30 Temmuz 2023 Pazar

Rüya: 30.07

 

 M. isimli istasyonda, bir bankta uyandım. Neye kızdığımı, kime başkaldırdığımı hatırlamıyordum. Lakin evi bir hışımla terk etmiş, yolumu karıştırmış ve kazayla bu istasyona savrulmuş olmalıydım. Çünkü bu yer bana hiç tanıdık gelmiyordu. 

  Karşımda koskoca bacaları ve kapkara dumanıyla bir sanayi bölgesi yükseliyordu. Ve ben varlığımın dünya üzerinde işaretlediği bu noktayı bulmaya çalışıyordum. Nerede olduğumu anlayabilmek için istasyonun merdivenlerinden aşağı indim. Bacaklarım titriyordu. Bir yorgunlukla trenin son istasyonuna kadar uyumuş, sonra bu uykuyu istasyonun bir bankında sürdürmüş olmalıydım. 

  Uzuvlarımı görmekte zorlanıyordum. İkindi vakti uyumanın tatsız baygınlığına gözlüklerimin olmayışı eşlik ediyor,  görüşümü bulanıklaştırıyordu. Hücrelerim ağırlaşmıştı. Bedenimi zor taşıyordum. Camı kırık telefondan eve dönüş yolunu bulmaya çalışıyor; fakat bir türlü zihnimi toparlayamıyordum. 

  Tren istasyonunun alt geçidi beni sanayi bölgesinin girişine yönlendirmişti. Güneş gözümü parçalayarak, beynimi yakarak dikiliyordu tepemde. Yapıların açık gri ikiyüzlülüğü estetik zevkime işkence ediyordu. Bu bulantının içinde zihnimi toparlayıp eve geri dönebilmek istiyordum.

  Etrafta kimseler yoktu. Tek başıma, nerede olduğumu bilmeden yürüyordum. Tedirgindim. Bilmediğim bu yerin, bu parıltılı günün gerçekliğinden şüphe ediyordum. 

  Ben bu şüphe içinde bir elim omzumda korkuyla etrafı incelerken tuhaf adımlarla yürüyen birilerinin arkamdan geldiğini fark ettim. Ve aniden bu çarpık adımlara şiddetli bir bağırtı eşlik etti. Tok bir erkek sesi, bilmediğim bir dilde birine dişlerini sıka sıka bağırıyordu. 

  Arkamı dönüp baktım. Ufak boylu, bıyıklı, bembeyaz yüzlü bir adam, on-onbir yaşlarında bir erkek çocuğunu, tahminimce oğlunu, ensesinden yakalamış dövüyordu. Öyle bir şiddetle bağırıyor, öyle hırpalıyordu ki zavallıyı, bir yumruğumla yüzünü dağıtabileceğim bu ufak adamdan korktum. Çocukcağızla göz göze geldiğimdeyse gözlüklerinin ardındaki simsiyah gözlerinde alevlenen korkunun, içine düştüğüm dehşeti delicesine haklı kıldığını fark ettim. 

 Kendi vücut hatlarımı bulanık gören gözlerim, tuhaf bir şekilde bu çocuğun yüzündeki ufak izlere kadar görebiliyordu. Hemen onlara arkama dönüp yürümeye devam ettim. 

  Önümdeki beş basamaklı merdivenden inerken titreyen bacaklarımı tutmaya çalışıyordum. Normalde aile kavgaları beni bu kadar telaşlandırmaz. Lakin bu adam çocuğa öldüresiye vuruyor, bağırışları arkamda daha da hiddetleniyordu. Bir ezilme, bir cismin hızla bir tene değmesinin sesiyle kaskatı kesildim. Adam çocuğuna çok sert bir cisimle vurmuş olmalıydı. 

  Kalbim artık göğsümü parçalayacak gibi atıyordu. Bir şeyin bana yaklaştığını hissediyordum. Adam arkamdan geliyordu. Fakat bu sırada da bir şey sürüklüyordu yanında. 

  Başımı yere eğdim. Ve aniden küçük çocuğun baygın bedeninin yanımdan geçtiğini fark ettim. Sonrası yine bir uyanma hali…Bir hastanede uyandım. Başımda korkunç bir ağrı vardı ve yaşlı bir doktor bilmediğim bir dilde benle konuşuyordu. Bu tuhaf rüya bitmek bilmemişti.  

  Şükür ki en sonunda gerçekten, gerçeklikte uyandım. Kafamdaki sızıyı hala hissedebiliyordum. Çok garip bir rüya görmüştüm. Yüreğim hala kapkara… Bu kabusa bir anlam vermeye çalışıyorum.

28 Temmuz 2023 Cuma

Cuma Yorgunluğu

 

  Kahvenin kokusu genzime işliyor. Duygusu hızla değişen gökyüzü ağlamak ile gülmek arasında gidip geliyor. İnsanlar da bu dengesizlik içinde kaybolmuş durumda. Bilmesi gerekenler bilmeyene soruyor çözümleri. Ben de içimde biriken sessizlik, yeniliklerin yarattığı, heyecandan öte, yorgunlukla sandalyeye çakılmış oturuyorum.

  Anlatmak istiyorum. Kamerayı açıp saatlerce boş boş konuşma hevesim var. Sonrasında kendimi izleyip sorularıma ve sorunlarıma cevaplar bulabilirim belki. Neden kendimi bu kadar boşlukta hissettiğimi, dolması gereken çatlakları, yani aslında kendime vermem gereken çokça nasihat ve sevgi olduğunu biliyorum. Kendimi özlüyorum. Sanki çok uzun zamandır kendimden kaçıyorum. 

 “Dilba, sana sarılmaya çok ihtiyacım var. Sana sıkı sıkı sarılmak, seni güldürmek, seni hissetmek istiyorum. Seni aramaktan vazgeçemem ben. Sen, bensin. Sana kızamam, seni görmezden gelemem. Bunu hiçbir şey için yapamam. Seni seviyorum.”

  Kendime bunları söylerken çok sık yakalıyorum kendimi. Tuhaf bir tıkanmışlığım var sanki. Şayet başlarsam arzu ettiklerimi yapmaya, kendimi tutmaya, sınırsız mutluluklar içinde yüzeceğim, biliyorum. İnsanlar, sevdikleri yanındayken en yüce dalgalara, harlanan yangınlara ve dağılan göğe karşı bile dimdik durabilirler. Ben, kendimin yanındayım işte. Ve benle olmaktan da inanılmaz keyif alıyorum. Sadece bedenen ve ruhen biraz yorgunum. Bu yorgunluğun çok normal olduğunu da biliyorum. Çünkü hiç durmadan savaşıyor, üretiyorum. Ayrıca bunların hepsini çevresel faktörlere, insanlara rağmen yapıyorum. Bütün bunları takdir etmem gerektiğinin farkındayım. Sadece özlem çok ağır olabiliyor bazen. Ve ben tutkuyla gülümsediğim anları, kahkahamın gümbürtüsünü ve varlığımı kutsadığım danslarımı özlüyorum. Kendime sarılıp uyumayı özlüyorum.

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Kajetana

 

 Sapsarı binanın içinde, kendimi iki tahta arasına sıkıştırmış, sessizce oturmaktaydım. Bembeyaz sütunlar, yüzü yerde, kanatları saklı heykeller ve mermeri gerçek yapan ustalık eseri çiçeklerle çevrelenmiştim. 

 Koskoca, abartılmış bir beyazlığın içinde üzeri ışıklandırılmış bir yağlı boya resim bir de pespembe giyinmiş ben vardım rengi olan. Turuncu, kahverengi ve kırmızının birbiriyle sakin geçişler yaptığı bu çarpıcı yağlı boya resimde inanılmaz derecede gerçekçi ve insani bir an betimleniyordu. Aşırılaşmış ilahiliğin içinde bu görüntü sırıtıyor, büyük bir çelişki yaratıyordu. Bense kutsal olanla zıtlığım sebebiyle çoktan komedisi yerinde bir tehlikeydim.

  Bir an için etrafta dolaşan, aynı derece soluk ve beyaza kaçmış insanların bu huzurlu izleyişin içinde var olmamasını istedim. Beni büyük bir sakinlikle gülümseten bu tasviri, kimsenin çirkin gürültüsü olmadan izlemek istiyordum. 

  Sessizliği büyük bir hınçla arzuladığım bir anda iç sesim bana, “Seninki nerede?”, diye sordu. Şaşırmıştım. Kendi kendime, “Benim ne?”, diye sordum. Normalde iç sesim benimle daha keskin konuşur, bana büyüdüğüm evin acımasız düşüncelerini yansıtarak emirler verirdi. Ama bu sefer naif, hatta tatlı denilebilecek bir şekilde ifade ediyordu kendini.

  “Seninki işte. Bak, bu kadının oğluna veyahut eşine, her neyiyse işte, bir otorite tarafından el konulmuş. Genç adam kadınla olduğu, kadından olduğu için önce yargılanmış ya da kendini yargılamış, sonra da baskılara karşı koyamayıp o otorite tarafından yanına alınmış, o otoriteye dönüşmüş ve bir daha kadına gerçekten hiç dönmemiş. Sen de bunu yaşamıyor musun? Bak, sen de oldukça insani ve dünyaya aitsin. Ne kutsal ruhla ne de baba olmakla alakan var. Terleyen etlerine bakılırsa bir kurum gibi de görünmüyorsun. Senin safında olmak günah! Cehennem gibi sonu bilinmez bir tehlike gibi durmuyor musun?”

  Tedirgin bir ifade ile elimi yüzüme koydum. Artık beyazlığın içinde kıpkırmızı, sımsıcak oturuyordum. Bilincimden şüphe duyduğum günler için pişman oldum. Kendimle bu şekilde iletişim kurduğum için varlığıma teşekkür ediyordum. Her ne kadar söylediğim bu doğrular kırıcı olsa da farkındalığımın kızgın bir demir gibi buzun içinde çıkardığı cızırtıları duyabiliyordum. 

   Yavaşça ayağa kalktım. Şaşkınlığımın içinde dağılıp bacaklarımı örtmeyi bırakan elbisemi yavaşça aşağı indirdim ve kiliseden çıktım.

17 Temmuz 2023 Pazartesi

Kafa Koleksiyoneri

 

 Depodaki son bedeni de başından kurtardığında yavaşça baş kesme tezgahından kalktı. Kopan başı hızlıca, keskin bir koku yayan ve içinde türlü kimyasalların bulunduğu baş şişeleme cihazına koyduğunda saat akşam yediyi geçmekteydi. Çırağına başsız bedeni işaret ederek ortalığı temizlemesini salık verdi. O gün olması gerekenden fazla çalışmışlardı.

 Cihaz hızlı bir şekilde, şık bir kavanozla şişelenmiş taze başı orijinal paketiyle hazırladı. Bu son teknoloji baş şişeleme cihazını üç yıllık birikimiyle almıştı. Kesik başı etrafına saçılan damarlardan ve türlü kalıntıdan kurtarmakla birlikte, koleksiyonerine şişeleme ve şık bir paketleme de sunan bu cihaz, son üç ayki kazancını üçe katlamıştı. 

  Acele bir şekilde, şişelenmiş başı dükkanın vitrinine, diğer erkek başlarının yanına yerleştirdi. Türlü takıntıları olan bu çalışkan adam, kadın başlarıyla erkek başlarını asla aynı vitrine koymaz, çocuklarınkini ise özel bir camekanda sergilerdi. Bu titizliği onu, diğer kafa koleksiyonerlerinden ayırıyor, müşterilerinin ona saygı duymasına neden oluyordu.

 Bay F., 20 yıldır kesintisiz olarak kafa koleksiyonerliği yapıyordu. İşinde ustalaşmasındaki nedenlerin arasında birçok kafa müzayedesine katılmasının, çalışkanlığının ve gelişmiş ticari zekasının yanında çocukluktan getirdiği özel bir yetenek de vardı. 

  Büyük Nefes Salgını başladığında 7 yaşındaydı ve ailesi şehrin kenar mahallelerinden birinde yaşadığından ölülerin toplanmadığı o uzun günlerde cesetleri evlerinin camından izleyebiliyor, güzelliklerine göre kategorize edebiliyordu. Bu sayede ölüler üzerinde epey kıymetli bir estetik duygusu geliştirdi. Salgının başlangıcından tam sekiz yıl sonra akıllı bir emlak baronunun milyonlarca ölüyü “sanatsal bir bakış açısıyla” değerlendirme fikri üzerine başlayan kesik baş koleksiyonerliği furyasıyla bu yeteneği değer kazanmış oldu. Kendisini çok seven ve yeteneklerinin farkında olan ebeveynlerinin de sayesinde insan ölümlerinin en fazla olduğu bölgelerde inceleme yapma ve koleksiyonerliği ustalarından öğrenme fırsatına erişti. Böylece “Bay F.’nin Süslü Başları” isimli kesik baş dükkanının temelleri de atılmış oldu.

 Bay F., diğer koleksiyonerlerin aksine, başları sadece müzayedelerden ve baş pazarlarından toplamıyor, aynı zamanda ve bugün olduğu gibi, seçtiği eşsiz cesetleri dükkanına toplatıyor ve müşteriye kendisi hazırlıyordu. Böylece başa çok zarar vermeden ve çok da çürütmeden şişelemeyi gerçekleştirebiliyor, başları karakteristik özelliklerine göre farklı parfüm ve kavanozlarda şişeleyebiliyordu.

 İş kıyafetlerini sakince çıkardı. Çalışmaktan boynu tutulmuştu. Onları dükkanın deposunda bulunan çamaşır makinesinin içine yerleştirdikten sonra, eşinin her sabah huzurla ütülediği gömleğini ve bej renkli pantolonunu giyip son kez dükkanı kolaçan etti. Üstünde altın işlemeler ve kendi ismi olan oksijen maskesini büyük bir gururla taktı. Bir sonraki gün yapılacak işleri kafasına kazıdıktan sonra dükkandan çıktı. 

  Hava oldukça soğuktu. Keskin rüzgarı, üzerindeki kalın palto güçlükle karşılıyordu. Kafa Koleksiyonerleri Caddesinde çok az kişi vardı. Turist sezonu kapandığından çoğu koleksiyoner dükkanlarında ancak güneş batana kadar duruyordu. Oysa onun müşterileri, sezon fark etmeksizin, dünyanın her yerinden geliyor, dükkanının duvarlarını şarkıcıların, politikacıların ve birçok tanınmış simanın kafa satın alırkenki fotoğrafları süslüyordu.

  Caddenin sonuna varıp şehri küçük bir kasabaya bağlayan köprüye doğru yürüdü. Bu köprünün altında, nadir de olsa, açlıktan veyahut salgından ölmüş evsizlerin arasında güzel cesetler bulabiliyordu. 

  Cesetlere ve cesetlerin yanında titreyerek uyuyan bedenlere dikkatle bakarak köprüye yaklaştı. Kayda değer bir ürün fırsatı görmüyordu. İç çekerek yürürken bir anda tiz bir sesin ağır ağır söylendiğini, hatta inlediğini duydu. Başını yavaşça sesi duyduğu yere doğru çevirdiğinde yüzü bembeyaz kesilmiş, güzel mi güzel bir kız çocuğunun ateşler içinde kıvrandığını gördü. Heyecanlanmıştı. Çünkü beyaz kız çocukları, satışını en çok yaptığı ürünlerden biriydi.

  Adımlarını hızlandırarak nefesinde boğularak öksüren zavallı çocuğa doğru yürüdü. Çocukcağız tüm gücüyle nefes almaya çalışıyor, ciğerlerinde hızla üreyen o yapışkan böcekler, her nefes verişinde daha da canını acıtarak ciğerlerinden sökülüyordu. 

  Koleksiyoner, çocuğun yattığı yere doğru yavaşça eğildi. Çocuk, hastalığı nedeniyle etrafında olanları, başında bekleyen adamı fark edemeyecek kadar acı çekiyordu. Zavallı bir süre daha kıvrandı ve içinde bulunduğu sefaleti kaldıramayan ruhu, küçük bedenini büyük bir huzurla terk etti. Bay F. de ölünün başında hızlıca bir dua okudu. Bu ritüeli asla aksatmaz, eriştiği her ürünü saygıyla kutsardı. Bu küçük kız çocuğu, taze bir şekilde şişelenecek ve ona piyasanın çok üstünde bir fiyat biçilecekti. Bu yüzden duayı diğerlerinden uzun tuttu.

  Saatini tekrardan kontrol ettiğinde akşam sekize yaklaşıyordu. Gün boyu çok yoğun çalışmasına rağmen bu ürünü tazeyken şişelemenin önemli olduğunu düşünerek cesedi sırtlanıp dükkana geri döndü. Çırağı çoktan dükkanı terk etmişti. “Dükkandan çıkmamı kolladın değil mi tembel hergele!”, diye söylenerek dükkanın kapısını açtı. Küçük bedeni hızla baş kesme tezgahına yatırdı. Üstünü değiştirmekle vakit kaybetmek istemediğinden çırağının çalışma masasının üzerine alelade bıraktığı önlüğü giydi ve cesedi masanın ucuna sabitlenmiş boyun kesme ünitesinin üzerine yerleştirdi. 

  Bay F., bu işlemin en fazla on dakikasını alacağını düşünüyor, homurdanan açlığına aldırmadan çalışıyordu. Lakin işler hiç de istediği gibi gitmedi. Her nasılsa boyun bir türlü baştan ayrılmıyor, sanki kesildikçe boyunla baş arasında yeni et ve damarlar oluşuyordu. Hayretle boynun her yanını inceliyor, başka açılardan kesmeye çalışıyor; fakat bir türlü başarılı olamıyordu. 

  Böyle saatlerce uğraştı. Çalışma masasının yanında duran, çok uzun yıllardır açmadığı, yalnızca müşterileri etkilemek için orada tuttuğu anatomi kitaplarını karıştırıyor, eskiden kullandığı cihazları deniyor, bir türlü başı gövdeden ayıramıyordu. Terler içinde, kokmaya yüz tutmuş cesedin yanında uyuyakaldı. Fakat sonraki gün soluğu diğer koleksiyonerlerin dükkanlarında ve baş kesim evlerinde aldı. Duyan duymayan cesedin başına üşüşüyor, türlü yöntemlerle başı gövdeden koparmaya çalışıyordu. Bu sırada ceset iyice çürüyor, değerini kaybediyordu. Böylece günler geçti ve baş sektörü, yaşadığı bu esrarengiz olayla birlikte küçük kızın boynuyla uğraşmayı bırakıp istediği ürünü alamadan cesedi öğütücülerdeki diğer bedenlerin yanına koyarak vazgeçti. Ne de olsa fakir başı tükenmek bilmiyordu. 




  

16 Temmuz 2023 Pazar

Kilisedeki Dehşet

 Dalgalardan sıçrayan damlaların yüzüme çarpması ile irkildim. Karanlık tüm şehri sarmış, bütün gürültüsüyle etrafta dolaşan turistler çoktan bir sonraki günün enerjisini depolamak için uykuya dalmışlardı. 

  Saatlerdir Zadar’ın ünlü Deniz Org’unda oturuyorduk. Arkadaşım yanımda uyuyakalmıştı. Kocaman elleri suyun içinde yüzerken güzel perçemleri alnına bir baygınlıkla yapışmıştı. Bir sonraki gün yapacağımız ada turu için dinlenmemiz gerektiğini düşündüğümden onu uyandırdım. Sarhoşluğu güneşten yanmış yanaklarına yerleşmişti. 

 Genç adamı yavaşça ayağa kaldırdım. O kadar sarhoştu ki, az daha denize düşüyorduk. Buna rağmen tütününün bittiğini, almamız gerektiğini söyleyip duruyordu. Ona yarın alabileceğimizi söylesem de ısrar ediyordu. Lakin ben onu şehrin merkezine kadar bu sarhoşluğuyla taşımak istemiyordum. Bu yüzden ona, konakladığımız, oldukça eski ama sevimli, olduğumuz yerden beş dakika uzaklıkta olan  otele gitmesini, benim istediği tütünü hızlaca ona getireceğimi söyledim. Genç adam biraz dirense de vücudunda ağırlaşan uyku sebebiyle teklifimi kabul etti. 

  Sokak lambalarının altından sallanarak geçişini bir süre izledim. Otele yaklaştığına emin olduktan sonra Roma Forumu denilen şehrin tarihi bölgesine doğru yürüdüm. Burada milattan sonra 9. yüzyılda inşa edildiği düşünülen eski bir kilise, Aziz Donat Kilisesi, ve bir kule bulunuyordu. Ayrıca içinde sütunların da olduğu, 3. yüzyıldan kalma diğer tarihi buluntular ise kilisenin girişindeki alanda sergileniyordu. İnsanın kendisini geçmişin bir noktasında çakılı hissettiği bu meydandan geçtikten sonra sizi, şehrin olağan sokakları karşılıyordu. Tütüncü de tam burada bulunuyordu.
 
  Tütün dükkanın kapanmasından endişe ederek hızlı adımlarda tarihi bölgeye doğru yürüdüm. Gündüzün aksine, tüm o loş ışıklar ve denizin sesiyle bu bölge oldukça mistik görünüyor, eskinin estetiğinin büyüsü insanı mest ediyordu. 
 
 Yavaşça denizi izlediğim kaldırımdan uzaklaşıp caddenin karşısına geçtim. Turistleri kazıklamak için uçuk fiyatlara verilen birçok ürünün satıldığı tezgahlar çoktan toplanmış, sergilenen sütunlara uzanan merdivenler boşalmıştı. Merdivenleri ağır ağır çıkıp sütunların olduğu bölgeyi hızla geçtim. Kilise tüm bu alanın sol ucunda, kuleyle yan yana duruyordu. 

  Güzelliğine hayran kaldığım kiliseye yaklaşınca biraz yavaşladım. Duvarlarının tabanından yükselen ışıklarla insanı büyülüyordu. Tütüncüye doğru yöneldiğim sırada kilisenin içinden insana oldukça huzur veren ilahilerin yükseldiğini duydum. Bu beni çok mutlu etmişti. Belki de bir gece ayinine denk gelmiştim. Böylece tütüncüden alışverişimi yaptıktan sonra bu ayine katılabilir, bu güzel ilahileri dinleyebilirdim.

  Koşar adımlarla tütün dükkanına doğru yürüdüm. Dükkanda yaşlıca bir adam, sıcaktan bunalmış bir şekilde oturuyor, önündeki telefonda her ne izliyorsa ona odaklanmış bir şekilde iç çekiyordu. 

  Geldiğimi fark edince bozuk ingilizcesiyle ne istediğimi sordu. Konuşmaya pek de istekli olmadığından, aklımdaki soruyu, kilisedeki ayinin ne olduğunu sormadan hızla tütünün parasını ödeyip çıktım. Tütün paketini küçük çantama sıkıştırdım. Elimde tütünle kilisedekilere saygısızlık etmek istemiyordum. 

 Kiliseye doğru yaklaştığımda ilahi biraz önceki huzurlu halinden çıkmış, daha iç karartan bir mırıltıya dönüşmüştü. Yine de izlemeye değer olduğunu düşünüp kilisenin ağır kapısını yavaşça araladım. Kilisenin duvarlarına asılı mumlar girişteki daire şeklindeki alanı hafif hafif aydınlatıyordu. Duvar mumluklarını önceden fark etmemiş olmama şaşırarak heyecanla girişteki merdivenlerden çıktım. 

  İçeride bir tiyatro oynanıyor olmalıydı. Orta yaşlarda birçok adam Roma dönemindeki kıyafetleri andıran kıyafetler giymiş, şaraplar içiyor, ilahi olmadığını anladığım tuhaf müzikler eşliğinde sohbet ediyorlardı. Kalabalık sebebiyle kilisenin tam ortasındaki alanı göremediğim için bu tiyatroyu ya da kostüm etkinliğini daha rahat izleyebilmek amacıyla kilisenin yukarı katına uzanan beyaz, çıkması zahmetli merdivenlerden yukarı çıktım. 

  Bu sırada yanımdan geçen kostümlü adamlara gülümsüyor, Zadar’daki kültürel etkinliklere hayran kalmış bir şekilde, tüm bunları Münih’te neden yapmadığımızı sorguluyordum. Bu sorumun cevabını daha sonra, Münih’teki aklı selim zatlardan, yaşadığım çıldırıya bir çözüm bulmaya çalışırken alacaktım. 

  Merdivenleri nefes nefese çıktım. Basamakların bitiminde beni karşılayan, tellerle örülmüş, Zadar’ın güzel manzarasını önüme seren geniş balkonu geçtim. Bir çok adam, kilisenin orta alanını rahatlıkla izleyebilecekleri kat balkonundan aşağıya bakıyor, bir şeyler söylüyorlardı. 

  Bu etkinliğe hiçbir kadının katılmamasına şaşırmıştım.  Kilisedeki tek kadın olarak dikkatleri üzerime çekmekten biraz çekiniyordum. Lakin tuhaf bir şekilde insanlara gülümsememe, onlara selam vermeme rağmen bu katılımcılar tarafından görülmüyor gibiydim. 

  Tuhaf bir iç huzursuzluğuyla gümbürtüyü andıran bir müzik eşliğinde kat balkonundan aşağıya baktım. Gördüğüm manzara karşısında şaşkınlık içinde donakaldım. Yanlış zamanda, yanlış yerde olduğum açıktı. Kilisenin ortasında birkaç genç erkek, orta yaşlı veyahut yaşlı diyebileceğim birçok erkekle, insanı oldukça rahatsız edecek şekilde seks yapıyordu. 

  Bu sözlerimin yanlış anlaşılmasını asla istemem. Homoseksüel birlikteliğin, heteroseksüel olan kadar normal ve doğamıza ait olduğunun farkındayım. Lakin bu şey her neyse, bir cinsel birliktelikten çok, bir işkenceyi, bir istismarı yansıtıyordu. Öncelikle genç erkeklerin yaşı oldukça küçüktü. Daha yeni ergenliğe girmiş gibi görünüyorlar, içimdeki annelik içgüdüsünü uyandırıp onlara üzülmeme, acımama neden oluyorlardı. Yaşlı erkekler ise hayvani bir şekilde sıra sıra diziliyor, zavallı bedenleri sanki deşiyorlardı. 

  Büyük bir nefret ve kızgınlık içinde telefonuma sarılarak merdivenlere koştum. Hırvat polisinin veya devlet birimlerinin böyle korkunç bir istismara nasıl göz yumabileceğini düşünerek söyleniyordum. Varlığımı bile fark etmeyen ve fark etmemelerinden memnum olduğum bu pis insan mahluklarını aşıp kilisenin girişine doğru titreyerek geldiğimde kapıda gözlerini bana dikmiş bir şekilde bakan, çuval bezini andıran bir kıyafet giymiş, ürkütücü bir adamın varlığını fark ettim. Adam kapının önünde duruyor, griye çalan yüzü, tek bir mimik dahi göstermiyordu. 

  Oldukça kızgın olduğum ve başıma ne gelirse gelsin bir çocuğun istismar edilmesine göz yumamayacağım için sert bir hareketle adamı eskilikten dökülmek üzere olan elbisesinden tutup çekiştirdim. Yerinden kıpırdatamıyor, korkunç iniltilerin yükseldiği kiliseyi sarsacak şekilde çığlıklar atarak adamı kapıdan uzaklaştırmak için çaba gösteriyordum. Adamın soğuk ellerinin boynuma dolanmasıyla kaskatı kesildim. 

  Elleri öyle soğuktu ki tenimi yakıyor, kesilen nefesimden daha çok acı veriyordu. Artık beni görmezden gelen tüm o yaşlılar ve genç erkekler bana bakıyor, soğuk benizleri ve derin gözleriyle beni tehdit ediyorlardı. Boğazımı sıkan adamı durdurabilmek için o soğuk ellerinden birine dokunduğumdaysa kendimde asla çözemeyeceğim sorunların başlangıcı olan o korkunç olay vuku buldu. 

  Boğazımı sıkan o eller, üzerinde tek bir deri veya et parçası kalmayana kadar çözündü. Diğer erkekler de tüm canlılık belirtilerini kaybettiler. Kilisede dimdik ayakta duran iskeletler bana doğru koşmaya başladılar. Çığlıklarım artık anlayabildiğim bir dilde yankılanan tuhaf bir sözcük tarafından bastırılıyordu:

“Damızlık, damızlık, damızlık…”

 Üzerime çullanan kemik yığınlarını aşarak kapıyı açtım. Kiliseden çıktığım gibi şehrin içine doğru haykıra haykıra, gözyaşları içinde koşmaya başladım. Kaçmama rağmen iskeletlerin gürültüsü, aynı kelimenin ardımdan bağırılmasıyla beni takip ediyordu.

“Damızlık…”

 Bilinçsiz bir şekilde şehrin ara sokaklarını aştıktan sonra kaldığımız otele ulaşabildim. Ardıma bakmaya korkarak otel merdivenlerini hızla çıkıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak odaya girdim. Kapıyı öyle büyük gürültüyle kapattım ki, arkadaşım derin uykusundan uyandı. Korkunç bir titreyişe teslim olmuş, düğümlü boğazımı tuta tuta olanları arkadaşıma anlattım. 

  Oldukça alaycı bir ses tonuyla bana, “Ben sana, seni yalnız bırakmamam gerektiğini söylemiştim. Yanında bir erkek olmayınca dışarıda korkmuşsundur.”, dedi. Tüm bu sözler köken aldığı kültürün, sanıldığının aksine, acı bir şekilde hala bu şehirde, bu kıtada yaşamasından güç alıyordu. 
  


  

14 Temmuz 2023 Cuma

Kuyunun Dibinde: Bölüm 2

 

  Tekmeleyerek açtığım yarıktan karanlığa doğru hızla düştüm. Kapı yüksek bir platformun üzerinde olmalıydı veyahut belirsiz derinliklere uzanan bir merdivene açılıyordu ve ben tekmelemenin etkisiyle bu merdivene hiç kavuşamadan aşağıya düşmüştüm. 

 Her yer kapkaranlıktı. Kuyudan kendimi kurtarmadan önce duyduğum, o kabaran sesler artık duyulmuyordu. Önümde uzanan simsiyah boşluğun içinde yavaşça sürünmeye başladım. Dizlerimin acısı katlanılmaz bir haldeydi. Yine de bilinmezliğin içinde süzülmenin korkusu durmama engel olmuyordu. 

 Nerede olduğumu bilmiyordum. Böylece ışığın varlığını unutmuş bir şekilde aynı istikamete doğru süründüm. Kısa bir süre ilerledikten sonra bir duvara ulaştım ve taş yüzeyine tutunarak ayağa kalmaya çalıştım. Bacaklarım güçsüzlük içinde titriyordu. 

  Ellerimle yoklaya yoklaya duvarı takip ettim. Anladığım kadarıyla daire şeklinde kocaman bir salonun içindeydim. Bu daireyi tamamlayarak bir kapı bulmaya çalıştım. Bulmak zorundaydım. Çünkü bu yeraltı yapısından kurtulmanın tek yolu, kendimi büyük bir zorlukla kurtardığım o kuyu olmazdı. Olmamalıydı.

 Sadece kendi nefesimi duyduğum o ürkütücü karanlığın içinde duvara yaslanarak yürüdüm. Ellerimle her yeri yoklamaya çalışıyor, baş hizamın yukarısında herhangi bir açıklık, bir tünel olması ihtimaline karşın ellerimi yüzeyde gezdiriyordum. Ayaklarımı bir yükseltiye çarpmamla, daha başta tahmin ettiğim, kuyu kapısından salona uzanan merdivenin basamaklarının üstüne yığıldım. 

 Daireyi tamamlamıştım. Bu koca salon, insanda dev bir yaratığın yekpare bir taşı oyarak oluşturduğu küçük bir alan olduğu izlenimini yaratıyordu.

  Hızla merdivenin taştan duvarına dokunarak bir kapı aradım. Tek çıkışın geldiğim kuyu olmaması için dua ediyordum. Merdivenin her köşesini dikkatle kontrol ettikten sonra boğazıma büyük bir acıyla oturan ümitsizlikle yıkıldım. Kuyu bu korkunç karanlığın tek çıkışıydı. Ve bu çıkış beni, yerin altında ölmekle ile kuyunun ucunda bekleyen iki insan azmanı tarafından öldürülmek arasında bir seçim yapmaya zorluyordu. 

 Ölmekten başka bir kurtuluşun olmadığını tüm varlığımda hissederek inlemeye başladım. Yara bere içinde kalmış, belki çok da uzun süre hayatta kalamayacak bedenime sarılarak gözyaşı döküyordum. Hüznün üstüme bastırdığı o ağır uyuşma ile fütursuzca salonda yürüdüğüm bir anda, ayağımın kaymasıyla derin bir havuzun içine düşmem bir oldu.

 Korku içinde çırpınıyor, bir şeye tutunmaya çalışıyordum. Belki de dakikalarca telaş içinde debelendim. Yorgun zihnim bana sakinleşmem gerektiğini, şayet böyle devam edersem boğulacağımı söylese de kendimi duramıyordum. Karanlığın içinde kocaman açılmış ama işlevsiz kalmış gözlerim ve tükenen nefesimle yavaşça kendimi içinde bulunduğum sıvının kuvvetine bıraktım. Artık bir şeyin üzerinde yüzüyordum. 

 Bu sıvının su olmadığını anlamıştım ve tanımlamaktan korkuyordum. Yine de havuzdan yükselen kokunun tanıdıklığı, kaybolmuş düşüncelerimi toparlamama yardımcı oldu. Böylece dilimi yavaşça dudaklarıma değdirdim. Bir şarap havuzunun içine düşmüştüm.  

 Ağır ağır yüzerek tutunabileceğim bir yer aradım. Anladığım kadarıyla orta büyüklükte bir salonun içindeydim. Bu da bana havuzun çok da büyük olmadığını gösteriyordu. Lakin belliki telaşla çırpınırken havuzun ortasına doğru gelmiştim. Bu yüzden havuzun kenarlarını bulmakta zorluk çekiyordum. 

 Yavaşça yüzmeye devam ettim. Sakinleşmeye çalışıyordum. Kendime sakinleşme konusunda telkinde bulunurken şarapta hareket etmeye çalışan ayaklarımın sert bir cisme çarptığını fark ettim. Havuzun hala kenarlarına ulaşamamıştım. Ayağımı tekrardan o cisme dokundurmaya çalıştım. Ne olduğunu anlayamayınca temkinli bir şekilde kendimi şarabın içine ittim. Yüzeye saplanmış soğuk bir demir parçasına dokunuyordum. 

 Tekrardan yüzeye çıkıp derin bir nefes aldım. Bu demirin orada ne işi olduğunu anlamak, havuzun derinliğini öğrenebilmek için dalmaya çalıştım. Fakat bedenim çok yorgundu ve böyle bir manevrayı alabilmek için yeterli gücü gösteremediğimden sert bir şekilde demir parçasına çarptı. Bu hızlı çarpmanın, hayatımda bir daha asla unutamayacağım korkunç, tanımlaması imkansız manzaralar görmeme neden olacağını asla tahmin edemezdim. 

 Demir parçası yerin daha da derinine açılan bir başka kuyunun veya deliğin kapağını açıyor olmalıydı ki büyük bir çekim kuvvetiyle şarap havuzunun altına doğru çekildim. Çekildiğim bu delikten, havuzun taşıdığı şarap kütlesiyle birlikte, her yanı meşalelerle aydınlatılmış daha büyük bir salonun içinde uzanan geniş bir şarap ırmağının içine düştüm. 

 Bu ırmak tavandaki birçok delikten aşağı akan şarapla besleniyordu. Bu da bana, geldiğim salondan başka salonların da olduğunu, daha kötüsü bu salonlardaki havuzların, benim düştüğümün aksine sınırsız şarapla dolu olduğunu gösteriyordu. Çünkü ırmak, güçlü bir şekilde salonun içinde dolanarak sonunu seçemediğim bir yere boşalıyordu.

  Düşmenin etkisiyle dibine kadar ulaştığım ırmağın yüzeyine ağır ağır yüzdüm. Görebiliyor olmaktan mutluydum, fakat görünüyor olmaktan korkuyordum. Irmağın içinden köpek havlamaları duyuyor, bunun beni yaklaştıracağı sondan tedirgin, nefesimin son zerrelerini zorluyordum. 

 Yavaşça kafamı şarabın içinden çıkardım. Gözlerim vücudum gibi yanıyordu. Ayrıca gözlüğüm de şarabın içinde kaybolmuştu. 

  Bu koca yeraltı odasının -ki bir futbol sahası büyüklüğündeki bu alanı nasıl tanımlayacağım konusunda zorluk çekiyorum- taş duvarlarından aşağı sarmaşıklar uzanıyor, etrafı aydınlatan meşalelerin ateşi nereden geldiği anlaşılmayan bir rüzgar ile titriyordu. 

 Kendimi büyük bir ağrı ile ırmağın içinden çıkardım. Şarap vücudumdaki yaraları adeta pişirmişti. Etrafta benden başka kimsecikler yoktu. Sadece güçlü havlamalar duyuluyordu.   Birileri cesedimi arıyor, diye düşündüm. 

 Dakikalarca oturduğum yerde bulunduğum durumu anlamaya çalıştım. Tüm bu olanları neden yaşadığımı bilmiyor, bir çare bulmaya çalışıyordum. Bir anda izlendiğim hissine kapılarak irkildim. Öyle ki, bir şeyin ensemde nefes aldığını hissedebiliyordum. 

 Yavaşça arkamı döndüm. Simsiyah, kocaman bir köpek bana bakıyordu. Gözleri kıpkırmızıydı. Yüz hatları bir köpekten çok bir insanı andırıyor, vücudunun geri kalan kısmı güçlü bir köpeğin tüm özelliklerini yansıtıyordu. 

 Kendimi savunabilmek için ayağa kalktım. Fakat güçsüz kalan vücudumun bu iri yaratık karşısında kendini savunabilmesinin imkanı olmadığını biliyordum. Gözlerimi hayvanın gözlerinden ayırmadan hareketsiz kaldım. Şimdi düşündüğümde bu davranışın benim için ne kadar hayırlı olduğunu kavrayabiliyorum. Çünkü dikkatle baktığım bu gözleri çevreleyen deri, et ve kemiklerin gök gürlemesini andıran bir gürültüyle şekil değiştirmesini izlemenin beni daha büyük bir hezeyanın içine sürükleyebileceğini biliyorum. 

  Artık karşımda simsiyah saçlarıyla upuzun bir kadın yükseliyor, beni içinden çıktığı hayvan kadar korkutuyordu. Hareketleri anlaşılamaz, insan aklı tarafından çözümlenemez şekilde hızlıydı. Öyle ki, bu hızla vücudunun ne tarafa döndüğünü, yönünün neresi olduğunu kavramak mümkün olmuyordu. Sabit bir şekilde ayakta durmasına rağmen sanki bedeninin tüm uzuvları, kolları ve bacakları başının etrafını sarmış bir yılan ordusu gibi etrafında dönüyordu. 

  Yaratık hızlı varlığının içinden yavaşça bana doğru yürüdü. Duvarların ardından yükselen havlamalar kulak zarımı yırtıyordu. Buna rağmen gözlerimi kadının kıpkırmızı gözlerinden ayırmakta zorluk çekiyor, hareketsiz bir şekilde onu tanımlamaya çalışırken benliğimde oluşan bozulmayı hissedebiliyordum. 

“Aşağıda kalan parlak yarımızı yukarı taşı!”

 Korkunç suratını yüzüme doğru yaklaştırırken kıpırtısız dudakları bunları fısıldıyordu. Bana yaklaşmak için o uzun vücudunu o kadar eğmişti ki, yüzünün ardından yükselen kamburunda hızla hareket eden kemiklerini görebiliyor, griye çalan, simsiyah tüylerle kaplı derisinde nefes alan gözenekleri sayabiliyordum. 

 Yalvarır bir ifade ile gözlerinin içine tekrar baktığımda bana gülümsedi. Sonra bu gülümsemeyi ani bir şekilde yüzünden silip ağzını açmaya başladı. Ağzı genişledikçe genişliyor, beni yutacakmış izlenimini veriyordu. 

 Ağzı bir kulaç kadar açıldığında içinden çırpınan, kana bulanmış bir et parçası düştü. Titreyen et parçasına bakıp onun küçücük, siyah bir köpek yavrusu olduğunu fark ettiğimde dehşetle çığlık attım. Ben, çığlık çığlığa vücudumu yumrukladıkça, ağzından büyük-küçük, farkı türde tonlarca köpek cesedi düştü. Lakin yaşayacağım dehşet ölümümle değil, ömür boyu sürecek akli problemlerle sonlanacaktı. 

  Yaratık uzayan vücuduyla hızla bana yaklaşıp anlamsızlığı tükenmeyen bir geometriyle dönen kollarını bedenime doladı. Bedenimi öyle sıkıyordu ki, kırılan kemiklerimi duyabiliyordum. Yaratığın boyu kemiklerimi kırdıkça daha da uzuyor, şarap akan deliklerden yükselerek beni karanlık salonlardan geçiriyordu. 

 En sonunda beni şarabın daha güçlü ve bedeni parçalayarak aktığı deliklerden birinden yukarı fırlattı. Öyle büyük bir hızla sıvının içinden yüzeye çıktım ki, şaraptan suya geçiş yaptığımı anlamam zaman aldı.

 Kafamı sudan çıkardığımda ay ışığını tepemde görebiliyordum. Olimpiyat Gölünün içinde yüzmekteydim ve elimde kırık bir şarap şişesi vardı. 

 Yaşadıklarımı kimseye anlatamadım. Yine de bu dehşetin kanıtlarını görmek isteyenler, kitaplığımın ardındaki kırık şarap şişesine ve kullandığım tonla psikiyatrik ilaca bakabilirler.

  


  

13 Temmuz 2023 Perşembe

B***

 

Dinliyorum telefonun ardındaki cızırtılı sesi.

Bir rüyanın açıklamasını bulmak için aranmış olmalı ki

Sesler tuhaf bir şarkı gibi geliyor kulağıma. 

Şöyle diyor isyan eden dizeler gibi:


“Senden ilk ne zaman korktuğumu hatırlamıyorum.

Bunu bir hayvan gibi ürkütücü olmana rağmen masum görünmene bağlıyorum.

 Sürekli bir köpek gibi amacını hırlıyordun.

 Umrunda değildi ne olduğum, seni yarattığım,

 Önümde durup yerimi istiyordun.


Senden masum bir kız çocuğu olmanı diledim.

Halbuki sen sorarken bile ihtiyaç duymuyordun.

Bir parçam olmanı istedim,

Halbuki kendini benden sökerken bile yardım istemiyordun.

Sana yapman gerekeni söyledim.

Sen boyaların ve kaleminle oynayıp beni sinir ediyorsun!


Bana kim olduğumu söyle!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Seni ben yarattım!

Cennetten kovulmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 


Seni bir peygamber yapabilirdim yolumu izleseydin.

O zaman yücelerin yanında anılırdın sen de!

Neden kanatlarını sökmemi istedin?

Varlıklı ailenin fakir çocuğu, sürünüyorsun!


Lütfen demek zor değil,

Beni onurlandırırsan seni göğe geri yükseltirim.

Sadece kutsal ruhtan ve oğuldan önce,

Bu sıfat için kaç beden çivilerle çakıldı bilmiyor musun?


Bana kim olduğumu söyle küçük şeytan!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Seni ben yarattım!

Cennetten kovulmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 


Bana kim olduğumu söyle küçük küfür!

Bildiğini bilmek istiyorum.

Bensiz varolamazsın!

Cehennemini yaratmak mı istiyorsun?

Senden korkuyorum,

Yine de sen benim çocuğumsun! 





12 Temmuz 2023 Çarşamba

Utanç ve Küfür


 Eşiklerden büyük bir tedirginlikle geçiyorum. Bu şehri bir gidişe kadar mühürledim. Artık uğramayacağım istasyonlar ve kapılar var. Öyle ki, bir süre varlığım hayal bile edilemeyecek o yerlerde. Bu yüzden üstlerini büyük bir hızla örterek terkediyorum bağlantımın tükendiği kurumları.

 Dünün huzursuzluğu bugünün tiksintisiyle harmanlandı. Bu öyle bir tiksinti ki, önceden uğruna şiirler yazdığım şeyler, üzerinden irinlerin aktığı, şekli ve dehşeti tanımlanamayan nesnelere dönüştüler. Her birinin yarattığı bulantı, kendini yüzümdeki kabalaşan ifadede, fütursuzca yamulan ve bükülen yüz hatlarımda belli ediyor. İnsan olmanın bir takım uçlarından olabildiğince uzaklaşıyorum. Böylece kendimi güvende olduğum bir alana atıyorum, mekanların sessiz köşelerine ya da alışılmış bir tenin yatağına günahlardan arınabilmek için. Yüzümü kapatıyorum utancımı ve sonu gelmez bulantıyı söndürmek için. Midemin duvarlarına akrepler tırmanıyor sanki. İğrenç kabuklarını hissediyor, yarattıkları işkence bitmediği için küfürler ediyorum. Kemirmek istiyorum betonunu beni ben yapan sütunların.