20 Mart 2023 Pazartesi

Yansıma

 

 Ayaklarını eğilmiş sehpaya uzatmış, daha iyiye ulaşmak isteyen benliğinden tetiklenmiş bir halde kısık ışığın aydınlattığı duvara bakıyordu. 

 “Peki beni bu gece, böyle canımdan can sökülürcesine düşündüren ne?”

 Sorguları boş odanın köşelerinde yankılanırken kendine cevap vermekte asla gecikmiyordu. Bir ruhu çözmüş olmanın ağırlığı onu bütün beklentilerinden, gizli arzularından ve bu arzulardan beslenen ilhamından soğutmuştu. 

 “Bu kadar apaçık önümdeyken peki ben… Ben nasıl anlamadım? Her şeyi daha fazla yazmak için mi kurdum kafamda? Ya da her şeye rağmen bir yol arkadaşı, gizli bir sırdaş mı oldum? Ben kaoslarımı, yaratma hırsıyla kovalıyor olmalıyım.”

 “Stanley Kunitz’in dediği gibi, şair şiirlerini öfkesinden çıkarıp yazıyorsa benim ulaşılmazlarım da bu amacı taşıyor olmalı. Kalp kırıklıkların ilham alabilme amacını…”

 Viskinin bardakta süzülen bacaklarına, damlaların yavaşlığına bakarak iç çekti. Rahatlamayla karışık tuhaf bir suçluluk duyuyordu. Hayatındaki tek tutkunun yazmak olduğu açıktı. Yazabilmek için suni acılar yaratacak kadar bağımlıydı. Fakat o yine de bazı kelimelerde, bazı hikayelerde takılıyordu. Ve bir gün o kelimeler ve hikayeler bitmeyen sorumluluklarda kayboluyordu. Yaratımda kendini sorgulayan, kendiyle barışmayan bir yapı vardı. 

 Pencereye döndü yüzünü. Yansımasında tuhaf yaratıklar, binlerce kuş ve  yazan eller vardı.  Cama daha çok yaklaştı. Yaklaşınca göğsünde uzanan erkeğin yansımasını da gördü. 

 Upuzun bedeni, ok gibi kirpikleri ve pespembe dudakları vardı. Hafif uykusunu aşığının göğsüne taşımaktan mutluluk duyduğu belliydi. Bu taze beden yazmanın dışında kalan tek şey olarak orada, öylece nefes alıyordu.  

 “Bu tutku kendimi en sevdiğim, kendimi yaralayışlarımdan en uzak olduğum halimle, kucağım salt sevgi doluykenki cesaretimle gerçekleşmeyi hak ediyor.”, dedi. Ve tekrar dönüp yansımasına, “Kaosların gölgesinde yaşanan bu eylem sahte bir görsellikten öteye geçemeyecek. Ben hiç beklenmeyen uçlar ve başkaldırılarla zaten donanmaktayım, ben ilhamın kendisi olmalıyım.”, diyerek ışıkları söndürdü. 

16 Mart 2023 Perşembe

Kabus

 

 Upuzun parmaklı bir çift elin açık camdan içeri girip boynuma uzanmasıyla sıçradım. Yatakta yavaşça doğrulup hemen başucumuzda duran pencereye baktığımda kimseleri göremedim. Bulutların arkasına saklanmış dolunayın cimrice aydınlattığı ağaçların dalları dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Ayrıca pencere de kapalıydı. 

 Hızlı hızlı çarpan kalbimi sakinleştirmeye çalışarak bir süre sağ yanımdaki soğuk duvara yaslandım. Sevgilimin yüzüne vuran ay ışığı, huzurlu bir uykunun en güzel sahnesini bana sunuyor olsa da görmüş olduğum rüyanın etkisinden çıkamıyordum. 

 Tatlı tatlı nefes alıp vermelerle süslenmiş hafif bir uykuyu bölmemek için ufak hareketlerle yataktan çıktım. Uzun koridoru geçip kapkaranlık mutfağa vardığımda eski buzdolabının rahatsız edici sesi dışında hiçbir şey duymuyordum. 

  Kendime biraz su doldurdum. Hala titreyen ellerimi ıslatan su damlalarını boynuma sürerek serinlemeye, içtiğim her yudum suda mantığımı geri kazanmaya çalıştım. 

 Bir süre eviyeye yaslanıp boş boş karanlık mutfağı izledim. Yatak odasından gelen tıkırtıları duyduğumda sevgilimi uyandırmış olduğumu düşünerek mahçup bir tavırla yatak odasına doğru yürüdüm. Çok hafif bir uykusu olan bu genç adamın uyanması için ufacık bir hareket yeterliyken hala uyanmamış olmasının şaşırtıcı olacağını biliyordum. 

 Yatak odasından içeri girerken ağır ağır mırıldanıyordum. Fakat sevgilimin hala yatakta, bıraktığım pozisyonda uyuduğunu, mutfağa gitmeden önce kapalı olan pencerenin tamamen açıldığını fark ettim. 

 Donakalmış bir şekilde odanın her köşesini süzüyor, sevgilimi uyandırmak için sesleniyor; fakat hemen karşımda uyuyan adama sesimi duyuramıyordum.

 Bir süre öylece ayakta, kaskatı kesilmiş halde bekledikten sonra sırtıma binen koca bir ağırlığın gövdemi yere eğdiğini hissetmemle sarsıldım. Her saniye gövdem daha da ağırlaşıyor, vücudum tarifsiz bir hızla uyuşuyor ve bağırsam da sesim çıkmıyordu. O upuzun eller artık yüzümün etrafında dolanıyor, bu göremediğim korkunç varlık sırtımın arkasına olağanca gücüyle bastırıyordu. Bunu yaparken boğuk, iniltiye benzeyen bir ses çıkarıyor, bilinmeyen bir lanetin türküsünü söylüyordu. 

 Dolunay tüm ışıklarını bulutların arkasında yitirip bedenim tamamen bu korkunç ağırlığın altında ezilerek yere uzandığında sevgilimin yanında uyuyan bir kadının varlığını belli belirsiz görebildim. Artık bu direnç ve uyuşmaya alışmalıydım. Çünkü huzur içinde, kıpırtısızca uyuyan o kadın bendim.

11 Mart 2023 Cumartesi

Zavallı Bay P.’ye Ne Oldu?

 

  Yağmurun bütün kasvetini içime doldurduğu, sıkıcı bir iş gününün ardından yorgun bir şekilde eve dönüyordum. Metroda bıkkın gözlerle insanları izlerken hayatımın hiç planlamadığım bir noktaya evrilmesinden duyduğum hoşnutsuzluğu bastırmaya çalışıyordum. Bu sırada telefonum tekrar tekrar titriyor, ısrarcı birinin sonu gelmeyen mesajları beni rahatsız ediyordu. 

 Günün sekiz saati ekrana bakmakla geçtiği için bu titreyişe aldırmamaya çalıştım. Kimseyle iletişimde olmak istemediğim bir andaydım. Lakin bana ulaşmaya çalışan kişinin ısrarcılığı öyle bir noktaya ulaştı ki, beni bir şekilde cevap vermeye itti. 

 Viyana’da yaşayan çok kıymetli bir dostum, bana sosyal medya üzerinden ulaşmaya çalışıyordu. Hayatımda gördüğüm en anlayışlı kişi olmasa da işine bağlı, meraklı bir genç olan bu adam, hiç huyu olmayan bir şekilde bana ardı ardına mesajlar atmıştı. İmla hataları ile dolu bu mesajlar ürkütücü şekilde bir anlamı takip etmekten yoksun ve kafa karıştırıcıydı. Ben mesajları okumaya başladığımda o yazmaya devam ediyordu. 

  Bir süre bana şaka yaptığını düşündüm. Çünkü kendisi  sosyal medyayı yalnızca makalelerini yayınlamak için kullanır, bana ulaşmak istediği zaman beni arardı. 

 Bir süre daha bekledikten sonra bu saçma mesajları okumak yerine onu aramaya karar verdim. Dostumun hayatında bir şeylerin ters gittiğini anlıyor olsam da bulunduğu konum gereği, akla gelen türlü saçma belaları ona konduramıyordum. 

  Onu defalarca aradım. Fakat o telefonlarıma cevap vermeyi reddediyor, mesaj yazmaya devam ediyordu. Ona telefonu açması gerektiğini, yazdıklarından hiçbir şey anlamadığımı söylediğimdeyse bana büyük harflerle, acilen Viyana’ya iki saat uzaklıktaki D. köyüne gelmem gerektiğini, konuşamayacak durumda ve bana ihtiyacı olduğunu yazdı. 

 Şaşırmayla karışık bir hayal kırıklığı ile yazdıklarına anlam vermeye çalıştım. Ondan ilk defa böyle emri vaki bir davet alıyordum. Kibar ve naif ruhlu bu adamın tuhaf ifadelerle beni bir lokasyona çağırması, bende tarif edemeyeceğim ürpertici bir his uyandırdığı için benimle görüntülü bir arama yaptığı takdirde istediği yere geleceğimi , yoksa bu yazılanların kendisine ait olmadığını düşüneceğimi söyledim.

 Kaygılanmıştım. Bir şekilde sosyal medya hesabının ele geçirildiğini düşündüm. Bir saat sonra mesajıma cevap verdi. Beni herkesin bildiği bir mesajlaşma uygulaması üzerinden arayacağını söylüyordu. Bir süre sonra gerçekten de beni aradı. Aramaya cevap vermeden önce tereddüt ettiğimi itiraf etmeliyim. Fakat içimde tırmanan kaygının sona ermesi için hızla telefonu açtım.

 Arkadaşım, arkasında loş bir ışığın kesik kesik yandığı, başka ayrıntıların çok zor seçildiği bir ortamda oturuyordu. Görüntünün kalitesizliğine rağmen gözlerindeki yorgunluk net bir şekilde görülebiliyor, ıslak olduğu anlaşılan sapsarı saçlarının yapıştığı alnındaki tuhaf çizikler yeni oluşmuşa benziyordu. 

 Telaş içinde ona nasıl olduğunu sordum. Donuk bir ifade ile bana, yüz yüze konuşmamız gereken çok ciddi bir sıkıntısı olduğunu, ona yardım edebilecek tek kişinin ben olduğumu söyleyerek beni D. isimli köye tekrardan çağırdı. 

 Ona ailesinin ve kendisinin Viyana’da yaşadığını, söylediği yere gelmemin ne gibi bir manası olacağını sordum. Keskin bir ses tonuyla bana bunu söyleyemeceğini, gitmek istemiyorsam bunu anlayacağını söyledi. Bir süre düşüneceğimi söyleyerek aramayı sonlandırdım. Onu bu şekilde görmek beni hem korkutmuş hem de tuhaf bir tiksinti uyandırmıştı. 

 O gece boyunca kendisiyle çektiğimiz fotoğraflara bakıp dostuluğumuzu düşündüm. Çok sık yüz yüze gelmezsek de birbirimizi her mecrada desteklediğimiz, bir araya geldiğimizde durdurak bilmeden sohbet ettiğimiz, çok zıt kişiliklere sahip olsak da birbirimizi anlayabildiğimiz bir ilişkimiz vardı. 

 Kendisi, yaz rüzgarı kadar insana huzur veren bir ses tonuyla konuşur, beni güldüremeyen ama karakterinin saflığını gösteren şakalar yapar ve hayata gösterdiğim keskin duruşa karşı naif bir tavır sergilerdi. Ona, yazdığım şiirleri kendi dilimde okuduğum halde gözleri dolar, içindeki romantik aniden canlanıverir, her zaman beni götürdüğü birahanenin içinde bir tur atıp masaya sükunetle döndüğünde kimi hatırladığını anladığımı bilirdi. Her defasında aynı kadını hatırlıyordu zaten. 

 Dediğim gibi karakterlerimiz oldukça farklıydı. Belki de bu yüzden şiirlerimi kendi diline çevirmemi istemez, her şiirin aynı kişiye yazıldığını düşlemek isterdi. Kendisinin bu tavrından, aslında içten içe, “bir kadına pek de yakışmayacak” bu çapkınlığa karşı muhafazakarca ya da, hayalinde kurduğu aşk idealine karşıt bir duruş olduğundan, kızgınca, bir eleştiri getirdiğini hissederdim hep. Lakin bunu kendisine hiç sormadım. 

  Bütün gece düşündükten sonra, belki de içinde bulunduğum duygusal çöküntünün yarattığı akıl almaz zayıflıkla, belirtilen lokasyona gitmek üzere biletimi aldım. Kendisine istediği yere geleceğimi, bana biraz daha ayrıntılı bir şekilde bu gezi planını yazması gerektiğini söyleyen bir mesaj attım. Bana çok hızlı bir şekilde şöyle cevap verdi:

  “Sevgili R.,

    D. köyüne geldiğinde kilise mezarlığının önünde bekle. Lütfen dikkat çekmemeye çalış. Bir bere takarsan benim için her şey daha kolay olacak. Seni gelip alacağım. Bu köyde tuhaf bir şekilde ayakta kalmış, akrabalarımdan birinin uzun zamandır kullanmadığı evinde kalacağız.

   Sevgiler…

   Kadim Dostun Bay P.

   NOT: Çizim yapmak için kullandığın materyalleri yanında getirmeyi unutma!”

  Afallamıştım. Bu oldukça gizemli mesaj beni arkadaşımın mental sağlığı konusunda sorular sormaya itiyordu. Neden bere takmalıydım? Başına kötü bir şey mi gelmişti? Arkadaşımı böyle bir paranoyaya iten şey neydi? Bunları düşünürken çantamı hazırlamaya başladım. Yanıma bir pijama takımı, bir küçük resim defteri ve çizim için kömür aldım.

   Gri gökyüzünün yağmuru yere indirmekte kararsız kaldığı bir sabah, hiç bilmediğim bir yere, kafamda, renkli kıyafet seçmekte takıntılı biri olarak siyah berem olmadığından, arkadaşımdan son anda ödünç alabildiğim siyah bir bereyle yola çıktım. 

  Tren garında beklerken ve yolculuğum boyunca sürekli aynı soruları soruyor, arkadaşımın yazdığı son makaleleri tarıyor, onda herhangi bir psikolojik rahatsızlığın ibarelerini arıyordum. Bir süre sonra bitkin düşüp bomboş vagonun bir köşesinde uyuyakaldım. Fakat bu çirkin uykudan trenin her sallanışında sıçrayarak uyanıyordum. Sürekli telefonumu kontrol ediyor, arkadaşımdan bir mesaj gelip gelmediğine bakıyordum. 

  Trenin istasyona varışını müjdeleyen son titreyişle gelen büyük bir çarpıntının kurbanı olarak uyandım. Eşyalarımı hızla toparlayıp beremi düzgün bir şekilde taktığımdan emin olarak trenden indim. Görünüşe bakılırsa bu köye kadar uzanan trenin son yolcusu bendim. Bomboş istasyonda tedirgin bir şekilde yönümü aradıktan sonra köyün meydanına giden yolu buldum.

  Telefonum çekmiyordu. Bu yüzden haritayı açamıyordum. Tabelalar beni, sık ağaçların kapladığı bir patikaya doğru yönlendirdi. Gri gökyüzünün altında hiçbir kıpırtı göstermeyen ağaçlar ve içinde yüzdüğüm derin sessizlik beni ürpertiyordu. Ayrıca etrafta hiçbir yaşam belirtisi göremiyordum. Arkamı sürekli kontrol ederek patikayı takip edip köyün meydanı olduğunu düşündüğüm yere geldim. 

   Köyün tam ortasında  çok eski olduğu belli olan bir kilise, önünde mezar taşları yosun kaplamış bir mezarlık ve etrafında çoğunluğu yıkılmış birkaç ev vardı. 

   Arkadaşımın belirttiği üzere mezarlığın önüne doğru yürüyüp beklemeye başladım. Arkadaşıma geldiğime dair mesaj atmıştım. Lakin telefonum çekmediği için kendisine ulaşıp ulaşmadığından emin değildim. Ve işin açıkçası bu ürkütücü mezarlığın önünde, ölü ruhlar yağmuru müjdelen toprağın üzerinde dans ederken beklemek istemiyordum. 

  İçimdeki korkuya yenik düşmek istemiyor, fakat ne kadar yanlış bir karar verdiğimden emin bir şekilde söyleniyordum. Bir süre bekledikten sonra bir arabanın toprak zemine çarpa çarpa geldiğini duydum. Biraz irkilerek sesin geldiği yöne doğru baktığımda eski model bir araba ve içinde arkadaşımı gördüm. Beni fark ettiğinde bir süre duraksadı. Sonra arabayla yavaşça bana yaklaştı. Bu tavır beni oldukça sinirlendirmişti. Ama durumun tuhaflığı gereği daha ılımlı bir tavır göstererek gülümsedim. 

  Arabayı durdurduğunda beni bir kez daha süzüp arabadan indi. Yüzüme çok donuk bir ifade ile bakıyordu. Ona, endişeli bir şekilde iyi olup olmadığını sorduğumda robotik bir ses tonuyla, “Bu günahkar şehrin yıkıntıları arasında ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim.”, dedi. Yavaşça aracın arka koltuğunun kapısı açtı. Neden şöför koltuğunun yanına oturmadığımı sorgulamadan arabaya bindim. 

  Dostumun yüzü bembeyazdı. Sorduğum sorulara kısa cevaplar veriyor. Anlamsız bir şekilde mırıldanarak konuşuyordu. Artık dayanamayacağımı hissettiğim için, biraz agresif bir tonla, bana neler olduğunu anlatmasını istedim. O ise donuk ama tehditkar bir ses tonuyla, sabrımın ona yardımcı olabilecek tek şey olduğunu söyledi. 

  Dakikalar boyunca arabanın içinde sustuk. Sık bir ormanın içinden geçerek ağaçların arasında saklanan, taştan eski bir malikane ve yıkık bir kuyunun olduğu kare şeklinde bir alana geldik. Malikanenin eskiliği, kuyunun üzerindeki tuhaf semboller ve ağaçların tepkisiz karanlık duruşu beni ürkütmekle kalmıyor, içimdeki cani duyguları uyandırıyordu. 

  Bay P. üstünde birçok anahtarın olduğu paslanmış bir anahtarlığı sallayarak malikanenin kapısına doğru yürüdüğünde kaçmak için bir fırsatım olup olmadığını düşündüm. Fakat içimdeki tuhaf merak beni onu takip etmeye zorluyordu. 

  Malikanenin kapısı korkunç bir gürültüyle açıldı. İçeriden yüzüme güzel kokuları taşıyan sıcak bir rüzgar vurduğunda korkularımın yersiz olabileceğine inandım. 

  Ev oldukça eski ama iyi korunmuş halılarla bezenmiş bir girişin misafirlerini karşıladığı, duvarlarında aile fertlerinin portrelerini görebileceğiniz, bakırdan duvar lambalarının üzerine işlenen üzgün meleklerin yere düşecek izlenimini verdiği bir dekorasyonla örülmüştü. Girişin hemen karşısında kocaman bir kütüphane, sağında ise yukarı katlara uzanan bir merdiven vardı. 

  Bay P. hızlı adımlarla kütüphaneye daldı. Bu sefer yüzündeki donukluk gitmiş, esrik bir gülümseme bana anlatacaklarından duyacağı hazzı açık eder olmuştu. 

  Tedirgin adımlara onu takip ettim. Dört duvarını sayısız kitabın kapladığı, rafları toz tutmuş bu kütüphane, normal bir zamanda aklımı başımdan alabilirdi. Arkadaşım nefes nefese, bir ayağı yamulmuş masanın üstüne bir takım eski kitaplar ve çizimler yığarken yavaşça kütüphaneyi taradım. 

  Kırmızı, siyah ve beyaz renklerin keskin bir şekilde gözlerimi acıttığı, o “felaket” öncesinden kalan tonlarca yasaklı kitap ve belge bu kütüphanede öylece korunuyordu. Hayatımda hiç bu kadar rahatsız hissettiğimi hatırlamıyordum.  Münih’in köklü erkek topluluklarının kütüphanelerinde bu tarz belgelere ya da bildirilere tek tük rastlamış olsam da bu kadar fazla yasaklı kitabı bir arada hiç görmemiştim. Bu şeytani objelerin böyle açıkça önümde uzanmasından tiksinerek dostuma dikkatimi verdim.

  Kendi kendine söyleniyor, masadaki eski püskü kağıtlarda yazılanlardan çıkardığı sonuçları sayıklıyordu. Bu kağıtlarda biraz önce gördüğüm yıkıcı manzaradan daha ürkütücü, insanın aklını bulandıran, tanımlanamaz figürler ve daha önce görmediğim bir alfabeyle yazılmış yazılar vardı. Ona bunların, tüm bu esrik hareketlerinin ne anlama geldiğini sordum. Artık korkumu göstermekten çekinmiyordum.

 Bir süre masmavi gözleriyle gözlerimin içine baktı. İçimde yükselen kaygıdan dolayı üzüntü duyuyor, ama sorununu çözecek tek kişinin ben olduğuna inandığı için beni bu karanlık atmosferden kurtarmıyordu. 

 Ellerini yavaşça havaya kaldırdı. Uykusuzluktan kızarmış gözlerini kısarak, “ O büyük A…..! Ve diğerlerinin de ardına saklandığı büyük heyula! Hepsi burada, bu kağıtlarda yazılı! Bu şehir kadim dostum, çok korkunç bir ritüele, bir hezeyana şahit olacak! Almanya’nın güneyinden gelen iyi eğitimli binlercesi… Hepsi gizli planını bu ayin ile kusacak! Aklın bittiği yer burası!”, dedi. 

 Anadolu’dan  gelmiş bir yabancı, böyle konularda fikrini bile beyan etmekten hoşlanmayan biri olarak arkadaşımın tuhaf bir komplo teorisi içinde aklını kaybettiğini düşündüm. Tüm mimiklerimle mental sağlığından şüphe duyduğumu göstermiş olsam gerek ki, “Ben delirmedim! Tüm kanıtlar burada!”, diyerek haykırdı bir daha.

  Ailesinin geçmişi hakkında hissettiği suçluluğun farkındaydım. Bu suçlulukla bir ideolojide aşırılaşma yolluyla başa çıktığını da biliyordum. Fakat travmalarının onu bu şekilde paranoyaklaştıracağını asla düşünmemiştim. 

 Masaya serdiği onlarca ürkütücü çizim, bir zamanın  kanlı inanışlarını betimleyen onlarca kitap arasında savrulan o güzel çehresini gördükçe kahroluyor, dostuma nasıl yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Ona inanmadığımı, ona üzüldüğümü saklayamıyordum. O ise kanıtlarını çığlık çığlığa anlatarak beni ikna etmeye çalışıyordu. 

 Tüm bu çıldırının içinde bir anda durakladı. Ben gözyaşları içinde onu izliyordum. Yavaşça masanın diğer tarafından yanıma doğru geldi. Omuzlarımı sıkı sıkı tuttu. Yorgun bir ifadeyle, “Madem yardımcı olmuyorsun kendi gözlerinle gör. Beni çoktan fark ettiler. En azından birisi olanlardan haberdar olsun.”, dedi. 

 Masadaki her şeyi kaldırdı. Ben kütüphanenin ortasında öylece kalakalmışken hiçbir şey olmamış gibi mutfağa gidip yemek hazırladı. Eski bir plaktan dinlediği müzik durgun ritimiyle soğuk bir rüzgarı anımsatıyordu. 

  Öncesinde tuhaf çizim ve belgelerle örtülmüş bu masada artık iki kadeh şarap, biraz kuru et, bayatlamış bir ekmek ve peynir vardı.

  Açlığımı yeni yeni hissetmeye başlayan ben, kuru ekmeği şarapla yumuşatarak yemeye başladım. Dostum, büyük bir sakinlikle oturmam için sandalyemi çekti. Sonrasında da kendisi oturdu. Yemek boyunca hiç konuşmadık. 

  Ona bir sonraki akşam Münih’te olmam gerektiğini söyledim. Alaycı ve kaba bir üslupla, biraz da imalı bir şekilde kiminle buluşacağımı sordu. Sorma şeklinden rahatsız olduğum için cevap vermedim. Sadece biraz dinlenmek, uyumak istiyordum. Çok gerilmiş ve üzülmüştüm. Çok sevdiğin bir insanın aklını yitirişi karşısında çaresizce acı çekiyordum.

 Bakışlarımdan yorgunluğumu anlamış olacak ki, o, bana kendi odasını hazırladığını, kendisinin çalışması gerektiğini, istersem yukarı çıkıp hemen uyuyabileceğimi söyledi. Soğuk bir ifadeyle kafa salladım. 

 Dikkatle masadan kalktı. Yaşlı ve hasta biri kadar yavaş yürüyordu. Tozlu merdivenin gıcırtıları arasında odasına kadar onu takip ettim. Bana yatağı gösterdi. Ben odadan içeri adımımı attığımda o çoktan gitmişti. 

 Kıyafetlerimi çıkarmadan yatağa uzandım. Paçalarımdaki pisliğe aldırış etmeden ve ışığı söndürmeden uykuya daldım. Vücudum yumuşacık yatağın içine gömülmüş gibiydi. Ne kadar süre bu şekilde uyuduğumu bilmiyorum. Lakin dostumun korkunç çığlığıyla uyandırıldım.

  Yattığım odanın ışıkları sönmüş, üzerime kalın bir battaniye örtülmüştü. Bir süre korku içinde göğsümü tutarak yatakta bekledim. Kendi nefesim dışında hiçbir şey duymuyordum. Fısıltıyla dostumun adını söyledim ve yavaşça yataktan kalktım.

  Pencerenin perdesinin ardından çok güçlü bir ışık gözüme vurmakla kalmıyor, tüm odayı aydınlatıyordu. Tıkırdayan tahta zeminin üzerinde süzülerek pencereye doğru yaklaştığımda dostumun ikinci çığlığı buz kesmeme neden oldu. Çığlığın dışarıdan geldiği belliydi ve ona tuhaf, inleme benzeri bir gürültü eşlik ediyordu.

 Perdeyi dikkatlice araladım. Gördüklerim karşısında yaşadığım korku boynumdaki tüm damarların yüzüme uzanmasına, vücudumun kaskatı kesilmesine neden oldu. Evin önündeki yıkılmış kuyunun etrafında onlarca çıplak erkek, ellerinde tuttukları, yeni katlettikleri çok açık olan zavallı kurtların kafalarıyla evin önündeki yıkık kuyuya bakıyordu. Kuyunun eğilmiş duvarına asılmış, kuyuya düşmemek için kanlar içinde, çığlık çığlığa savaş veren dostumu ise yüzü yanmış ya da yüz hatları hiç olmayan tuhaf, iri bir adam içeri itmeye çalışıyordu. Bu insanların hepsi bir ağızdan, zikri andıran tuhaf sesler çıkarıyor; aralarından bir tanesi, yüksek bir sesle anlamlandıramadığım bir dilde ürkütücü bir şarkı söylüyordu. 

 Dostumu itmeye çalışan adam büyük bir çeviklikle, saniyeler içinde elinde tuttuğu uzun, sivri cismi dostumun göğsüne sapladı. Zavallı arkadaşım kuyunun içine bir yaprak gibi savruldu. 

 Adamlar bir süre kuyuya bakmaya devam ettiler. Tuhaf sesler çıkarmayı bırakmışlardı. Bu sırada ben dona kalmış, çaresiz bir şekilde ne yapacağımı bilemeden bekliyordum.  

  İçlerinden bir tanesi öne doğru çıkıp kuyuya uzanarak mastürbasyon yapmaya başladı. Ağlamayla karışık tuhaf bir şarkı söyleyerek boşaldı. Her biri teker teker aynı davranışı tekrarlarken birkaçı yere güneşi andıran semboller çiziyor, birbirleriyle kavgaya tutuşuyorlardı. 

 En son kişi de kuyunun duvarlarını erkekliğiyle ıslattığında hepsi bir anda olduğu yerde zıplayıp göğe baktı. Gökyüzünde olağanca güzelliğiyle ışıldayan ay, bulutsuz gökte tuhaf bir etkiyle örtündü. Bu karanlıkta olanları görmeyi zorlaşıyordu. 

 Hepsi bir ağızdan, o iniltiye benzer sesi yeniden çıkarmaya başladılar. Bu sırada pencere tuhaf bir rüzgar ile titriyordu.

 Çok yüksek, metalik bir sesin, belki de dünyayı kaplayacak büyüklükte bir makinanın çalışmasını andıran bir gürültünün gelişiyle sevinçle bağırarak birbirleri etrafında koşmaya başladılar.

  Gökyüzünden ne olduğunu anlamlandıramadığım, beyaz, solucanı andıran bir yığın büyük bir hızla aşağı iniyordu. Bu görüntüsü algımı aşan yaratıkların çıkarttığı ses öyle güçlü, öyle korkunçtu ki artık kaçmam gerektiğini; bu adamların eve girdiği, arkadaşımın topladığı belgeleri bulmaya çalıştığı takdirde beni yakalayacaklarını düşünerek hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı indim. 

 Evin arka cephesine açılan pencerelerden birinden kaçabilirsem ormana doğru koşabileceğimi düşünüyordum. Hızla mutfağın baktığı odalardan birine girdim. Pencereye yavaşça yaklaşıp evin arka tarafında kimse olup olmadığını kontrol ettim. Kapkaranlık yolun ardındaki ağaçlardan başka hiçbir şey gözükmüyordu. 

  Büyük bir dikkatle pencereyi açıp dışarı çıktım. Orman soğuğu çıplak ayaklarıma parçalarcasına saplanıyordu. Arkama bile bakmadan yola doğru koşmaya başladım. İçimde sezgilerin, güzel kokuların ve yaratımın arkamdaki hezeyanda  yok edildiğine dair, insanı ümitsizliğe sürükleyen bir his vardı. Bu hisle daha fazla sarmalanmamak için koşuyor olsam da arkamda bir cinayetin belirsiz tanıklığını bırakıyordum. 

  Ormanın içine daldığımda kulakları yırtan metalik gürültüden eser kalmamıştı. Ayın ışığıyla yolumu bulmaya çalışıyor, ayağıma giren, bacaklarımı kanatan çalı çırpıya aldırış etmeden koşuyordum. Böylece hiç durmadan saatlerce koştum. Sabahın ilk ışıkları yüzüme vurduğunda Münih’e varmıştım.