29 Eylül 2022 Perşembe

Soru

 

 Bira festivalinde hastalığı kaptığım ve öksürmekten uyuyamadığım için dün aklıma takılan bir soruyu burada kendi kendime konuşur gibi cevaplamaya karar verdim. İlgilerini beğendiğim ve saygı duyduğum bir kadın, “Eğer kanıtlamıyorsam zeki olmanın ne anlamı var?”, yani “Eğer bir gerçekliği kanıtlayamıyorsam zeki olmanın anlamı yoktur.”, önermesinin tersinin ne olacağını sormuştu. Önermenin tersi basitçe, “Eğer bir gerçekliği kanıtlayabiliyorsam zeki olmanın bir anlamı vardır.”, şeklindedir. Burada “anlamı olmak” fiilini “işlevlilik” olarak ele alırsak zeki olmanın bir işlevi olduğu, görece daha zeki olmanın farklı sonuçlar yaratabildiği düşüncesi oluşuyor kafamızda. Buna göre, zekamız, ancak bir gerçekliği kanıtlayabildiği ya da o gerçekliği doğru bir şekilde fark edebildiği sürece işlevlidir. 

  Bu noktada “fark etmek” ve “kanıtlamak” kelimeleri önem kazanıyor.  Bir gerçekliği kanıtlamak için onu önce fark etmek gerekiyor. Beni en çok düşündüren soru şu oldu:  Zekaya işlevlilik katan şey bir gerçekliği fark etmek mi yoksa kanıtlamak mı?

 Bunu irdelemek içi yerçekiminin keşfini ele aldım. Yerçekimi önümüzde bir apaçık gerçeklik, bir olguydu. Ve biz bu gerçeği fark edip buna göre hayatımızı şekillendirmeye başladığımızda elmanın yere düşüşünü izleyen herhangi bir canlıdan farklı bir işlev kazanmış olduk. (Burada herhangi bir canlıdan bizi farklı kılan şey zekamız.) Böylece fark etmek zekanın anlamlı olması bakımından önemli. Fakat bu her zaman için geçerli değil. Herkesin farkında olduğu, fakat kanıtlanmasının ya da kanıtlanması için geliştirilen metotların zekayı işlevli yani anlamlı kıldığı birçok örnekle çevriliyiz. Böylece farkındalığın zekayı işlevli kılmada önemli bir faktör olduğunu; fakat,  işlevi katan asıl gerekliliğin bir gerçekliği kanıtlayabilmek olduğunu görmüş oluyoruz. 

  Bu önermenin karşıt-tersi de hoş  anlam çıkarıyor. Ben önermenin karşıt-tersinin, “ Eğer zekamın anlamı varsa bir gerçekliği kanıtlayabilirim”, olacağını düşündüm. Yine “anlamı olmak” kelimesini işlevlilik bakımından ele alırsak bir gerçeğin bir kişi tarafından fark edilmesinin, tartışılabilmesinin ve bunların sonucunda kanıtlanabilmesinin kişinin zekasına bağlı olduğunu görmüş oluruz. Aynı örneği düşünelim. Yerçekimi önümüzde yüzyıllardır duran bir gerçekti, fakat kanıtlanması için Newton’un zekası gerekti. 

  Sonuç olarak önermenin tersi ve karşıt tersi bize, zekaya işlev kazandıran şeyin, fark edebilme ve kanıtlayabilme yeteneği olduğunu; fakat, bir şeyin fark edilebilmesi ve kanıtlanması için zekanın bir işlevi olması gerektiğini gösteriyor. Daha fazla düşünmek isterim. Ama saat dört oldu. Öksürüğüm de kesildi biraz. Sıkılmış da olabilirim, bilmiyorum. Size iyi uykular.

Not*: “Anlamı olmak” fiilini işlevlilik üzerinden ele almamın sebebini sormanız ya da sormam gereken kişi ben olmayacağım. 

Not**: “Eğer kanıtlamıyorsam zeki olmanın ne anlamı var?”, sözünü, “Eğer bir gerçekliği kanıtlayamıyorsam zeki olmanın anlamı yoktur.”, şeklinde yazmamın sebebi sözün, geçtiği yerde bir soru olarak değil, benim yazdığım şekilde ima edilmiş olmasıdır. 

4 Eylül 2022 Pazar

Mit

 

  Ormanın kuru yapraklarla kaplanmış ufak bir gölünün ortasında, kalınca bir kütüğün üstünde sırılsıklam oturuyordu. Gölün etrafını sarmış onlarca kedi parlayan gözlerle onu izliyordu. Sırtına vuran rüzgardan üşüyen tüyleri diktatörünü selamlayan çılgın bir halk gibi dikelmişti. O ise kendisini izleyen gözlerden tedirgin, bedenini buraya savurarak fırlatan o büyük mitini bekliyordu. Bu koca yaratık korkutmuyordu onu artık. Bu yüzden kaçma ihtiyacı da duymuyordu. 

  Şekilsiz tanrının ağaçları yıkarak kendisine doğru gelişini duyduğunda Jung’un sözlerini sayıklayarak oturduğu kütüğe yapıştı.

 “Mitsiz ya da mitlerin dışında yaşayabileceğini düşünen kişinin, tıpkı köklerinden uzaklaştırılan biri gibi, geçmişiyle veya onunla yaşamaya devam eden atalarının hayatıyla, içinde bulunduğu toplumla gerçek anlamda bir bağlantısı yoktur.”

  Yemek pişirirken yanan ocaktaki alevin onu ne kadar evinde hissettirdiğini düşündü. Bu açıdan bakılırsa Jung’un değindiği bu bağlantısızlık çabucak ortadan kaldırılmalıydı. Bu yüzden yüzleşmek, yaşamak kadar önemliydi. En azından yaşlı birkaç testis birbirine sürtüp, “Sadece masal anlatıyorsun!”, dediğinde o, ıslak kalabilmeliydi. ( Tabii ki testisler, çünkü vajinalar o kadar kibirli olmuyor.)

 Gürültü yaklaştıkça sayıklamaları artıyordu. Çığlığa dönüşen bu dil hezeyanı, ancak birkaç ağaç daha devrilip o koca canavar karşısında belirdiğinde sona erdi. Bu yabancı yığın her zamanki gibi renkler saçıyor, kocaman kanatlarıyla göğü kaplayıp bulutları savursa da ayın o güzel ışığı gözlerinden yansıyıp ormanı aydınlatıyordu. 

 Bir süre sessizce bakıştılar. Bu bakışma Eros ile Thanatos’un birbiriyle çarpışmasından hemen önce geçen birkaç saniyeden daha çok, iki tarafın da hangi konumda olduğunu bilmediği, fakat birbirine karışmış varlıklarını ayırmaya çalıştıkları bir anda gerçekleşiyordu. Bu hali yaratığın boğuk sesi bozdu.

“Yüzleşmek konusundaki görüşlerine katılıyorum. Birbirimizden ayrıymışız gibi kavga etmeyi sürdürmemeliyiz. Fakat biliyorsun, suçlamayı bırakmadığın sürece seni kemiklerini kırana kadar savuracağım.”

 Kadın yüzleşmek istemesine rağmen yaratık bunları söyledikçe kütüğe daha çok sarılıyor, üstüne kazınmış bütün aşağılamaları bir şarkı gibi mırıldanmaya devam ediyordu. Bu mırıltılar yaratığı daha çok sinirlendiriyor, onu ve sarıldığı kütüğü yerden yere vuruyor, kadının kırılan kemiklerinin sesi tüm ormanı inletiyordu. Canavar devam eden sayıklamaları bastırmak için daha kuvvetli bağırıyordu, “Zor büyüyordun, zaman kayıplarına ve hatalara ihtiyacımız vardı! Çok bilmiş aptal adamlar gibi kendini yargılamayı bırak!”. 

  Kadın cinlenmiş gibi ağzından köpükler çıkararak titriyordu. En sonunda yaratık onu boynundan yakaladı. Uzun uzuvlarıyla sıkıyordu boğazını. İnce bir hat şeklindeki gözbebekleri büyüyerek eğildi kadının üzerine.

 “Seni kendi evinde, çıktığın delikte, boğazındaki yaraları çeke çeke öldürürüm.”

  Kadın çaresizce çırpınıyordu artık. Büyük bir güçle yere fırlatıldı. Sarıldığı kütük paramparça olmuş, boğazındaki şişlik daha da belirginleşmişti. Kediler etrafını sarıp onu yalamaya başladı. Yaratık ise ayın karşısında  uzuvlarını savurarak kendi etrafında dönüyor, tuhaf bir dilde şarkılar söylüyordu. Bu sırada kadının kırılan kemikleri hızla kaynıyor, yeni bir hırpalanışa hazırlanıyordu. Yorgun beden dudaklarını büyük bir güçlükle aralayabildi.

 “Ben, sadece bendim. Ve çocuktum.”

 Bu fısıltı öyle kuvvetliydi ki tüm ormanda, hatta göğün en eril yanlarında bile yankılandı. Bu sözlerde suçluluk değil, derin bir sorumluluk vardı. Büyümenin ve hayatı kavuştuğu son haliyle kabul etmenin sorumluluğu… 

 Canavar duruldu. Dokunaçları çoktan farklı tende, farklı mizaçta yüzleri andırır olmuştu. Her bir yüzüyle kadına sevgiyle baktı. Ayın ışığı kadının kasıklarının üzerinde olabildiğince parlaktı. Canavar gökte süzülerek oradan ayrıldı.