8 Ekim 2022 Cumartesi

Bir Tuhaf Anı

 

  Yağmurun ıslattığı kaldırımda boylu boyunca uzanmış, gri göğe bakıyordu. Evlerin çatılarının döküldüğü bu sokakta, kuruyup çatırdayan ağaçların ardında, balkonuna rengarenk süslerin asıldığı bir evdi beyninin her köşesini uyuşturan. 

 “Hafif kumraldan sarıya çalan upuzun saçların tuhaf kokusu… Yemyeşil gözleriyle biri her şeyin farkında. Uzaklarda bir başkaları da…”

 Gürüldeyen midesini eliyle bastırmaya çalıştı.  Beli öyle korkunç bir şekilde ağrıyordu ki, bacakları vücudundan ayrılıyormuş gibi hissediyordu. Ağzında tuz tadı vardı. Saçlarının üzeri de beyaz beyaz tuz olmuştu. Tuzla olan ilişkimin bu kadar çarpıklaşmasının sebebi bu olabilir mi, diye düşündü. 

 Sarsılarak doğrulmaya çalıştı. Yağmur bacaklarının arasından yola kıpkırmızı bir hat açıyordu. Kadınlığına dokunduğunda derin bir nefes aldı. Bu rahatlamanın ardında korkunç ağrılarının sebebi vardı. 

 Vücudundaki titreyişlerin yanı sıra zeminleri titreten bir başka şey de onu sarsıyordu. Sanki çok büyük bir kütle, kocaman bir canavar, ortalıklarda umarsızca koşturuyordu. Bu yaratık, her sözüne ve benliğine işleyen o koca kanatlı, uzuvlarını aşağı çekiştirince pürüzsüz bir vajinayı andıran dostu değildi. O kütle öyle bir şeydi ki, onu tepkisiz bırakıyor, bazen de tüm geçmişini unutmasına sebep oluyordu. 

  Burnuna keskin bir ter kokusu geliyordu. Açlığı ise boğazına bir asit gibi uzanmaya başlamıştı. Balkonunda süslerin olduğu, balık porselenlerinin asıldığı evden gelen makarnanın kokusu, ciğerlerine dolup zihnini bulandırıyordu. Sert bir ses tonuyla, “Bana yok!”, dedi. Her harfe hınçla bastırarak tekrarladı.

  “Bana yok!”

  Yavaşça doğruldu. Rüzgar öyle hiddetlenmişti ki yağmura engel oluyor, o evin balkonundaki süslerin duvarlara vurmasına neden oluyordu. Kaynayan makarnanın sesinin geldiği yöne doğru yürüdü. Eve yaklaştıkça ter kokusu daha şiddetleniyordu. Bu koku onu öyle kızdırdı, öyle bir hezeyanın içine soktu ki, vücuduna sinen her zerresini kokunun kazımaya çalıştı. Evi çevreleyen çitleri tekmeleyerek parçaladı. 

  Evin bahçeye açılan kapısından çıkan beyaz tüller, rüzgarda delicesine dans ediyordu. Bahçedeki taşlar onda tuhaf bir şekilde sek sek oynama isteği uyandırsa da o, hedefine, kapıya kitlenmiş bir şekilde yürümeye devam etti. Kapıdan içeri girmeden ayaklarını daha çok çamura buladı.

 Kapı doğrudan mutfağa açılıyordu. Mutfak çekmecesinden tahta saplı, sapının üzerine kırmızı çiçeklerin resmedildiği bıçağı aldı. Mutfaktan içeri yürüdüğünde ahşap merdivenleri, merdivenlerinin hemen karşısındaki küçük sediriyle evin girişini gördü. Girişteki telefonun çalmasıyla irkildi. Telefonun sesi yitirdiği umutların seremonisi gibiydi. Telefonun ahizesini yavaşça kaldırdı. Sessizce diğer uçta konuşan kişiyi dinledi. 

  Genç bir kadın anlamsız konulardan bahsediyordu. Kadının konuşmalarını dinlerken gözlerinden yaşlar süzüldü. Boğuk bir sesle telefonun ardındaki kişiye, “Ne zaman geleceksin?”, diye sordu. Gelen cevaba alaycı bir şekilde gülerek kapattı telefonu. 

 Elindeki bıçağı büyük bir öfke ile sıkıyordu. Merdivenlere doğru yöneldi. Duvarda çiçeklerin ve folklorik figürlerin işlendiği birkaç resim vardı. Merdivenlerden çıkarken sayıkladı: “Yarın değil, sonraki gün değil, sonraki gün…”

 Üst kata çıktığında odalardan birinde inleyen, homurdanan biri olduğunu fark etti. Homurtuların yükseldiği odaya yaklaştıkça keskin ter kokusu daha başka bir kokuya, vücut salgılarından korkunç bir esintiye dönüşüyordu. 

  İniltilerin geldiği odanın kapısı kapalıydı. Kapıya dokunduğunda elleri yapış yapış oldu. Kapıyı dirseğiyle açtı. İçeride plastik, şişme, siyah bir yatağın üzerinde jölemsi bir yaratık, yemyeşil suratıyla homurdanarak yatıyordu. Bıçağı yaratığın yattığı şişme yatağa savurdu. Yatağın havası bir ıslık ile inmeye başladı. Jölemsi oluşumsa havası inen yatağın üzerinden kayıp tüm tabanı kapladı. 

  

  

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.