimenin, o uzanıyordu bir ağaç gibi öteki tarafına. 

  “Kollar sallanıyor dansımla. Dokunaçları göğe dokunuyor. Eski, yeniyle karışarak şimdi olurken ormanın zamanı kayıyor. Değişiyor geometrisi cisimlerin.”

  Başka diyardan, o belirsiz tanrı eğildiğinde uçtuğu gökyüzünde, genç kadın ayininin son sözlerini söylüyordu. Ufak bir zıplayıştan sonra kadın, ellerini kafasının üstünde birleştirerek tanrısına reverans yaptı. Konuşurken keskin keskin tıkanan nefesi, küçük bedenini kıracak gibi vuruyordu göğsüne. Kelimeleri toparlayabilecek gücü olmamasına rağmen dudaklarını ıslatıp söze başladı.

     “Neredeydim? Çok uzun zaman gibi. Çok uzun zaman mı? Ne zamandır uyuyorum? Bana ne oldu?”

  Kanatları, sönen aydınlığı kapatan şekilsiz yaratık, dokunaçlarını kadının bedenine sardı. Bedeni olabildiğince çok sıkıyor, her sıkışında daha da havaya kaldırıyordu. Kadın ise kahkahalar savuruyor, bu boğucu, geometrisi belirsiz et yığınından rahatsız olmamışa benziyordu. Kadının kahkahalarına karşı canavar, tiz ama tonu tam da belirlenemeyen, yüksek mi yoksa alçak mı olduğu anlaşılamayan sesiyle cevap verdi.

   “Böyle sıkışmıştın. Ama senin dokunaçlarının arasında değil. Benle değil! Başka uzuvlar, ıslak, yakalayan, sıkıştıran ve beni, senin içinden çalmaya çalışanlarla… Sen, rahme olan kıskançlıklaydın.”

  Yaratığın sesi yırtılmaya, çirkinleşmeye, insanın içini ürperten ve hatta dinleyenlere evrenin sonunu dileten bir hal almaya başladığında kadın, arasında sıkışıp büküldüğü dokunaçları derinden bir iniltiyle öpmeye başladı. Korkunç ses boğuluyor, ormanın tüm canlılarıyla kabarmasına neden oluyordu. Kuşlar hırçınlaşıyor, kurtlar uluyor, böcekler belli belirsiz titreşiyordu.

   “Ölü kemikler canladığında, bakar yaratıcılığı doğanın. Bakar, devamına köklerinin. Sen, sen benle değildin! Ölü sen, R’lyeh’deki evinde düş görerek bekliyordun!”

 Bu söz yankılandı ormanın her yerinde. Kadının kulağında, kalbinde, hücrelerinde ve hatta neslinde.“ Ölü sen, R’lyeh’deki evinde düş görerek bekliyordun!”, diye sayıkladı kadın. Yaratıksa çoktan kaybolmuş, kadının bedeni göletin içinde boylu boyunca yüzmeye başlamıştı. Gözyaşlarıyla bulanık su karışıyor, yıldızlar kendini yavaş yavaş göstermeye başlarken geride kalan kısacık gün ışığı, yüzündeki damlaları küçük parıltılar haline getiriyordu. Vücudu rahatlamış, göğsü genişlemiş ve dili tüm lisanlara açılmıştı. 

  Birçok yüz görüyordu. Birçok organ, içinden fikirler çıkan… Kıllı, kılsız, koyu, kırmızı ya da bembeyaz… Yazılan her şeyi, çizilip gizlenmişleri, söylenememiş şiirleri düşlüyordu. Korkuları görüyordu. Anlaşılmama korkusunu, reddedilmeyi ve hiç doğmamış olmayı dilemeleri… Daha fazla yumsa gözlerini suyun içine çekilip yok olacak gibiydi. Ama yaklaşan bir şey, bir koca yığın, bir hırıltı bozdu çökelişini. Bacaklarının arasında kapkara bir kurt, izliyordu yüzen bedenini.

 “ Aman kaldırma silahını erkekliğin, parçalarım o zaman seni çocuk!”

  Koca kurt aniden kadının bedenini tutup fırlattı toprağa. Çıplak beden, düştü arasına hayvanların ve kendini kaybetmişcesine bağırmaya başladı.  Kadın vücudunu toprağa sürtüyor, her sürtünüşünde kasıklarını toprağa, daha fazla suluyordu bereketini ormanın. Hep olacağı yere varıyordu. 


  

 

24 Mayıs 2022 Salı

Sendai Tanabata

 

  “Yeniden başlayalım. Hatırla, en son bir festivalin içinde kaybolduğunu söylemiştin. İsmi neydi? Tanabata! Sendai Tanabata!”

 Yere çömelmiş, başı ellerinin arasında, ormanın içinde gürültülü bir şekilde işiyordu. Uzaktan gelen davul ve koto sesinin kasıklarında bir irkilmeye sebep olmasıyla bacaklarına sıçrayan sidiği sildi söylenerek. 

“Tam olarak kaç yıl geçti?”

Üç yıldan fazla olmadığını biliyordu. Ama tam tarihi kestiremiyordu. Diliyle ıslattığı elini toprağa sürdü ve parmağına bulaşan çamurla avucunun içine bir ahtapot figürü çizdi. 

“Sen, sen neredesin acaba?”

 Hızla yerinden doğrularak şarkıların ve insan seslerinin yükseldiği yere doğru yürümeye başladı. Baygın yattığı yerden onu kaldıran sert yağmur, bütün ormanı soğuk bir ıslaklık ve ürpertici bir hiçliğe gömmüştü. Etrafta kimse yoktu. Uzaktan gelen sesler insanın kafasında uydurduğu bir hayalmiş izlenimi veriyordu. Nitekim tedirginlikle koşmasına rağmen sese hiç yaklaşamıyormuş gibi bir his vardı içinde. 

 En sonunda sık ağaçların kestiği gün ışığı, uzakta bir yerlerden sızıyordu. Yaklaştıkça bir meydana doğru koştuğunu anladı. Meydanın etrafını saran birkaç kulübe ve bir de yan yana dizilmiş kütükler vardı. Meydandaki çimenler olabildiğince ezilmiş, hatta bazı yerlerde toprak kalkmıştı. Büyük bir topluluğun burada bir araya geldiği ve ateş yaktığı anlaşılabiliyordu meydanın ortasındaki yanmış odunlardan. Yavaşça ilerledi. Yerin ıslaklığı tuhaf bir şekilde jölemsi, insanın tenine sarılan kaygan bir tabakaya dönüşmeye başladığında ellerini havaya kaldırarak bağırdı.

“Buradaymışsın! Buradaymışsın işte! İşte, sen ve senden olan… Günler, gecelerce baygın yatarken neden gelmedin? Beni başkalarıyla değiştirmedin! Sen, bendin! Bensin! Ben olacaksın!”

 Kaygan zeminde düşerek ve ıslak tabakayı yüzüne hınçla sürerek meydandan kulübelerin ardındaki ağaç topluluğuna doğru koşmaya başladı. Ellerini göğsüne vuruyor, uzaktan gelen davul seslerine inleyerek yanıt veriyordu. Bu sırada dudakları su şapırdamasına benzer sesler çıkarıyordu. Bacakları eskisi gibi güçlü değildi. Küçük bedeni kilo almış, gözlerinin kenarlarında çizgiler oluşmuştu. Davul sesine yaklaştıkça inlemeleri çığlığa dönüşüyor, hınçla sayıklamaya devam ediyordu.

“Gel buraya, onlar senden korkar. Ben korkmam! Kaçma, yine benimle olacaksın! Sen, bendin. Bensin. Yine ben olacaksın! Sür o büyük kollarını kulaklarıma, benim kuzgunlarım yok. Ah benim, o değerli dokunaçlarım! Ah benim…”

  Sözler dudaklarından dökülürken siyah kıvırcık saçları çıplak göğüslerine yapışıyor, koltuk altına giriyor, yürümesi zor değilmiş gibi hareketlerini kısıtlıyordu. Saçlarını çekiştirirken duyuşu sert bir dille küfür ediyordu. Fakat bu dil, bu küfürler pek de ona ait gözükmüyordu. Çevresinde olanların, etrafını sarmayalanın artık farkında değilmiş gibiydi. Bazen ayaklarına çıplak ölü bedenler sarılıyordu. Ama o, hiç istifini bozmuyor, sese doğru ilerlemeye çalışıyordu. 

Kendine ancak üst üste yığılmış üç erkek bedenini gördüğünde gelebildi. Bir tanesi koyu tenli, uzun, yapılı vücutlu, yüzü olabildiğine çirkin bir adamdı. Onun altında beyaz tenli, kısa boylu, ellerinde görülür bir şekilde nasırlar olan bir adam vardı. En üstte ise sarı saçlı, yakışıklı, penisini kurtların ve böceklerin sardığı bir adam vardı. Onların yanından büyük bir tiksintiyle geçti. Bu üç ölü olabildiğince kötü kokuyordu. Kokudan kendini kurtarabilmek için yüzünü saçlarıyla kapattı. Bu korkunç görüntüyü gördüğünde ışıkların kapalı olmasını dilerdi.

  En sonunda bir göletin önünde durdu. Gördüğü manzaranın hala etkisindeydi. Fakat bu göleti görmenin sevincini bastırmıyordu. Göletin etrafında tuhaf haraketler yaparak dans etmeye başladı. Anlaşılmaz bir dilde bir şeyler fısıldıyordu.

 “Ph’nglui mglw’nafh Cthulhu R’lyeh wgah’nagl fhtagn”

 Uzun bir süre fısıltılar ve esrik danslarla bölündü ağaçların sessizliği. Artık davul sesleri ve şarkılar gelmiyordu uzaklardan. Sadece tuhaf bir homurtu! Evet, hırıltı! İnleme! Su hareket edince bir daha homurtu! Su yükselince çıplak bedende bir derin nefes! Daha genişleyerek göğüs kafesi, homurtu, gölden yükselen bir beden! Uykulu dokunaçlar! Ve okuyucunun iç gıcıklayan sesi, “Evet, yeniden!”.


21 Mayıs 2022 Cumartesi

Hayatın Memesini Kemirmek

 

 Yazıp yazıp silmenin asıl manası korkudur. Duyguların açık dışavurumunun diğerleri tarafından yargılanmasından değil, belirli tehlikeler içeren eylemler doğurmasından korkmak. Yoksa şu ana kadar tüm pisliklerini gördüklerimin, tükürürdüm sayfalarına defterlerimin. Böyle klavyenin ardından sessiz sessiz söylenmek daha iyi. Titreyen çeneler görmek ve kendi içinde kaynayan bağırışlar duymak istemiyorum. 

 Yorgun değilim. Sadece hamakta boylu boyunca uzanıp, keyif çıkarmayı özlemiş biriyim. Kalabalıkların kaosuna katılmak istemiyorum. Çünkü artık kaosta aradığım bir düzen kalmadı. Düzensizlik istiyorum. Bir yere gidemeyiş, varamayış arzuladığım. Yarım kalmak… Tam olmak isteyenler bir sokak, bir ülke, bir dünya dolusu. Benim eksik bir ruhla, bir ölümlü olarak çırpınmakla bir sorunum yok. 

 Bu yarışın sonu, birileri için de delirme hali olacak. Bir kendinden geçiş var havada. Başkasının sahip olduklarına bu kadar adanmışlığı ilk defa görüyorum. Çok uzun zamandır onlarla, insanlarla olmadığım için bu hezeyanın başlangıcını kaçırmış da olabilirim. Ama ben daha, o kadar,  kendimi kaybetmedim. İnsanları, evlerini, yamaçlarını, gülümsemelerini emmeyi ve soğuk bir tastan su içer gibi kana kana tüketmeyi istemiyorum. Bunu çeşitli yollardan yapan çok deliyle karşılaştım. Bunlardan biri zavallı bir kızcağız idi. Sonunu görmezden gelerek delirişinden uzaklaştım. Çünkü bu kimselerin her şeyi hayvani bir hınçla bitirmek, benliğinde yitirmek istemesini anlamıyorum. 

 Anne memesi, evet eksik kaldıysa ağızda, biliyorum ki amansız bir çıldırıya neden oluyor haset dediğimiz. Herkesin mi annesi, sütü yanağında kurumuş bebeğini memesiz, kokusuz bıraktı? Benimki de benimle pek vakit geçirmedi oysaki. Ben iyi emdim sanırım. Bir üç yıl kadar… O yüzden hala bu doygunluğum.

26 Şubat 2022 Cumartesi

“….”

 

Açlarıyız siyah uzun saçlarının. 

Kilitlediğin kapıların ardında kaybolmuş suçlu ruhlarız,

Savruluyoruz değersiz günlerin sonuna.

Ve sana açılıyor sorunların bütünü,

İhanetler, kıskançlıklar ve yalanlar.

Sen benim en çok sevdiğim,

Bittiğim her anın tek varlığı,

Nefret ediyorum itiraflarından sana hala bu kadar bağlı ve amansızca senden olmamın.


“….”!

Ne yalan bir ifadesi senin özgürlük ve gençlik arayışının.

Halbuki senin mutlu günlerinin ya da adamdan öncesinin eski bir dostu olmak isterdim.

Belki sen, o zaman beni daha çok önemserdin, 

Dışarıdakileri önemsediğin gibi.

Şimdi büyük bir bıkkınlık ve nefretle karşımda oturan yağ yığınına bakıyorum.

Acı çekiyorum sensiz gecesinde İstanbul’un.


Ey annesi doğuşun kanlı duvarlarının

Ve nedeni yakan nefesin,

Afaroz et beni bu yangınlardan!

Kaldır örtüsünü kasıklarının!

Boğ beni memenin altında 

Ve büyümeden söndür acılarımı

Sonsuza dek!

7 Ocak 2022 Cuma

Bekleyenin Şarkısı

 

  

Pusuda bekleyeni görmeni isterim, ey dizginsiz yürek,

Sen bilmez gerçeği ve hayallerinde yoğrulan,

Ben kesik başınla bekliyorum bu soğuk, kör sokaklarda.

Yalnızlığı tüküren yine benim.

Yalnızlığını sırtına kazıyan ara sıra, ıslak buluşmalarda.


Taşıyorsun,

Taşı hala lanetlerini göz yaşlarımın.

En yücesi düşmanlarımın,

Görüyor musun nasıl iniyor yıldızları göğün ciğerlerine,

Nasıl yakıp geçiyor mutsuz, çocukluk hıçkırıklarını?


Dişlerimi bileyerek izliyorum, ne hoş!

Ne hoş şakası zor zamanların

Ve fakir gecelerin, belini sardığında açlığı ve çaresizliği.

Ben kaybettiklerimi bu adanmışlıklarında teker teker söyleniyorum sessizce.

Adaletsizliklerini okuyorum benliğime ve evet bir kurt gibi,

Vajinam bir kurttur benim,

Bir kurt gibi bekliyorum can çekiştiğin anların dişlerimde söndüğünü.


Bak, senin göğe baktığın bir cennet günü, 

Benim cehennemimi yeşertmiyor artık!

Her yer karanlık ve her yer çığlıklarla dolu zihninde.

Cehennem şimdi senin düşünde, düşüncende,

Kazınmış gibi doğduğundan beri, doğumunun acısı yine tepende.


Memesi eksik ananın nefreti yine kavuruyor seni,

Eksik, sen eksik, ey güzel gece,

Uykusu tekinsiz, titreyenlerin kır kapısını

Ve gir içeri kederli günlerin hıncı!

Ben ol, ben ol şehirler yattığında

Ve saplandığında gözleri bir kansızın tavana.

Onda yoksun, sadece benle ol.