4 Eylül 2022 Pazar

Mit

 

  Ormanın kuru yapraklarla kaplanmış ufak bir gölünün ortasında, kalınca bir kütüğün üstünde sırılsıklam oturuyordu. Gölün etrafını sarmış onlarca kedi parlayan gözlerle onu izliyordu. Sırtına vuran rüzgardan üşüyen tüyleri diktatörünü selamlayan çılgın bir halk gibi dikelmişti. O ise kendisini izleyen gözlerden tedirgin, bedenini buraya savurarak fırlatan o büyük mitini bekliyordu. Bu koca yaratık korkutmuyordu onu artık. Bu yüzden kaçma ihtiyacı da duymuyordu. 

  Şekilsiz tanrının ağaçları yıkarak kendisine doğru gelişini duyduğunda Jung’un sözlerini sayıklayarak oturduğu kütüğe yapıştı.

 “Mitsiz ya da mitlerin dışında yaşayabileceğini düşünen kişinin, tıpkı köklerinden uzaklaştırılan biri gibi, geçmişiyle veya onunla yaşamaya devam eden atalarının hayatıyla, içinde bulunduğu toplumla gerçek anlamda bir bağlantısı yoktur.”

  Yemek pişirirken yanan ocaktaki alevin onu ne kadar evinde hissettirdiğini düşündü. Bu açıdan bakılırsa Jung’un değindiği bu bağlantısızlık çabucak ortadan kaldırılmalıydı. Bu yüzden yüzleşmek, yaşamak kadar önemliydi. En azından yaşlı birkaç testis birbirine sürtüp, “Sadece masal anlatıyorsun!”, dediğinde o, ıslak kalabilmeliydi. ( Tabii ki testisler, çünkü vajinalar o kadar kibirli olmuyor.)

 Gürültü yaklaştıkça sayıklamaları artıyordu. Çığlığa dönüşen bu dil hezeyanı, ancak birkaç ağaç daha devrilip o koca canavar karşısında belirdiğinde sona erdi. Bu yabancı yığın her zamanki gibi renkler saçıyor, kocaman kanatlarıyla göğü kaplayıp bulutları savursa da ayın o güzel ışığı gözlerinden yansıyıp ormanı aydınlatıyordu. 

 Bir süre sessizce bakıştılar. Bu bakışma Eros ile Thanatos’un birbiriyle çarpışmasından hemen önce geçen birkaç saniyeden daha çok, iki tarafın da hangi konumda olduğunu bilmediği, fakat birbirine karışmış varlıklarını ayırmaya çalıştıkları bir anda gerçekleşiyordu. Bu hali yaratığın boğuk sesi bozdu.

“Yüzleşmek konusundaki görüşlerine katılıyorum. Birbirimizden ayrıymışız gibi kavga etmeyi sürdürmemeliyiz. Fakat biliyorsun, suçlamayı bırakmadığın sürece seni kemiklerini kırana kadar savuracağım.”

 Kadın yüzleşmek istemesine rağmen yaratık bunları söyledikçe kütüğe daha çok sarılıyor, üstüne kazınmış bütün aşağılamaları bir şarkı gibi mırıldanmaya devam ediyordu. Bu mırıltılar yaratığı daha çok sinirlendiriyor, onu ve sarıldığı kütüğü yerden yere vuruyor, kadının kırılan kemiklerinin sesi tüm ormanı inletiyordu. Canavar devam eden sayıklamaları bastırmak için daha kuvvetli bağırıyordu, “Zor büyüyordun, zaman kayıplarına ve hatalara ihtiyacımız vardı! Çok bilmiş aptal adamlar gibi kendini yargılamayı bırak!”. 

  Kadın cinlenmiş gibi ağzından köpükler çıkararak titriyordu. En sonunda yaratık onu boynundan yakaladı. Uzun uzuvlarıyla sıkıyordu boğazını. İnce bir hat şeklindeki gözbebekleri büyüyerek eğildi kadının üzerine.

 “Seni kendi evinde, çıktığın delikte, boğazındaki yaraları çeke çeke öldürürüm.”

  Kadın çaresizce çırpınıyordu artık. Büyük bir güçle yere fırlatıldı. Sarıldığı kütük paramparça olmuş, boğazındaki şişlik daha da belirginleşmişti. Kediler etrafını sarıp onu yalamaya başladı. Yaratık ise ayın karşısında  uzuvlarını savurarak kendi etrafında dönüyor, tuhaf bir dilde şarkılar söylüyordu. Bu sırada kadının kırılan kemikleri hızla kaynıyor, yeni bir hırpalanışa hazırlanıyordu. Yorgun beden dudaklarını büyük bir güçlükle aralayabildi.

 “Ben, sadece bendim. Ve çocuktum.”

 Bu fısıltı öyle kuvvetliydi ki tüm ormanda, hatta göğün en eril yanlarında bile yankılandı. Bu sözlerde suçluluk değil, derin bir sorumluluk vardı. Büyümenin ve hayatı kavuştuğu son haliyle kabul etmenin sorumluluğu… 

 Canavar duruldu. Dokunaçları çoktan farklı tende, farklı mizaçta yüzleri andırır olmuştu. Her bir yüzüyle kadına sevgiyle baktı. Ayın ışığı kadının kasıklarının üzerinde olabildiğince parlaktı. Canavar gökte süzülerek oradan ayrıldı. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.