Kafamdaki siyah plastik poşeti çıkardıklarında, nefes nefese kalan göğsüm acıyla bedenimi çevreleyen soğuk havayı içine çekti. Saatlerdir karanlıkta kaldığım için gözlerim hiçbir şeyi seçemiyordu. Savrulmanın etkisiyle poşetin içinde kırılan gözlüklerimin camları yanaklarıma batmış, kaşımı yarmıştı. Gözüme damlayan kan, azalan görüşümü engelliyor, dolunayın altında hareket eden figürleri kızıla boyuyordu.
Ellerim çok eski olduğunu anladığım, üzerinde aklıma getirmek istemediğim eylemlerden kalmış izleri olan bir iple sıkı sıkı bağlanmıştı. Susuzluktan kurumuş dudaklarım korku içinde titriyor, yüzümden akan kanın gazabından kurtulmaya çalışıyordu.
Gözlerimi kısarak nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Balkonundan kocaman bir gölün ya da denizin göründüğü, çok uzun süredir bir arabanın bagajında bağlı kaldığım için hangi ülkede olduğunu bilmediğim bir yerde öylece kalakalmıştım. Etrafımda, hayvan derisi ve kürklerinden alelade yapılmış kıyafetler giyen uzun boylu insanlar vardı. Hepsi, hatlarını tam anlamayamadığım, kırık doğrularla çevrili bir daire maskesi takmış, odanın içinde belli bir hızla dönüyorlardı.
Korku içinde titreyen vücudumun acısıyla başa çıkmaya çalışıyor, bu korkunç hezeyanın ne zaman başladığını hatırlamak için kendimi zorluyordum. Kafamın arkasında hissettiğim ağrı bana ciddi bir darbe aldığımı gösteriyor, algımın bulanıklığının nedenini bir şekilde açıklıyordu. Belli belirsiz kesitler zihnimde canlanıp bazı sorulara yanıt vermek istese de beynimin çalışmasındaki aksaklığı gidermiyordu. Tek hatırladığım şey akşamüstü yaptığım yürüyüştü.
Her zamanki gibi temiz hava almak ve ilham kaynağı bulmak için evimin önündeki büyük parka çıkmıştım. Hava yeni yeni kararmaya başlamış, parkın ortasındaki insan yapımı gölün üzerinde süzülen ördekler parkta benden başka kimsenin olmadığı izlenimini uyandırarak beni tuhaf bir rahatlamaya sürüklemişti.Tepenin üstündeki yalnız, kudretli ağacın rüzgarın etkisiyle sallanışı aklımda kalan son parçaydı. Sonrasını hatırlamıyordum.
Ellerim ve bacaklarım bağlı bir şekilde uyandığım, doğrulmaya çalıştığımda küçük bir alana sıkıştırıldığımı ve bu alanın bir arabanın bagajı olduğunu anladığım, haykırdığım, yalvardığım, çaresizce üstüme işediğim o korkunç anlar dışında hiçbir şey hatırlamıyordum.
Birkaç kere doğrulmaya, balkona doğru sürünmeye çalıştım. Etrafımdaki insanlar tepkisiz bir şekilde beni kavuşmaya çalıştığım, dolunayın aydınlattığı gökyüzünden alıkoyuyor ve etrafında döndükleri o tuhaf salonun ortasına her defasında geri getiriyorlardı.
Bu kocaman salon sütunlarla bezenmiş, bembeyaz duvarları bir önceki yüzyıldan gelen yüzleri içinde saklayan resimlerle donatılmıştı. Salonun siyah mermerden yüzeyi, yapıldığı materyalden midir bilinmez, dolunayın ışığıyla bir altın gibi parlıyordu.
Her şeyi aklıma kazımaya çalışarak inceliyor, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Bir süre etrafımda kendini kaybetmişcesine dönen insanların da farkında olduğunu bilerek salonu inceledim.
Kafamı yukarı kaldırdığımda tepemde sarkan kocaman siyah küreyi gördüğümde bazı parçalar yerine oturmaya başladı. Bu sürekli üstüne getirildiğim kırık doğrularla çevrili daireyi ve giydikleri maskeleri de açıklıyordu. Mermerin üzerinde bir altın gibi parlayan bu sembolün rahatsız ediciliği, arkasındaki bilincin oldukça sığ, cahil ve zalim doğasından geliyordu.
Yerle mi, gökle mi ilgilendiği kesin bir şekilde belli olmayan, çıktıkları deliği dünyanın merkezinde arayan tuhaf yansımalardı bunlar. Bir önceki karşılaşmamızdan kaçarken, o ormana yalın ayakla dalarken kimse tarafından fark edilmediğimi düşünmüştüm. Yanılmışım.
Biraz daha incelediğimde bu sembolün önceden de gördüğüm bir adanın haritasıyla çevrelendiğini fark ettim. Gördüklerim bana hiç de uzakta olmadığımı, şehrin biraz dışında bir yerde olma ihtimalimin yüksek olduğunu gösteriyordu. Ne de olsa ilgi alanlarım beni karanlık tarihi okumaya teşvik etmişti.
O tuhaf günde, gökten indiğini gördüğüm o biçimsiz şeylerin bir şekilde bu aklını kaybetmiş kitleye faydasının dokunduğunu anlayabiliyordum. Bir önceki karşılaşmaya nazaran sayıklayışları daha kuvvetli, hareketleri daha keskindi. Bu da bana çok kısa bir süre içerisinde öldürüleceğimin bilgisini veriyordu. Ülkeyi karış karış gezip dinlediğim o orman kültlerinden ve şimdinin halkının toplu hareket etmedeki çekincesinden anladığım şey şuydu ki, böylesi bir senkronizasyonun sadizmi beraberinde getirmemesi imkansızdı.
Sonumun geldiğini bilerek kendimi sakinleştirmeye, vücudumda hissetmek üzere olacağım acının ağırlığını hafifletmek için güzel anılarımı, aşklarımı ve ilham aldığım her şeyi düşünmeye başladım. Bunların arasında bir figür öyle sıkça gözümün önüne geliyordu ki, bana verdiği ilhamdan duyduğum şükranı düşünerek kendi kendime ismini mırıldanmaya başladım.
Başta bunu yapmamda ölüme gidişimin getirdiği tuhaf huzurdan başka bir neden yoktu. Lakin bir süre sonra bu mırıldanışlarım, tepemde yükselen çılgınlığın karşıt bir duruşu, bir başkaldırının ya da ölmeden önce gösterilen inadın işareti olarak daha yüksek sesle tekrarlanmaya, gerçek bir tapınmaya dönüşerek içinde bulunduğum karanlık ayinin sesini bastırmaya başladı.
Öyleki, kalınlaşan ve gürleşen sesimin bedenimi, salonu ve etrafımda durgunlaşan nefesleri etkilediğini hissedebiliyordum. Bu sırada kapalı olan gözlerim etraftakilerin korkularını göz kapaklarımın karanlığından seçiyordu.
Artık sesim, göğe dayanmış bir borudan yükselen yaman bir rüzgar gibi gürlüyordu. Kulaklarım çığlıklar, koşuşturmalar ve kırılan birçok kemiğinin sesini duyuyor, dilim yakarmaya devam ediyordu. O büyük su kütlesinden kocaman bir yığın yükselip beni buraya getirenleri dehşete düşürüyor, uzayarak yükselen kasları her varlığa zarar veriyordu.
Kendimden emin olarak, artık kimsenin uykusunda beklemediğini haykırdım. Sona yakın olsam bile benden sonra geleceklerin, omzuma binip göğe yükseleceklerin çağrısıydı bu.
Haykırışlarım, kaçışan çığlık çığlığa bedenlerin durulmasıyla sakinleşti. Kaybettiğim kanın etkisiyle yavaşça, sayıklamalarımı sürdürerek uykuya daldım. Uyandığımda yaşlı bir güvenlik görevlisi gözüme fenerini tutarak ziyaretçiye kapalı bu eski yapıya nasıl girdiğimi soruyordu.