25 Haziran 2023 Pazar

Buchloe İstasyonu

 “Ne yazıyorsun? Güneş alnını ıslatmış. Tanımıyorum. Adın nedir? Yazarken varoluyor gibisin. Benim gibi misin? Bembeyaz yüzün pespembe olmuş. Hangi dilde dizelerin? Sapsarı mı sözlerin saçların gibi?”

  İstasyonların birinde, genç bir adam oturmuş kolonun dibine, tavana baka baka sözlerinde. Kağıdı titrek… Güzel hatları kasılmış, istemez kimseyi. Şiir yazdığı açık, hırçın hırçın atlıyor satırları. İlham gelmiş besbelli. Bana geldiği gibi… 

  “Ey dostum, ne anlatıyorsun? Sen de mi duvarlara konuşuyorsun? Sen de mi tek yolu karalamakta buluyorsun? Utanma, bak bana. Sana da aynı acıları yoruyorum. Sen de konuşmadıklarınla boğuşuyorsun. Yaratarak diniyorsun.

  Göğe bakıp bakıp kimi görüyorsun? Hangi açlıkta saklı kafiyelerin? Ben trenin içinde, sen kolunun dibinde, kim daha hızlı oynuyor kelimelerle? Ki sen beni fark edince ve ben gözlerimi çekmeyince aynı suçun faili gibi gülümsüyorsun. Beni tanımıyorsun. Gözün dolarak gülümsüyorsun. 

  Hoşçakal yazan dostum. Beni tanımıyorsun. Şimdi sarıl bana birkaç satırında. Güven bana. Ben yabancıyım sana. Tanımıyorsun. Güven bana.”

24 Haziran 2023 Cumartesi

13.00

 

 Zihnimin iki ucuna bağlanmış dibi yanan bir teli gererek yükseliyorum. Halatlarımı bağladığım limanlar üstüme kıvrılıyor. Şehrin bu kadar ortasında, bu kadar her şeyin içindeyken duyguların bir ucu çok takılı kalmış gizli bir tarafa. Birinin sarsılmaz merakı üstümde kurtulamadığım baskısını yaratmış, kibrimi, gururumu zorluyor. 

 Yumrukladığım çatlaklarından sızıyorum bilinmeyenin, senin, içine. Korkutmak değil benim amacım. Kendini gerçekleştiremeyen bedenlerin hasetli tırnakları var üstümde. Kıvrımlarıma diktiği gözlerinden körelen birisinin şiddetli uykusuzluğu…

 Tutunuyorum kabaran okyanusun içinde gümbürdeyen bedenime. Bir yerden bir yere, tenden tene savrulmak değil benim niyetim. Güzelin dilinde hoşnutum ben gecelerimde ki sıcacık uzandım dün gece, bilmeden kim gıcırdattı dişini sinirle. Uzakta yakın, yakında uzak sevmiyorum. Göğsüm değmeli toprağa yağmur gibi düşmek istediğimde. 

 Mutluluğuma değersizlikle çıldırmış bir dostun veyahut korkulu kalmış bir ruhun dokunmasını istemiyorum. Kendimi sıkı sıkı tutuyorum dalgasında hayatımın. Seviyorum, seviyorum mutlu inleyişlerimi.  Zaten, ben de hak etmiyor muyum kahkahasını sıcak gündüzlerin?

 Kendini bulamamış karanlık düşlerin, dinlenmemiş çocuklukların isini kendime süremem. Kendimden keyif almak için büyüyorum. Böylece istemiyorum düşüncesini üstümde söyleyemeyenlerin. Benim sözlerimin de böyle delilikler için kıymetli olduğunu düşünmüyorum. İşkence olur sadece. Ben geride kalmaktan, unutulmaktan korkmuyorum. Kimse de korkmasın.



22 Haziran 2023 Perşembe

Şimdi

 

  Yatağın ortasına çakılı…Tavana asılı şekilde izliyorum bedenini. Kısık ışığın altında eriyen gölge gibi bir varlık izleyicisi keskin çene kemiğinin.

“ Ten üstünde eskimeyen inancımın simgesi var.”

 Dokunaçları boğazıma dolanacak şimdi. Titreyerek, sen, insan altımda, zikrin boğulan nefesin şimdi. Şimdin geren kadınlığın en yabani yanlarını. Kavuşarak dudağım yastığa, zamanın en belirsiz kısmında yüzüyorum şimdi!

 Yağmur tıkırdatıyor camı. Bu en ürpertici geçiş ayini! Ufacık ekrana girilen harflerin bitmesini bekleyen bir yüz uzanıyor uçlarıma. Ayaklarım havada kayboluyor. Ben iki hazzın kıyısında. İzleyen de, bilen de, dokunan da, deneyen de benim şimdi.

4 Haziran 2023 Pazar

Kuyunun Dibinde: Bölüm 1

 

  Boynuma asılmış zincirler etimin içine geçmesine rağmen çırpınmayı sürdürüyordum. Dolunayın ışığı, kuyunun üstüne konulmuş kırık tahta parçalarının ardından kısık kısık görünüyordu. Kuyunun başında bekleyen iki adam vardı. 

 Ayaklarımın altından yükselen korkunç bir kokunun etkisiyle kendime geliyordum. Dayanılması zor olan bu kokunun, dışarıda olsalar bile, iki koca adamı rahatsız edebileceğini biliyordum. Kokunun kaynağı ise beni, kendisinden daha çok dehşete düşürüyordu. Kuyu duvarının üç tarafına ustaca yerleştirilmiş zincirlerle boynum sabitlenmişti. Sıkıca bağlanmış eller ve ayaklarla yorgun bedenim ise üst üste dizilmiş bir ceset yığınının üzerinde duruyordu. Bu, aslında daha derin olduğunu tahmin ettiğim kuyunun görece yüzeye daha yakın bir konumunda olduğumu düşündürüyordu bana.

 Sesim çatlayana kadar bağırmış gibiydim. Kuyunun ucundan, ara ara tahta kapağı açarak maskelerinin ardından bana bakan bu iki iri yarı adamın beni buraya nasıl getirdiklerinden emin değildim. Tek bildiğim, insanı ürperten, Kuzeyli halkların eski lisanlarını andıran bir dil konuşuyor olmalarıydı. Küfürlerime karşılık vermiyor, çığlıklarıma tek kelimelik, hırıltıyı andıran seslerle yanıt veriyorlardı. 

 Cesetlerin üzerinde ayakta kalmaya çalışan bedenim, birbirine kalın bir iple kenetlenmiş ayaklarıma rağmen dengede durmaya çalışıyor, ayak parmak uçlarıma değen, sıcaktan jöleleşmiş etler, kurtuluş için bir yol bulmaya çalışan zihnimi darmadağın ediyordu. Oraya nasıl getirildiğimi hatırlamaya çalışıyor,  bir hezeyanın içinde karışmış, ümitsizlik içinde bölünmüş aklımı zorluyordum. 

 Bir süre zihnimi toparlamaya çalıştım. Tek hatırladığım Olimpiyat Park’ındaki tepelerden birinde yalnız başıma şehri izlerken duyduğum tuhaf mırıltıydı. Parça parça da olsa o mırıltıya, daha doğrusu iniltiye doğru tedirgin bir şekilde gittiğimi anımsayabiliyordum. 

 Mırıltı öyle uzaktan ama öyle keskin bir şekilde zihnimde çınlıyordu ki, parktan yeraltı tren istasyonuna kadar uzanan otopark alanına, sesi takip ederek yürümüştüm. Sonrasını hatırlayamıyordum. Sadece amansız bir boğuşmanın sızısını boğazımda hissedebiliyordum. Bu sızı boynuma asılı zincirlerle her saniye daha da ağırlaşıyordu. Ağrıyan vücudumu yukarıdaki canavarlara fark ettirmeden zincirlerden ve bağlardan kurtarmak zorundaydım. 

  Ellerimdeki ipleri gevşetmek için yavaş yavaş hareket ettirmeye çalıştım. Bağlar çözülmek yerine etimi kesiyordu. Karanlığın içinde uzanabileceğim kesici bir alet aradım. Böylece ipleri kopartabilirdim. Lakin şişmiş ölüler dışında bir şey görünmüyordu.

 Boynuma dolanmış zincirlerin düğümleri olabildiğince keskindi ve boğazıma saplanıyordu.  Bu bana, şayet zincirlerden birine ellerimdeki ipi sürtebilirsem ipi çözebileceğimi düşündürdü. Lakin bunun için arkadan bağlanmış ellerimi zincirlere, gövdemden yukarı doğru uzatmam ve bunu yukarıdaki adamlara hissettirmeden yapmam gerekiyordu. 

  Korkunç bir ağrıyla ellerimi yukarı kaldırabilmek için öne eğildim. Bunu yaparken boynumdaki zincirleri aşağı doğru çekiyor, ipin herhangi birine değmesini kolaylaştırıyor olsam da, boynumdaki hasarı daha da artırıyordum. Bu şekilde ne kadar debelendim bilmiyorum. Fakat kendimi yaralayarak da olsa ellerimdeki ipi çözmeyi başardım. Bu sırada sürekli yukarıya bakıyor, izlenip izlenmediğimi anlamaya çalışıyordum. 

 Ayaklarımı ve boynumu kurtarmanın daha zor olacağı kesindi. Fakat ellerim serbestken daha rahat hareket edebiliyor, boynumdan sızan kanı yırtılmış kazağımla bastırabiliyordum. 

  Uzun bir süredir adamlar beni kontrol etmemişti. Bu beni, izleniyor olduğuma dair çaresiz bir duygunun içine sürüklüyordu. Fakat kurtulma çabam, büyük bir afiyet ile izleniyor olsa bile hayatta kalmanın o küçük ihtimalini kaybetmek istemiyordum

  Karanlığın içinde etrafı görmeye, ayaklarımı bu iplerden kurtaracak herhangi bir keskin uç bulmaya çalıştım. Aniden, gecenin karanlığında sahip olduğum net görüşün sebebinin hala gözlüklerimi takıyor olmam olduğunu hatırladım. Gözlük camlarımı kırıp bileklerimin arasına yerleştirebilirsem ayaklarımdaki ipleri çözebileceğimi düşündüm. Ama bu oldukça tehlikeliydi. Çünkü hem görüşümü kaybedecek hem de ayak bileklerimi kesip kendimi kısa yoldan öldürme riskini göze almış olacaktım. Yine de başka bir çarem olmadığını biliyordum. Bu yüzden gözlük camlarımdan birini çerçevesinden çıkardım. Böylece tek bir gözle de olsa görebilecektim. 

 Güçsüz ellerimle kalın gözlük camını kırıp bileklerimin arasına bıraktım. Ayaklarıma boynumdaki zincirler yüzünden eğilip ulaşamadığım için camı bileklerimin arasına alıp parçalamadan, ufalamadan ipe sürtmem gerekiyordu. Neyseki ayaklarımdaki ipleri çözmek ellerimi bağlardan kurtarmak kadar uzun sürmedi. Bacaklarımın ve ayak bileklerimin içine ufalanmış cam parçaları dolsa da ayaklarımdaki bağı çözmeyi başardım. 

  Bütün bu çabaya rağmen hala boynum zincirliydi ve hala çok iyi hareket edemiyordum. İçimdeki kurtulma ümidi bu farkındalığa yenik düşüyordu. Hem zincirlerimden kurtulsam da kuyudan yukarı nasıl tırmanacaktım? Tırmansam bile bu bitap bedenle dışarıdaki devasa adamlarla nasıl mücadele edecektim? 

  Gözyaşlarım acı ile sızlayan boynumu ıslatıyor, yakıyordu. Öyle çaresizdim ki, daha fazla o tuhaf ölü yığını üzerinde durmaya dayanamadım, tüm ağırlığımı boynuma vererek zincirlerin arasında asılı kaldım. Dışarıdakilerin ağlayışımı duymasına aldırmıyordum. Zaten en küçük kıpırtı dahi hissedilmiyordu. 

 Zincirlerle asılı bir şekilde acılar içinde ağlarken ölü bedenlerin arkasında, kuyu duvarının bir kanadında ahşap ile örtülmüş, kapıya benzer bir şey olduğumu gördüm. Belki de ölülerle doldurulmuş bu kuyunun yeraltında bir çıkışı vardı. Belki de burası bir kuyu değil, yeraltına gizlenmiş bir yapının girişiydi. 

  Aniden yükselen bir umutla doğruldum. Boynuma geçirilmiş zincirler tenime yapışmış olsa da doğrulduğum yerden zincirleri çekiştirmeye başladım. Zincirler kuyu duvarına çakılmıştı ve tüm o geçirdiğim saatlerin aksine daha güçsüz görünüyorlardı.

 Tüm gücümle zincirlerden birine asıldım. Çekiştirdikçe boynum daha fazla hasar alıyor, fakat bu acı beni durdurmuyordu. Kollarımda güç kalmayana dek zinciri çekiştirdim. O zamana kadar inanmadığım tanrının bir hediyesi midir, bilinmez, hınçla asıldığım o tek zincirin gösterdiği dirençle yıkılmam, diğer iki zincirin yuvalarından kopmasına neden oldu. 

 Şaşkınlık içinde, yerinden sökülen iki zincire baktım. Kalbimde hayatın tüm coşkularına karşı büyük bir özlem uyanıyordu. Bu sefer o tek zincire çakıldığı yerden asılıp çekiştirdim. Çok ufak da olsa zincirin tutunduğu çivide bir hareket hissedebiliyordum. Defalarca çekmeye, hırsla, hatta hırlar gibi inlemeye devam ettim. Ve en sonunda o son zinciri de olduğu yerden söktüm. Artık boynumda sallanan üç zincirle ölülerin üzerinde uzanıyordum.

 Dişlerimi sıka sıka duvarın ahşapla örtülü kısmına doğru süründüm. Gerçekten de kokusuna alıştığım insan kalıntılarının arkasına saklanmış bir kapı bulunuyordu. Önce, o kapı olarak nitelendirdiğim şeyin arkasında başka bir duvar olup olmadığını kontrol etmek için ahşabı hafifçe tıklattım. Sessiz olmaya özen gösteriyordum. Çünkü kuyunun ucunda bekleyen o “şeyler” tarafından yakalanmak, en önemlisi tekrardan bağlanmak istemiyordum. 

  Kapının arkasında hiçbir şey olmadığını tıklatmalarımdan anlasam da onu nasıl açacağımı kestiremiyordum. Kapının ucu görünen kısmını tekmeleyerek açabilirdim. Lakin bu, kuyunun ucundan duyulabilecek bir sese neden olurdu. Böyle bir riski göze alamazdım. Bir süre çürümüş vücutlara dayanıp düşündüm. Artık kendi canlılığımdan şüpheli, lakin yaşama isteğimden emin hale gelmiştim. 

  Kapının varlığı, o kapıyı açacak bir anahtar deliği ya da bir kapı kolunun varlığını da işaret ediyordu benim için. Ya da ben ümitsizce buna inanmak istiyordum. Kapının koluna veyahut anahtar deliğine ulaşmak için ölüleri, önüne yığıldıkları kapının aksi tarafa dizmem gerekiyordu. 

 Tüm yorgunluğuma ve vücudumda kanamakta olan yaralara rağmen doğruldum. Ve yavaşça, o saatlerdir yüzlerine odaklanmamak için çaba gösterdiğim cesetleri taşımaya başladım. Fakat cesetlerde fark ettiğim bir şey beni başka bir dehşetin içine düşürdü. Cesetlerin hiçbiri bedeninin orijinal kafasını taşımıyordu. Kilolu bir kadın bedenine zayıf bir erkek başı dikilmiş, kocaman bir erkek vücudu ise bir bebeğin başını güçsüz dikişlerle taşımaya zorlanmıştı. 

 Bir an gözlerimi sıkıca yumdum. Göz kapaklarımın arkasından, alelade başka bedenlere dikilmiş başların esrik bir ifadeyle gülümsediğini görüyordum. Yüzlere, uyumsuz boyunlara dikilmiş başlara odaklanmadan bedenleri kapının önünden çekmeye devam ettim. Cesetleri taşımaktan çok onların arasına gömülüyormuş gibi hissetsem de kurtulma hırsıyla sırtlanıyordum hepsini. Kan ve terle karışık vücut sıvılarım tenimi yakıyordu. En sonunda kapının bir kulpu olmadığını görecek kadar çok beden taşımıştım. 

  Güçlü ahşabın üzerinde küçücük bir anahtar deliği vardı. Anahtar deliğine boynumdaki zincirlerin duvara çakıldığı çivileri sokmaya çalıştım. Lakin kalın çiviler tüm çabalarıma rağmen anahtar deliğine girmiyordu. Kapıyı kırmaktan başka bir çarem yoktu ve bu, içimi daha derin bir korkunun kaplamasına neden oluyordu. 

 Olduğum yerde nefesimi tutarak yukarı baktım. Hiçbir hareket göremiyordum. Fakat bir şekilde tüm bu mücadelenin izlendiğini düşünüyordum. Aklımı hızlıca kullanmalıydım. Vuruşlarımın sesini nasıl en aza indirebileceğimi düşünüyordum. 

  Rasgele dikilmiş başlardan biriyle göz göze geldim. Anlamını yitirmiş gözler ve çürümüş dudaklar bana hiç olmak istemediğim, olmanın ruhuma çok erken geldiği bir hali yansıtıyordu. Hızla, ölüleri kapının önünden alarak oluşturduğum ufak çukurun içine girdim. Cesetleri üstüme çekerek hiçbir boşluk kalmayacak şekilde kapattım. Böylece dışarı gidecek sesi belli bir oranda azaltacağımı umut ediyordum. Çok yakın bir mesafede olduğum kapıyı tekmelemeye başladım.

  Ne kadar tekmelediğim konusunda hiçbir fikrim yok. Fakat bacağım parçalanmak üzereyken yukarıdan gelen boğuk sesler kalbimin daha hızlı atmasına ve daha fazla tekmelememe neden oldu. Böylece kapıda geçebileceğim genişlikte bir delik açmayı başardım. Ve üstüme binen cesetlerin arasından sıyrılıp karanlığa daldım.